Edip Cansever‘in, Kapalıçarşı’daki, antikacı dükkânına ilk defa geçen yaz Sabahattin Batur‘la gitmiştim. Sıcak bir ağustos günü idi. Dik bir merdivenden dükkânın üst kısmına çıkmıştık. Ortasından kesilmiş bir silindire benzeyen bu oda Edip Cansever’in kulesiydi; fildişinden değil halıdan bir kule. Halılar, halılar, halılar… Edip’in masası tam karşıdaydı. Masanın üzerinde kitaplar, dergiler. “Çay mı, kahve mi?” Kahvenin nadir bulunduğu günlerdi. “Kahve içeriz!” demişti Sabahattin. Sonra Edip ikide bir pantolonumun dizine baktığımı fark ederek “Ne oldu? Yırtıldı mı?” diye sormuş, sonra da “Bizim Hakkı örer, ver de örsün, gelir elinden böyle şeyler” demişti. O sabah bir çiviye takılarak yırtılan pantolonumu çıkarmış vermiştim. Sabahattinʼin alayları arasında Edip’in verdiği antika bir peştamalı belime dolamıştım. Tam o sırada iki alman turisti gelmez mi! Adamlar bir yandan pazarlık ediyorlar, bir yandan da garip garip beni süzüyorlardı.
Geçenlerde bu konuşma için Edip’e uğradığımda Sabahattin’i ve o peştamal hikâyesini andık. Masasının üzerinde gene kitaplar vardı: Fazıl Hüsnü‘nün Hoo’lar’ı, Hüseyin Batuhan‘ın Batıda Tolerans Fikrinin Gelişmesi adlı eseri, Bergson‘dan Düşünce ve Devingen, J. B. Bury‘den Fikir ve Söz Hürriyeti, Nietzsche‘den Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, F. Ravaisson‘dan Alışkanlık Hakkında. Sonra dergiler, şiir kitapları… Ben girdiğimde Varlık Yıllığı’nı okuyordu.
— Ne dersin Memet Fuat‘ın senin için dediklerine, dedim.
— Memet Fuat, benim düşünce şiirine gitmek istediğimi, ama ne yapacağımı kesinlikle bilmediğimi söylüyor, dedi. (O ara telefon çaldı. Muzaffer Buyrukçu‘ymuş. Biraz takıldı. Hakkı Özkan‘ın yeni bir hikâyesinden söz açtı, övdü. Muzaffer ne dedi bilmiyorum ama Edip “Sensin o!” diye cevap verdi. Sonra konuşmaya devam ettik.) Ben şöyle diyeceğim: düşüncenin şiiri deyimini ortaya atmak, sonra da bunu açıklamaya çalışmak, benim için eytişimsel (dialectique) bir düşünüş yolu. Yani felsefi ya da didaktik şiir yazmak değil amacım.
Sözünü kestim:
— Dikkat ettim, “ya da”yı çok kullanıyorsun. Şiirinde de, konuşmanda da?
— Aynı şeyi Melih Cevdet de söyledi. Bence bu şundan ileri geliyor: Önceki şairlerin dünyaya bakışlarında bir kesinlik vardı; her şeyi çözmüş gibi bir hal, bir konu alıp onu işliyorlardı. Bunu yaparken dünyayı yorumlayışlarında bir donma vardı, denebilir. Oysa ben sürekli olarak kavrama halinde sayıyorum kendimi. Onların öz birliğine karşı bütün içinde bir çeşit konular birliği… Şairin dünyasını çizmek için şiirine gereç olarak aldığı yaşantı ayrıntıları… Bunları şiir düzeni içinde sıralarken “ya da” kendiliğinden çıkıveriyor ortaya. Şiirin mısraları arasında kopukluk var gibi görünmesi de bu durumdan ileri geliyor.
“Ya da” epey uzamıştı. Gene ilk soruya döndük.
— Şiiri sınırlamamak istediğini söylüyordun?
