Gök kıyısında kalıyor, yalnız gelmiş buraya, Ağustos, süm çocuk bakıyor, Alman bir kadının Amerikalı bir erkekten olan çocuğuna ve bu Alman kadının tüm ailesi keman çalıyor, üç kızılımsı sarı erkek çocukları var ve birisi ile “köpek dünya” filmini seyrederken çok mutlu ve o gece annesi ve süm soğuk mutfak denilen salam çeşitlerinden kurulu bir yemekte hazır bulunuyorlar, annesini istasyonda bankların üstünde beklerken okuyor. – O geliyor kentin dört istasyonundan birine.
Ay büyük ve nehirimsi, denizin suları beyazımsı, gece görünümleri fazla ilginç değil, geceleri tahta masaların, uzun saçlı kızların ve genç erkeklerin oturdukları yerler, sigara dumanı ve biralar, aralara buruşmuş, gözlüklü, ince, takım elbiseli yaşlılar da sıkışıyor ve bir gece kalıyor, yandaki kulübe geçiyor, bar- da ayakta konyak içiyorlar, bu ilki ve sonuncusu, sonra sarışın gençle gazete satıyor, onu geniş bulvarlarda çok uzaktan görüyor, üzüldüğünü sabaha karşı söylüyor.
— Ama ben seninim, diyor ve birbirlerine sarılıyorlar, bu büyük kentte, gecenin bu saatinde, ertesi gün işleri olmayan herkesin birbirine sarılmaya, yapmacık da olsa -ben ama seninim- dediklerine veya bu sözlerin her yerde gelişigüzel söylendiğine ve bir anda bunların tümünü düşünerek…
Arabadan iner inmez babasına telefon ediyor, geliyor, yokuşun başında buluşuyorlar, onu görünce çok seviniyor, büyük bir mağazanım müzik bölümünden aldığı plağı veriyor hemen ona -sevinir sanıyor- bu müziği kimlerle dinlemiş olacaklarını düşünüyor- ilk kez çok sevdiğini, bu kızların ikisinin de artık onunla birlikte olmadıklarını yazıyor. Yağmur yağmıyor, bu kente ikinci gelişi, güneşli bir gün, çok az parası var, ama bu zengin ülkede bunu kimseye belli etmiyor, öğrenci yurdunda kalmayı düşünüyor, bütün gün güneşlenecek, parasızlık yüzünden zayıflayacak, güneş de yakacak ve tüm güzel kızların yanısıra o da güzelleşecek, akşam olurken yalnız kalıyor, süslenip yokuşu çıkıyor, çay içiyor, sıkılıyor, o yaptığı yükseköğrenimi düşünüyor, şimdilerde bu ufak kentte çalışıyor ve oranın hiç de güzel olmadığını mı yazıyor?
Bu yalnız odalarda her gece bekleniyor, en güzel odada kalıyor, doğum katının üstünde, balkonlar ve banyo var, lavabonun üzerinde üç yönlü aynalar. Nisan sonu, kuş sesleri tüm gün yüksek meşe ağaçlarından geliyor, sabahları erken kalkıyor, burada çok iyi bakılıyor, çayını içer içmez bahçeye çıkıyor, Alman çocukları paten kayıyor, bizim çocuklar tahta patenlerini kendileri yapıyorlar, sonra meydana değin yürüyor, temizlik yapılıyor ve tenha, geceleri holde loş bir ışık yanıyor, yalnız bir gece ağız mızıkası çalıyor, birahaneler gibi ve son gece Aynur’la yatağın başında biralar içiyorlar, yokuşu inince eve varılıyor…
O ülkede uzun bir sonbahar geçiyor, bulvarda yürürken kestane yiyorlar, durmadan sinemalara gidiyorlar, meyveli yoğurtların tadlarını çok seviyor ve nasıl uyuyor, uyanmak için hiçbir isteği yok, arkadaşları durmamacasına Ortak Pazar’ı konuşuyorlar, hepsi iktisat okumuş ve yıllardır Avrupa’nın en ileri okulu olduğunu söyledikleri bu yüksekokulda iktisadi konularda çalışmalar yapıyorlar. O da sabahları ve her sabah TOM JONES’un DELİLAH’sını dinliyor.
