Bu sabah mektubunu bulmak, okumak, bana hem yaşamı hem de sonundaki ölümü daha dayanılır kıldı. Birden yüksek dağlar, henüz boz rengi olan yamaçlar, tepelerdeki beyaz kar, sessiz, küçük İsviçre köyleri anlam kazandı ve buraya geldim geleli ilk kez ayağım yere değdi.

Giovanni Papini, Kaçan Ayna

Kuşkusuz bana katılmıyorsunuz, ama görüşümü paylaşan biri var —örneğin, sık sık dünyayı örtmek, insanı insandan, mutsuzluğu değersizlikten, çirkinliği melankoliden saklamaya çalışan sis. Hem sonra, bay Adam, yararsız kaçışlardan sonra duran trenleri, yok edemeyeceği şeyi örten sisi de çok seviyorum.
Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım. Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum. 
Yıllar boyunca bir şeyin çok sayıda kopyasını gördükten sonra o şeyin aslı bizi şaşkınlığa uğratır. Nefesimizi keser. Bizler asıl olanın önünde durup onu anlayabilecek uzmanlar değilizdir. Bu nedenle kopyaları olmadan orijinalleri kavrayamayız. Âşık olduğumuzda her şeyi orijinal olarak görürüz. Kendi gözümüzü kendimiz boyarız. Karşımızdaki şeyin değerini öylesine şişirir, o kadar çok sıfır ekleriz ki buna,
Tek sorun artık pazartesi değil, 22 Mayıs Perşembe oldu bile ve son derslerimi de atlattım, sıcak bir banyo ve birçok idealden, hayalden ve inançtan uyandırdım kendimi. İroni: Gözyaşlarına boğulmuş ağlak kadın dergilerinin kapaklarındaki olgun duruş. Tiksinti. Evet, bak tam da böyle olmalı: Kendimden ve daha çok da kibri sönmeyen, aksine büyüyen Ted’den iğrenme. İroni: Neredeyse

Elias Canetti: Babanın Ölümü

ANNEM HASTALANDIĞINDA hemen hemen bir yıldır İngiltere’deydik. İngiltere havasının ona iyi gelmediğini söylüyorlardı. Reichenhall Kaplıcalarında bir kür yazdı doktor ve yazın, galiba 1912 Ağustosundaydı, annem oraya gitti. Bunu pek önemsemedim, çünkü onu kaybetmiyordum, ama babam onu soruyordu, benim de bir şeyler söylemem gerekiyordu. Belki de onun yokluğunun biz çocuklar için iyi olmayacağından korkuyordu ve bizdeki

Tezer Özlü: Gökkuşağı

Gök kıyısında kalıyor, yalnız gelmiş buraya, Ağustos, süm çocuk bakıyor, Alman bir kadının Amerikalı bir erkekten olan çocuğuna ve bu Alman kadının tüm ailesi keman çalıyor, üç kızılımsı sarı erkek çocukları var ve birisi ile “köpek dünya” filmini seyrederken çok mutlu ve o gece annesi ve süm soğuk mutfak denilen salam çeşitlerinden kurulu bir yemekte
Edip Cansever‘in, Kapalıçarşı’daki, antikacı dükkânına ilk defa geçen yaz Sabahattin Batur‘la gitmiştim. Sıcak bir ağustos günü idi. Dik bir merdivenden dükkânın üst kısmına çıkmıştık. Ortasından kesilmiş bir silindire benzeyen bu oda Edip Cansever’in kulesiydi; fildişinden değil halıdan bir kule. Halılar, halılar, halılar… Edip’in masası tam karşıdaydı. Masanın üzerinde kitaplar, dergiler. “Çay mı, kahve mi?” Kahvenin
Pencerenin öte yanındaki şu bahçenin, yalnızca duvarlarını görüyorum. Ve ışığın aktığı şu birkaç yaprak. Daha yukarıda, yine yapraklar. Daha yukarıda, güneş. Ve dışanda hissedilen bu neşeli havadan, dünyaya yayılan tüm bu sevinçten, yaprakların beyaz perdelerin üstünde oynaşan gölgelerini fark edebiliyorum yalnızca. Beş güneş ışını da, odaya kuru otların yanık kokusunu akıtıyor ısrarla. Bir esinti, ve

Hannah Arendt, Şiddet Üzerine*

Hannah Arendt, en çok tartışılmış kitaplarından biri olan Şiddet Üzerine’de, şiddet ile “söz”ün imkansız birlikteliğinden söz ediyor; savaş ile devrim’i şiddet olgusu üzerinden kıyaslıyor; bir “devrim aracı”, değişim aracı, politika aracı ve doğrudan iktidar aracı olarak şiddet’in anlamını sorguluyor: “Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin varolduğu bir dünya olur."