— Şiirin özgünlüğüne, kural tanımazlığına inancım var. Ne var ki düşünüden şiirimde yararlanmak isterim, şiirime bu düşünce sağlamlığının bir güç katmasını isterim. Çünkü şair için düşünce bir kaynaktır. Oysa filozof için başlı başına bir uğraştır. Öyle değil mi? Filozofun bütün uğraşı düşünce. Sonuna kadar. Filozof kavramlara yaslanır, alabildiğine soyutlar; sistemini katılaştırınca bir mutluluğa erişir. Şair ise somutlayacaktır durmadan. En çok yaşamla ilgilidir de ondan. Kısaca, şairin düşüncesi şiiridir, diyebilirim.
— Düşünceye göre şairle filozofun karşılaştırmasını yaptın. İstersen bir de şairle bilim adamının düşünceye göre durumları üzerinde duralım.
— Einstein uzay ve zamanın sevginin biçimleri olduğunu söylüyor; gerçeğin kavranışında mistik heyecana, sezgiye, duyumlara, imgelem gücüne önemli bir yer ayırıyor. Şairce bir davranış değil mi bu? Aristo ne diyor: “Duygularımı seviyorum, çünkü onlarla öğreniyorum”. Ne var ki bilim adamı gerçeği yakalarken bu yollardan yararlansa bile bu gerçeği hemen formüle ediyor. Örneğin Sir Arthur Eddington, dini atomun matematik kanunlara karşı gelmesi olayından çıkarıyor. Şair ise, tersine, açıyor, renklendiriyor, genişletiyor gerçeği.
— Bir zamanlar “duygu” şiiri pek önemseniyordu. Bunu nasıl açıklıyorsun?
— Duyguların düşünce ile bir düzene konması, şiirin belirleyici öğesinin düşünce olduğunu gösterir. O önemseme, masallardaki düşünce yoksunluğunun, ilkelliğin sürüp gitmesinden başka bir şey değil.
— İlkelliğine rağmen yenileşen şiir o şiirlerden yararlanmadı mı?
— Yenileşme hareketi devrimci bir yenilik değil bence. Yalnız o şiirlerden değil bütün şiirlerden yararlanarak varlaşıyor. Yeniliği anlamak, gerçekleştirmek böyle düşünmekle olur bence.
Konuşmanın burasında Ara Güler ve Ozan Sağdıç geldiler. Fotoğraflar çektirdik. Sonra hep birlikte Galatasaray’a çıktık. Onlar ayrıldı, biz Nil’in yolunu tuttuk. Artık Nil’de içiyoruz. Turgut Uyar‘ın bir mısrasını değiştiriyorum: “Çok içerdik, hep içerdik, içmekti bütün yaşadığımız”. Şimdilerde böyle: “İçmekti bütün yaşadığımız”.
Nil’de, konuşma boyunca, içmemeye söz veriyoruz, “Maden suyu!” diyoruz. Garson gülüyor, şaka yaptığımızı sanıyor: “Yeni mi, Kulüp mü?” diyor. “Vallahi maden suyu!” diyoruz. Başını sallayarak gidiyor.
Sözü şiirde soyutlamaya getiriyorum:
— Yenileşen şiirde soyutlamaya gidiş eğiliminin nedenleri nedir sence?
— Sözcüklerin, deyimlerin en soyutuna kadar gitmek bence şairin evreninin zenginliğini gösterir. Gerçeğin anlatımı, gerçeğe çok yanlılık kazandırılması için en doğal yol soyutlamadır. Bu da bir uygarlık sonucudur. Varlıklar yeni özellikler kazandıkça, soyut sözcükler de aynı oranda artacaktır. Ama şairin işi burada bitmiyor. Onun işi soyutu somutlamaktır.
Edip son cümleyi söylerken Ziya Metin masamıza yaklaşmıştı:
— Şairin işi burada bitmiyor, akşamları Kapalıçarşı’da bitiyor, diyerek ilk “buzî”sini salladı.
Oturdu.
— Elbisen yeni galiba, dedim. Karaca Tiyatro yaramış.
— Evet, yenidir, tanıştırayım, dedi. “Elbisem Fethi Naci“. Sonra, “Bir buzî daha” dedi, “Bilge Zobu kimmiş biliyor musunuz? Vasfi Rıza Zobu Tevhid Bilge muhteliti”. Ziya hızını alamamıştı, “Hadi bir tane daha” dedi, “Ankara’da idin, yoksun kaldın esprilerimden: Eski şairler mersiye yazarlarmış, yeni şairler birşeydeğile yazıyorlar”.