En güneşli Ekim günlerinde, göl kıyılarındaki kahvelerde sıcak güneşin sırtını ısıttığı saatlerde bu yaşamın kendisini mutlu kıldığını kedi gibi büzülerek düşünüyor, bir düşünce değil bu belki, bir duygu ve Doğu Anadolu’daki bir arkadaşına çok mutluyum diye yazıyor, ona yeşil mavi bir kart gönderiyor, üzerinde yarış yelkenleri de var, doğum gününü de göl kıyısında kutluyor, Günk’le birlikte süsleniyorlar, arabalar onları evden alıyor, Günk paraları savuruyor, dancing kalabalık, bu oynak dansları hiç beceremiyor, zaten onunla dans etmek isteyen de yok, göl karanlık, müzik kötü, gece geç saatte yollarda hava üşütücü…
Figen piyanoda Für Elise’yi çalardı, o ölü şimdi; haberi Günk okuyor, isimde yanlışlık var, ama ikisi de gözlüklü, şişmanca sınıf arkadaşlarının, Figen’in Bandırma’da intihar ettiğini hemen anlıyor, duyuyorlar, çocukluk dileğini başarıyor, Bandırma’da bir otelde, onun nerede gömülü olduğunu bilmiyor, annesi kitaplarını dağıtıyor, on beş yıl önce verdiği Gorki şimdi camının önünde duruyor, ve annesinin başka çocuğu yok, Alaca, Figen’i çok sevdiğini, birlikte Yenikapı’da çok kez şarap içtiklerini anlatıyor, Alaca da şimdi Doğu Anadolu’da, Für Elise de hiç çalmıyor, bindokuzyüzaltmışiki yılı, bir pazar, o gün gitmek istiyor, Fatih’teki evden çıkıyor, Şişli’ye Figen’e geliyor, çok çabuk içiyorlar, onun evinden Dolmabahçe’ye yürüyor, okul mevsimi, ertesi sabah bir öğretmeni dinlemek zorunda kalacaklar, sarhoş olmuş hemen, bu belli bir özgürlük duygusu veriyor, bu duygu eve gidince geçecek, hepsi burun buruna yaşıyorlar, annesinin kendisini çok küçükken götürdüğü Dolmabahçe parkına gidiyor, yanlış parka girmiş, aradığı denize çok yakın olandı, parklar bomboştu, ağladı mı?
– O gün aşkı özlediğini nasıl da şimdi duyuyor – İstanbul sokaklarında oradan oraya yürümek, hep belirsiz uzak, bilinmeyen, belki de olmayan aşkların özlemi mi?
Oradayken ilgisizdi, bilmiyor, orada hiçbir şeyi düşündürmüyordu sıcak güneş, göl kıyısındaki kalabalık plaj ve özlemi duyulduğu anda birdenbire bastıran yaz yağmuru.
Tahta merdivenlerden inmek üzereyken ilk kez görüyor onu, Almancasını ilerletmek için gelmiş buraya, bir de esmer İtalyan var, onların hepsi kızlarla kaynaşmış ve neşeli görünüyorlar ve o gece sokağa çıkacağında, pazarları uzun süre çanları çalan kilisenin önünden geçeceğinde, onlardan birdenbire nasıl da ayrıldığını bilemiyor, burada çok büyük bir park var, belediye bandosu geceleri çalmıyor, konuşuyor, hiç de yirmi yaşının mutluluğu içinde görünmüyor, öğrendiklerinden en dokunaklı, en kısa sözleri Fransızca gibi kulağa gelen Almancası ile anlatıyor, ufak meydanda, gene dörtyolağzı var, yaslanmış olduğu büyük kapı kaldıkları eski yapının avlusuna açılıyor -kitlenen bir sokak- her yöne giden asfalt, gri yapı, sabah olmak üzere, her yönden çıkılan ring’de yapılan yeraltı geçitini kazmaya başlamıştır belki de işçiler, Günk’le Süm uyuyor.
“O gece insanın kavrayabileceğinden daha çok şey bilmesinin bir mutsuzluk olduğunu düşündüm. Bu bazen olgunluktur, ama olgunluk değilse, o zaman – çöküştür.”
