Edip Cansever‘in, Kapalıçarşı’daki, antikacı dükkânına ilk defa geçen yaz Sabahattin Batur‘la gitmiştim. Sıcak bir ağustos günü idi. Dik bir merdivenden dükkânın üst kısmına çıkmıştık. Ortasından kesilmiş bir silindire benzeyen bu oda Edip Cansever’in kulesiydi; fildişinden değil halıdan bir kule. Halılar, halılar, halılar… Edip’in masası tam karşıdaydı. Masanın üzerinde kitaplar, dergiler. “Çay mı, kahve mi?” Kahvenin

Sait Faik için…

SAİD’İN ölümüne ne kadar yandım anlatamam. Halbuki fazla bir ahbaplığımız, arkadaşlığımız da yoktu. Yirmi yıl kadar önce bir kahvede tanışmıştık. Ayağını iskemlemin altına dayamış, yüzüme bakıyordu. Parklarda dolaştığımızı da hatırlıyorum. Orhan da vardı. Birkaç defa da beraber içtik. Bizi aynalı, mermer masalı, fıçılı meyhanelere götürmüştü. İlk okuduğum yazısı bir yolculuk hikayesidir. İskeleye gidip gidip bir