— Ziya, dedim, Edip’le bir konuşma yapıyoruz, senin buzîleri de araya sıkıştıracağım, şenlik olur.
Şöyle bir kasıldı:
— Hadi oradan, dedi, gene şöhretimden istifade edeceksiniz. Ardından Zeki Müren‘le çevirdiği filmde jön prömiye oynadıktan sonra Kadıköy vapurunda kadınların kendisine nasıl bakmaya başladıklarını, yolda birtakım insanların nasıl kendisini birbirlerine gösterdiklerini anlattı. Neyse, garson yemeğini getirdi de biz de konuşmamıza devam edebildik.
Gene soyut-somut üzerinde konuşmaya başladık.
— Somuta gidiş şiirimize yeni olanaklar getirecek gibi görünüyor, dedim.
Bence bu, yapılan bir şey. Örneğin Turgut Uyar soyutu somutlayan bir şair. Cemal Süreya soyutu somutlayan bir şair.
— “Olanaklar” demiştim.
— Olanaklar daha çok soyutlamakla geliyor. Somutlamaya gelince, artık olanaklardan değil, şiirin kendisinden konuşmak gerekir. Çünkü somutlamaktır şiir. Bir de şu var: Toplumca geri kalmış ülkelerde somuta gidiş doğal geliyor bize; bir çeşitlilik oluyor, alıcısı olan bir çeşitlilik. Geri kalmış bir ülkenin sanat eserini al Fransa’ya götür, Fransa’da yapılmış soyut bir resmi geri kalmış bir ülkeye götür, iki eser de yadırganacaktır. Toplum gerçeğine bir bağlılık, belki de bilmeden bir bağlılık bu. Şairin kendiliğindenliği bile bu sonuca vardırıyor onu.
— Burada yeni şiirin Batı etkisinden, daha doğrusu Batıya öykünmesinden kurtulmasının koşullarını araştırmaya gidebiliriz.
— Zaten tam öykünme olmuyor bu. Çünkü bir öykünme, ancak aynı çizgideki uygarlıklarda söz konusu olabilir. Uygarlık çizgisi büsbütün başka olan Batının şairini ülkemizdeki bir şair nasıl taklit edebilir? Örneğin bizde de bir gerçeküstücülükten söz edilir, oysa ben tek gerçeküstücü şairimizin olmadığına inanıyorum.
— Ama birtakım şairler gerçeküstücü şiirler yazmak istiyorlardı; gerçeküstücü şiirler yazmaya çabalarken o şiirleri yazdılar. Yani öykünmek istiyorlardı, ama öyküleniyorlardı.
— Ayrıca ben o şairlerin öykünmek istediklerini de sanmıyorum. Batının şairlerinden birtakım şiir öğeleri almak, sonra bunu kendi gerçeklerimize dönüştürmek şiir için doğal bir kaynaktır. Öykünme olmuyor bu, etkilenme oluyor. Oysa ben Türk şiirinin Batıya kaynaklık edebilecek bir çizgiye ulaşmasını istiyorum. Gerçek yenilik bu olacak işte. Sözgelimi oyunlarımıza, nakışlarımıza, türkülerimize, masallarımıza, konuşma dilimize kadar sinmiş bir Anadolu uygarlığı var. Bu ise bizim gerçek uygarlığımızdır. Atatürk, Anadolu’dan gelmiş geçmiş bütün uygarlıklar bizimdir, diyordu. Sabahattin Eyüboğlu, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat ve daha başka birtakım aydınlarımız da aynı anlayışla yazılar yazıyorlar. Yunan-Latin uygarlıklarının dışında Lidya, Frikya, Hitit uygarlıkları… Uygarlıklar hep Anadolu’dan gelip geçmişler. Batının felsefesinin, sanatının, ekininin kökenlerine indiğimiz zaman karşımıza ilkçağ Yunan-Latin uygarlıkları çıkıyor. Biz hep bu gelişimin son noktasına dikmişiz gözlerimizi. Gene de bunun dışına çıkalım demiyorum, ama kendi sanat laboratuarımızla niçin hiç ilgilenmiyoruz? Oysa burada başlayarak yeni bir bileşime varılabilir sanıyorum. Örneğin Yüksel Arslan‘ın resimleri antik çağın izlenimlerini taşıyor; bu da resmine çok şey katıyor.