Boris P.
Kış kıtanın ortasında da soğuktu, insanlar sıkılıyordu, ondan gelen melankolik satırlar Günk’ü ve Süm’ü de sevindirdi, yağmur yağacaktı, sabah saat yedide yola çıkacaklardı, uzun bir yol yürüdükten sonra Günk’ü evinden alacaklardı, o, sabahları kendini toplayamazdı, gene yürüyorlar, sevdikleri Saraçhane parkı yıkılmış, otobüs bekliyorlar, üçü de lacivertler içinde, yıllardır ve daha yıllar var önlerinde, Kuledibi yokuşunu tırmanıyorlar, ders kitapları çok ağır, hava gri, okulun her yönü koyu gri, öğretmenlerin çoğu lacivert, bahçe taş bir gri avlu, tanrım, burada neler öğretmek istiyorlar çocuklara, ilkokuldan sonra dokuz yıl, hep Avusturyalıları dinliyorlar ve onlar gibi “e”, onlar gibi “o” söylemeyi öğreniyorlar.
O da daha iyi Almanca konuşuyor, kenti sevdiğini, gene oraya gitmek istediğini söylüyor, ona karşı ne ilgili ne de ilgisiz, cumartesi günü şaşırtıcı bir olay oldu, göl kıyısına İtalyan da geliyor, onun da motoru var, ikisi de çok neşeli, oldumolası cumartesi günlerini her günden ayırır ve sever, onu hep İtalyan’ın motosikletinin arkasına oturtuyor, arasıra onun Vespa’sına geçiyor, kısa sürüyor ama yolculuk, ilk girişte kent ilginç gelmiyor, göle uzanan ada üzerindeki büyük kahve öylesine kalabalık ki, yalnız olmadığına çok seviniyor, kentin yakın bir semtinde birdenbire ülke bitiveriyor, tramvaylar diğer ülkeye geçiyor, tüm arabalar oraya geçmek için kuyruklara girmiş, memur:
— Niçin bu kadar uzaklarda dolaşıyorsun? diyor, hepsi gülüyor, birdenbire dağlar, ormanlar ve çayırlar önlerinde açılıyor, kime gidildiğini bilmiyor, küçük köyde tahta evler birbirlerinden uzaklara dağılmış, bahçeye en önde o giriyor, cam içindeki demir ütüye konulmuş çiçekleri görür görmez tavan arasında olabilecek ninesinin demir ütüsünü hemen eve indirip içine çiçekler doldurmayı düşünüyor, ütüyü beyaza boyuyor ve tahta sapını sarıya.
“Nefis bir yağmur yağıyor ve düştüğü yerde elipsler meydana getiriyor. Okyanusun gerisinde batan güneş, milyonlarca gökkuşağına ayrılıyor.”
Boris P.
İtalyan’ın sevgilisi olan dulun güzelliği ve neşesi, küçük oğlunun annesinin sevgilisine olan yakınlığı bir gün kaldıkları bu evde tüm ailenin karanlığından, içine dönüklüğünden ve sessizliklerinden, güzel insanlar olmayışlarından ne denli farklı. Alt salonda o, dul ve İtalyan masa başında oturuyorlar, iki basamak çıkılınca salonun biraz yüksekte kalan bölümüne geçiliyor ve o tüm öğleden sonrayı dulun gözlüklü ablası ile orada karşılıklı koltuklarda geçiriyor, onlar raviyoli yiyorlar, yediklerinin nefis lezzetinden söz ediyorlar, durmamacasına gülüyorlar.
Bütün bu insanlarla nereden bir araya geldiğini kavrayamıyor, onlar kağıt oynuyorlar, gözlüklü kız.
— Arkadaşın seninle neden ilgilenmiyor? diye soruyor birden.
— Bir ilgimiz yok, diyor.
