Tek sorun artık pazartesi değil, 22 Mayıs Perşembe oldu bile ve son derslerimi de atlattım, sıcak bir banyo ve birçok idealden, hayalden ve inançtan uyandırdım kendimi. İroni: Gözyaşlarına boğulmuş ağlak kadın dergilerinin kapaklarındaki olgun duruş. Tiksinti. Evet, bak tam da böyle olmalı: Kendimden ve daha çok da kibri sönmeyen, aksine büyüyen Ted’den iğrenme. İroni: Neredeyse

Elias Canetti: Babanın Ölümü

ANNEM HASTALANDIĞINDA hemen hemen bir yıldır İngiltere’deydik. İngiltere havasının ona iyi gelmediğini söylüyorlardı. Reichenhall Kaplıcalarında bir kür yazdı doktor ve yazın, galiba 1912 Ağustosundaydı, annem oraya gitti. Bunu pek önemsemedim, çünkü onu kaybetmiyordum, ama babam onu soruyordu, benim de bir şeyler söylemem gerekiyordu. Belki de onun yokluğunun biz çocuklar için iyi olmayacağından korkuyordu ve bizdeki

Tezer Özlü: Gökkuşağı

Gök kıyısında kalıyor, yalnız gelmiş buraya, Ağustos, süm çocuk bakıyor, Alman bir kadının Amerikalı bir erkekten olan çocuğuna ve bu Alman kadının tüm ailesi keman çalıyor, üç kızılımsı sarı erkek çocukları var ve birisi ile “köpek dünya” filmini seyrederken çok mutlu ve o gece annesi ve süm soğuk mutfak denilen salam çeşitlerinden kurulu bir yemekte
Edip Cansever‘in, Kapalıçarşı’daki, antikacı dükkânına ilk defa geçen yaz Sabahattin Batur‘la gitmiştim. Sıcak bir ağustos günü idi. Dik bir merdivenden dükkânın üst kısmına çıkmıştık. Ortasından kesilmiş bir silindire benzeyen bu oda Edip Cansever’in kulesiydi; fildişinden değil halıdan bir kule. Halılar, halılar, halılar… Edip’in masası tam karşıdaydı. Masanın üzerinde kitaplar, dergiler. “Çay mı, kahve mi?” Kahvenin
Pencerenin öte yanındaki şu bahçenin, yalnızca duvarlarını görüyorum. Ve ışığın aktığı şu birkaç yaprak. Daha yukarıda, yine yapraklar. Daha yukarıda, güneş. Ve dışanda hissedilen bu neşeli havadan, dünyaya yayılan tüm bu sevinçten, yaprakların beyaz perdelerin üstünde oynaşan gölgelerini fark edebiliyorum yalnızca. Beş güneş ışını da, odaya kuru otların yanık kokusunu akıtıyor ısrarla. Bir esinti, ve

Tanıdığımı Sandığım Adam

Babamın nefesi durduğunda, dudaklarının arasından hava üfleyerek ciğerlerini yeniden çalıştırmayı denedim. Sonra ona sarıldım. Annem ve kız kardeşim de sarıldılar. Kız kardeşimle annemin ağladığını duyabiliyordum ve sonra kendimi de duydum. Cenaze evinin görevlisi geldiğinde yatağın ucunda ayakta duruyorduk. Yüzlerin üçü de gözyaşıyla ıslanmıştı. Babam, bir bacağındaki yeni yapılmış beyaz alçı dışında çıplaktı. Hafta başında kötü
Susan Sontag’ın 1964-80 yılları arasında, otuzlu-kırklı yaşları boyunca tuttuğu günlükleri içeriyor. Sontag’ın ölümünden sonra bu metinleri yayına hazırlayan oğlu David Rieff “bu cildin –özellikle annemin eğitimi, olgunluğa erişmesi anlamında, siyasal bir bildungsroman olduğunu da söylemek mümkün,” diyor ve devam ediyor: ÖNSÖZ 1990’ların başında annem bir otobiyografi yazma fikrini zihninde evirip çeviriyordu. Yazılarında kendisini anlatmaktan hoşlanmadığından
Mektubunu bugün aldım. İki kez okudum. Şimdi, akşama doğru, hava kararırken, bir kez daha okumaya başladım. “Duygusallaşma, ihtiyarlığın başlangıcı değil mi?” tümcesine kadar geldim ve bunun altını çizdim.
Artan aciliyet ve boğucu zaman kaygısının hakim olduğu bir kültürde, hayatımızın özünden çekildiğimizi hissetmemiz şaşılacak bir şey değil.
GEÇMİŞ, HER ZAMAN tartışmalıdır. Geçmişe gönderme yapma yetkisini bellek ve tarih aralarında paylaşamazlar. Çünkü tarih anılara her zaman güvenemez, bellekse hatırlama haklarını (yaşam, adalet, öznellik hakları) merkeze almayan bir yeniden inşadan kuşku duyar. Geçmiş üzerine bu iki bakış açısı arasında kolay bir anlaşma sağlanabileceğini düşünmek iyimser bir istek, hatta bir klişedir. Geçmiş, kamusal ya da