Ziya Metin dayanamıyor:
— Ekin, köken, soyut, moyut – yetmez mi artık, diyor.
Edip de, ben de yorulmuştuk. “Yeter” diyoruz. Ziya seviniyor. Garsona bir küçük rakı söylüyoruz, garson seviniyor. Sonra Ziya Metin tiyatrodan söz açıyor. Ziya’nın en sevdiğim yanı bu tiyatro tutkusu. Yıllardır çektiği sahne özlemini biliyorum. Sonra Alp Kuran geliyor. Hep birlikte çıkıyoruz. Ayrılırken Ziya Metin son “buzî”sini yapıyor:
— Hoş-çakal veya hoş tilki!
İki gün sonra, cumartesi gecesi, Edip’lerde toplanacaktık. Ankara’nın o güzelim evlerarası ilişkisini burada gerçekleştirelim, diyoruz Edip’e. “O akşam erken gelirim de öbür arkadaşlar gelmeden konuşmayı tamamlarız” diyorum. “Yalnız soracağım bir soruyu şimdiden söyleyeyim de üzerinde düşün: en beğendiğin on Türk şiiri?” Sonra Bursa Sokağı’ndaki işkembeciye gidiyoruz. “Damar tarafından, kendi yağından” diyoruz. “Yahu” diyorum Edip’e, “hep böyle diyoruz ama nedir bu ‘kendi yağından’ın anlamı”. Gülüyor, “Vallahi ben de bilmiyorum” diyor, “Sabahattin Batur’dan duydum, söylüyorum” (Sabahattin, “merhaba ederiz”).
Cumartesi akşamı Edip’lere erkenden gittim. Edip, Bomonti’de güzel bir apartman dairesinde oturuyor. Geniş bir salon. Duvarlarda tablolar, röprodüksiyonlar. Yerde nefis halılar. Sonra çalışma odasına geçiyoruz. Zengin bir kitaplık. Gene nefis halılar. Bir çalışma masası. Aklıma Demirtaş Ceyhun geliyor: Akademi’de okuduğu yıllar boyunca Kanunu Esasi kıraathanesinde yazı yazdığını unutmuş, Adana’dan gönderdiği bir mektupta, “Çalışacağım ama kitaplığımla çalışma masam yok” diyordu. “Hele onları bir yaptırayım, bak gör o zaman her ay bir hikâye yazmıyor muyum?” Edip’e anlatıyorum. Gülüyoruz. Edip, Demirtaş’ın Açık Oturum Yayınları’nda bir yıldır çıkacak olan hikâye kitabını soruyor. “Muzaffer Erdost gibi editör olursa…” diye başlıyorum…
Çalışma masasına oturuyoruz. Odanın önünde geniş bir balkon var. Yazın kim bilir ne güzel rakı içilir bu balkonda. İlk soruyu soruyorum:
— Şairlerimiz yeni sözcükleri şiirlerinde kullanıyorlar; kimi ustaca yapıyor bunu, kimi beceriksizce. Ama bir de eski şiirlerindeki sözcükleri yeni sözcüklerle değiştirerek yayımlayanlar var. Şiir, çözülmez bir bütün olduğuna göre sen ne diyorsun bu değiştirmeye? Kimi yerde eskimiş bir sözcüğü yeni bir sözcükle değiştirmek anlamı dahi değiştirmez mi?
— Ben ılımlı bir dilden yanayım. Bir sözcüğün çağrışımı benim için önemli. Örneğin “aşk” yerine “sevgi” diyemiyorum ben. Değiştirmeye gelince, bence bu şiirin anlamını değiştirir; o şiir başka bir şiir olur. Hatta anılarımızı da hesaba katarsak, şiirin zararına bir davranış olur bu. Bir şiiri bir zaman sever olduğumuzun da önemi var. Bilmem bu anılardan kurtulabilir miyiz? Biz sevgimizi de bazen en güzel noktada donduruyoruz.
Bir başka konuya geçiyorum:
— Umutsuzlar Parkı’nda “Sonra hep beraber sığınmak / Nereye? / Kendimize” (s. 76) diyorsun. Kendimize sığınmak umutsuzluktan kurtulmak mı, yoksa umutsuzluğun devamı mı?