Sonra dulun ağabeyleri geliyor, biri papaz olsa gerek, annesi de geliyor, masa çok kalabalık oluyor, tahta merdivenleri çıkıyor, basamakların gerisinde geniş, boş ve karanlık bir üst kat var, ilk odada kuyruklu piyano duruyor, tuvalet de burada, içeriye girip kapıyı sürgülüyor, yüzüne serin dağ sularından çarpıyor, onun konuştuğu çok güzel Fransızcayı duyuyor, kapı açılmıyor, alt kattaki kalabalığa sesini duyuramayacağını düşünüyor, uyku saatinde yukarıya gelen olur, kapıyı açar, camdan karanlık bir ağacın tepesi görülüyor, nerede kaldığını hiç de merak eden yok, garı ansıyor, artık uzun yıllardır oturduğu kentte kalmayacağını, başka kente gitmesi gerektiğini, o hiç yok düşüncelerinde, birlikte geçen günlerin ve gecelerin son bulduğuna nasıl da mutlu, artık onu göremeyecek derken tiyatronun girişinde nasıl da karşılaşıyorlar, beklemiş, annesi ile tanışacak, ilkin onun elini sıkıyor, çenesi titriyor ve sıcaktan eli terlemiş, hemen gene geri gitmek istiyor ve bulvarda açılmış olan bu ilk kahveye hep birlikte oturuyorlar, sarı ve temiz bir masa örtüsü serili.
Tuvaletin kapısı açılıyor, basamaklara tutunarak merdivenleri iniyor ve tahta masaya ilişiyor, çaresiz kaldığı anlarda yüzüne vuran çirkinlikle bütün insanlara bakıyor, yatağı piyanolu odaya yapılıyor, aynı katta dulun gözlüklü ablası kalıyor, diğer insanların nerede uyudukları belli değil, duvar yönüne dönüp boyunca uzanıyor, evi ve tüm çevreyi saran yüksek ağaçlardan, onların da gerilerinde yükseldiğini düşündüğü dağlardan gelen serinlik üşütüyor onu, uzun süre uyuyamıyor, gece kısalıyor, dışardan gelen köpek sesleri çok hoşuna gidiyor – şimdilerde de uyku için yastığa başını koyunca köpekler havladığında hep küçük köylerde yaşadığını düşünüyor, sonradan kentsoylu gibi olduğunu oysa taşradan büyük kente geldiklerinde anadilini bile konuşamadığmı düşünüyor.-
Sabah uykusunu alamadan kalktı, o çok neşeliydi, dulun da gözleri daha çok parlıyordu, o çocuğu ile İtalyan’ın motosikletine bindi, o da arkadaşının Vespa’sına, pazar, dar yollarda birçok köyümsü yerlerle karşılaşılıyor, kahveler ve bağıran müzik, lüleleri alınlarına düşen gençler, dağ başında bir başına duran lokantanın bahçesine oturuyorlar, altında ispirto ocağının yandığı fondü denilen yiyeceği ilk kez görüyor, şarap da getiriyor lokantacının karısı, çimenler yemyeşil, çocuk da uslu, ileride duran ağaç gövdeleri, yanlarından kalkıyor.
Ağaç kabuklarının temizlenmiş olduğu kalaslara rahatlıkla oturuluyor, çimenler arasında ufacık yaban çiçekleri var, tavuklar paytak adımlarıyla önünde dolaşıyorlar, başka kimseler yok görünürlerde, doğa da ne kadar can sıkıcı, kadınlarla çocukların, arasında salçalı patlıcan kızartması yedikleri Napoli limanının kalabalık dar sokaklarının kirli görünümü çok sonra çıkacak karşısına ve oradan hemen ayrılıp dolu bir geminin salonunda uzun süre birbaşına insanlara bakacak, dans salonundan gelen kötü müziği duyacak, ve limandaki kalabalık arasında Süm’ü seçecek, telefonda artık gel, seni özledim diyecek, hiç de gitmek istemiyor, ama gidiyor, özledim, diyor, özlüyor, ama özlediği şeyleri hiç tanımadı daha, yokuşun başında pazar sabahları ağaçlıklı kahvede gördüğü gazete okuyan birkaç ihtiyar adamın sabah tenhalığındaki görünümleri bu eksikliğini duyduğu bilinmeyen tanımlayamadığı özlemlerin dışında kalıyor, yol yukarıya kıvrılıyor ve meydan büyük.
Bu pazar günü bu kalasların üzerinde oturmasa, olmayı dilediği bir başka yer var mı bilmem -ne ölümden yoksun bir köşe- diye bir duygu geçiyor içinden, o sıralar ölümü düşünüp düşünmediğini ansımıyor, bir uçak geniş deniz kıyısına getirecek onu kardeşleriyle ve bomboş bir sahil, uzun sarı bir kumsal, kumsalın hemen gerisinde başlayan çam ağaçlarının ortasında tahta bir evde kalacaklar, ansıdıklarının gerçek olup olmadığını bilemiyor, orada özlemini duyduğu mutluluğu yaşayacak, gene yanlış söyledi, tanımadığı, belirsiz özlemle karşılaşacak, yüksek ağaçlar, yer sarı, yeşil çalılıklar, uzun kumsalda tepemize vuran güneş, bu denli yanıldıysa, bırakın onu hepiniz, yanılsın hep, küçükken de onu düşlemişti, düşündüğünden daha da güçlüydü, aynı kentin taşrasında yaşamışlardı, her şeyi, bu da yanlış, ama bir tek güçlüğü ilk yenenlerdendi, ondan haber alacağı odaya yapıştırılmış duvar kağıtları ne kötü, ve aynanın üzerindeki resim ne denli itici, ve ondan haber almak isteği ne denli yanlış.
O gün döndüler, gene aynı kentten geçerek, İtalyan’la arkadaşına sigara aldı, hiç parası kalmadı, yol kısa, dinlenmek için üçü de çimenlere oturuyor, İtalyan dulla aşk yaptığını, onu bir daha hiç görmek istemediğini, bu kadının kendisini sıktığını, sevişmek için rastlantıları hep kadının hazırladığını anlatıyor, üçü de çok gülüyor, özlediği canlılığa kavuşuyor, o an bu yolculuğun daha da uzamasını istiyor, onlardan ayrılıp akşamı yalnız geçirmek istemiyor, ikisi de çok keyifli, kaldığı yere vardıklarında akşam olmamıştı.
İki motosiklet de durdu.
Bir daha onlarla karşılaşmayacaktı.
Ve ona yazacağı her şeyi yazmıştı.
Duvara yaslandı.
Lokantaya daldı doğruca, yeryüzünün her yönünden gelen kalabalık çarpıyor yüzüne, hepsi canlı, yolculuklarının devamını konuşup gülüşüyorlar.
O motosikleti ile yokuşu çıkıyor.
Başında yeşil beresi var.
Kırmızı dudakları aralık.
Gözlerini yavaş yavaş uzağa kaldırıyor.
Ağaçlar.
Ve göl.
Ardından birdenbire yükselen dağlar.
Geri çekiyor bakışlarını.
Göl durgun.
Derin.
Mavi.
Uzaklara göle doğru, dağlara doğru.
Aynı yabancı kentte yeniden buluşmak hiçbir şey düşündürmüyor ve anımsatmıyor, yanındaki arkadaşı büyük başı ve kırmızı suratıyla hiç de sevimli değil, hava serin, babası yaşıyor mu acaba, bir bacağı sakattı, aramak geçmiyor içinden, adı telefon rehberinde var, tanıyorlar hemen onu, ama ne diye ziyaret etmeli, tüm ailesi şimdi şekerli kavun yiyor, onu motosikletiyle köylere götürmüş, ülkesinin savaşsız geçen tarihini anlatmıştı, yokuşlar ilginç, babasıyla el ele yürüyor, annesi arkadan geliyor, güzel bir gece.
Kentteki bu içkili lokantaya ilk gelişi, hiç içki istemiyor, tahta masalar, tahta banklar çok güzel, her yer dolu, onun kentinde bir cumartesi gecesi, konuşuluyor, arkadaşının nişanlısı yüksekokulun bitiş törenlerini anlatıyor, bu geceyi sürdüremeyeceğini başından söylüyor.
—Sen yat, diyor Günk, araba ile onu kalacağı odaya götürüyorlar, genç bir kızın ufacık odası, yokuşları tırmanıyor araba, içkileri bitince yanındaki yatağa Günk gelecek…
Saatler geçiyor, üşüyor, uyuyamıyor mu?
(Ekim 1971)
s.65-72
Tezer Özlü
Eski Bahçe – Eski Sevgi
YKY