— Tasvip etmediğimiz… Şu “tasvip” de çok eski bir sözcük. “Oy katmadığımız” mı desek? Neyse, böylesi dış konular bu sonucu doğuruyor: İnsan, kendi değerine yönelerek umutsuzluktan kurtulmaya çalışıyor. Toplum halinde yaşamamız birey olarak değerlenmemize bağlı.
— Peki o zaman bu dış koşullar sürüp gitmeyecek mi? Bu dış koşulların değiştirilmesinde şaire düşen bir şey yok mu?
— Şair, bazı koşullar karşısında bu koşulları saptamakla kalıyor. Bu edilgen durum bile bir karşı koymayı anlatmıyor mu?
— Hem edilgen, hem karşı koyan?
— Şöyle bir durum var: Konumuz yeni şiir olduğuna göre kimileri o edilgen durumlarından sıyrılamıyorlar. Yeni bir özanlatı ile yetiniyorlar. Bunu aşmak da gene şairin kendine yönelttiği bir dövüşü oluyor.
Bir başka soruya geçiyorum:
— Umutsuzlar Parkı’nda yaşantı araç, kuramsal düşüncelere araç olarak kullanılmış. Petrol’de ise yaşantı şiirin amacı olmuş, yani düşünceler de yaşantılaşmışlar. Bana böyle geldi. Sen ne diyorsun?
— Umutsuzlar Parkı’nda düşünce daha kuramsal olarak ele alınmıştı. Petrol’de ise bu düşüncelerle yaşamımı birleştirmeye çalıştım. Yani düşüncelerimin de hayatımdan ayrı bir şey olmadığını doğruladım sanıyorum.
— E, gelelim on Türk şiirine?
— Sevdiğim şiirleri ona indiremem (Gülüyor). On roman seçmek kolay ama on şiir seçmek zor. Gene de hemen aklıma gelenleri sıralayıvereyim: Ahmet Muhip’ten “Kar”, Cahit Sıtkı’dan “Ölümden Sonra“, Melih Cevdet’ten “Anı‘, Oktay Rifat’tan “Telefon“, Behçet Necatigil’den “Kır Şarkısı“, Salâh Birsel’den “Hacivat’ın Evi“, Turgut Uyar’dan “O Zaman Av Bitti“, Cemal Süreya’dan “Dalga“, Ece Ayhan’dan “Fayton“, Cahit Külebi’den “İstanbul“.
Kapı açılıyor, çocuklukla genç kızlık arasında güzel bir kız giriyor:
— Baba misafirler geldi, diyor.
— Vay anasını, diyorum, kızın bu kadar büyük müydü senin?
Gülüyor.
— Sen bununla alışverişe çıkar mısın, diyorum.
— Evet, diyor, bakışlarıyla sorarak.
— Çıkma, diyorum. Sonra Turgut Uyar’ın Konservatuar’da okuyan kızıyla alışverişe çıktıkları zaman başına gelenleri anlatıyorum. Nasıl kötü kötü bakmışlar. Nasıl, sanki Turgut için değilmişçesine, “Sübyancı mıdır nedir!” diye söylenmişler. Çocuk denecek yaşta evlenmenin sonu bu. Edip’in bir de oğlu var; adı, Ömer. İlkokula bu yıl başlamış. En sevdiği şey tombala oynamak. En kızdığı şey de okulda arkadaşlarının çevresinde dolanarak “Kızım seni Ömer’e vereyim mi?” diye türkü söylemeleri.
— Başka soru var mıydı, dedi Edip.
Yoktu. Kalktık. Salona geçerken, Mefharet Hanım’ı mutfakta telaş içinde gördüm. Gene aynı sözü söyledi.
— Vallahi hiçbir şey hazırlayamadım.
Oysa masanın üzeri bir yığın şeyle dolu idi. Salonda, Orozco’dan bir röprodüksiyonla Metin Eloğlu‘nun bir tablosunun asılı bulunduğu duvarın altında Kemal Tahir, Rauf Mutluay‘ı sıkıştırmış Necati Cumalı hakkında hikâyeler anlatıyordu.
Dost (Nisan 1960)
s.205 212
Edip Cansever
Şiiri Şiirle Ölçmek
Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar
Hazırlayan: Devrim Dirlikyapan
YKY