ANNEM HASTALANDIĞINDA hemen hemen bir yıldır İngiltere’deydik. İngiltere havasının ona iyi gelmediğini söylüyorlardı. Reichenhall Kaplıcalarında bir kür yazdı doktor ve yazın, galiba 1912 Ağustosundaydı, annem oraya gitti. Bunu pek önemsemedim, çünkü onu kaybetmiyordum, ama babam onu soruyordu, benim de bir şeyler söylemem gerekiyordu. Belki de onun yokluğunun biz çocuklar için iyi olmayacağından korkuyordu ve bizdeki bir değişikliğin ilk belirtilerini fark etmek istiyordu. Birkaç hafta sonra, annemin daha uzun süre ayrı kalmasının bence sakıncası olup olmadığını sordu. Sabredersek annemin durumu gittikçe iyileşecekti ve bize sağlığına kavuşmuş olarak dönecekti. İlk zamanlar annemi özlediğim numarasını yaptım, babamın benden bunu beklediğini seziyordum. Şimdi anneme daha uzun bir kürü uygun gördüğümü gayet samimi olarak itiraf ettim. Babam bazen elinde bir mektup, bizim odaya gelirdi, mektubu gösterip onun yazdığını söylerdi. Ama bu aralar farklıydı, aklı annemdeydi ve merak ediyordu. Yokluğunun son haftasında az konuşuyor ve onu benim yanımda anmıyordu. Beni eskisi kadar uzun dinlemiyor, gülmüyor ve şaka yapmıyordu. Bana verdiği son kitap Napolyon’un hayatı hakkında konuşmak istediğimde dalgındı ve sabırsızdı, sözümü kesti, ben aptalca bir şeyler söylediğimi düşünüp utandım. Hemen ertesi gün bize geldiğinde eskisi gibi neşeli ve keyifliydi ve yarın annemin geleceğini haber verdi. Babam sevindiği için ben de sevindim ve Bayan Bray, Edith’e anlayamadığım bir şey söyledi: Hanımın eve gelmesi uygun düşer dedi. “Neden uygun düşer?” diye sordum, ama o başını iki yana salladı: “Sen bunu anlamazsın. Uygun düşer işte!” dedi. Daha sonra bunu anneme ayrıntılarıyla sorduğumda —beni huzursuzlandıran pek çok şey karanlıktı—, öğrendim ki altı hafta bizden uzak kalmış ve aslında daha uzun kalmak istiyormuş. Babamın sabrı tükenmişmiş ve telgraf çekerek onun hemen eve gelmesini istemiş.
Annemin geldiği gün babamı görmedim, akşamları bizim odaya gelmiyordu. Ama hemen ertesi sabah çıkageldi ve küçük kardeşimi konuşturdu. “Georgie” dedi, “Canetti” dedi küçük çocuk. babam “two,” küçük “three,” babam “four,” “Burton” küçük, “Road” babam. “West” küçük, “Didsbury” babam, “Manchester” küçük, “England” babam ve sonunda ben çok gereksiz ve yüksek sesle “Europe!” Böylece adresimiz yeniden tamamlanmıştı. Daha iyi bellediğim sözler yoktur, bunlar babamın son sözleriydi.
Her zamanki gibi kahvaltıya aşağıya indi. Az sonra inleme sesleri duyduk. Dadı merdivenlere koştu, ben de peşinden. Yemek odasının açık kapısından babamın yerde yattığını gördüm. Boylu boyunca uzanmıştı, masayla şömine arasında, şöminenin hemen yanında, yüzü bembeyazdı, ağzının çevresinde köpük, annem onun yanına çökmüş bağırıyordu: “Jacques, konuş, bir şey söyle, Jacques konuş benimle!” Tekrar tekrar bağırdı, insanlar geldi, komşu Brockbank’lar, bir Quäkerci karı koca, sokaktan yabancılar. Ben kapının önünde duruyordum, annem saçını başını yoluyordu, gittikçe daha çok bağırıyordu. Ben çekinerek odaya adımımı attım, babama koştum, anlamıyordum, ona sormak istedim. O sırada birinin sözlerini işittim: “Çocuğun çekilmesi gerek!” Brockbank’lar beni usulca kolumdan tutup sokağa, ordan da kendi bahçelerine götürdüler.
Orada oğulları Alan beni karşıladı; benden çok daha büyüktü ve benimle hiçbir şey olmamış gibi konuştu. Bana okuldaki son kriket maçını sordu, ona cevap verdim, bu konuda her şeyi tam tamına bilmek istiyordu ve ben söyleyecek bir şey bulamayıncaya kadar sordu. Sonra, benim iyi tırmanıp tırmanamadığımı sordu, ben evet deyince, orada duran ve bizim ön bahçeye doğru eğilen bir ağacı gösterip “ama buna tırmanamazsın” dedi. “imkânsız ona tırmanamazsın.” Bu kışkırtmaya kapıldım, ağaca bir göz atıp “Evet tabiî, tırmanırım!” dedim. Ağaca yaklaştım, kabuğuna tutundum ve yukarı zıplamak istedim, bu sırada bizim yemek odamızın bir penceresi açıldı. Annem iyice dışarı sarkıp beni Alan’la birlikte ağacın yanında görünce bağırdı: “Oğlum, sen oynayıp duruyorsun, babansa öldü! Sen oynayıp duruyorsun, babansa öldü! Baban öldü! Baban öldü! Sen oynuyorsun, baban öldü!”
Bunları söylerken sokağa doğru bağırıyordu, sesini gittikçe yükseltiyordu, onu zorla odaya geri çektiler, o direniyordu, bağırışını duyuyordum, onu artık görmediğim halde sesini hâlâ duyuyordum. Onun çığlığıyla içime işledi babamın ölümü ve beni hiç terk etmedi.
Beni artık anneme yaklaştırmadılar. Florentin’lere gittim, okul yolunun yarısındaydı evleri, Barlowmore Sokağı’nda. Oğulları Arthur benim dostum sayılırdı ve sonraki günlerde dostluğumuz kopmaz olmuştu. Bay Florentin ve karısı Nelly, çok temiz kalpli insanlardı, beni bir an bile gözden uzak tutmadılar, anneme kaçacağımdan korkuyorlardı. Onun çok hasta olduğunu söylüyorlardı bana, onu kimse göremiyormuş, yakında iyileşecekmiş, o zaman ben yanına gidecekmişim. Ama yanılıyorlardı, ben ona gitmek istemiyordum, ben babama gitmek istiyordum.
Babam hakkında az konuşuyorlardı. Benden gizlemek istemedikleri defnedilme günü, kararlı bir şekilde mezarlığa onlarla birlikte gitmek istediğimi söyledim. Arthur’un yabancı ülkelerin resimlerini gösteren kitapları vardı, mektup pulları ve birçok oyunları vardı. Gece gündüz benimle ilgileniyordu, geceleri onunla aynı odada yan tarafta yatıyordum ve o, öylesine candan, öylesine buluşları olan, ciddi ve neşeliydi ki bugün bile onu düşündüğümde içimi sıcak bir duygu doldurur. Ama mezarlığa gittiğimiz gün gömme sırasında beni uzak tutmaya çalıştığını anladığım anda birden öfkelenip onun üzerine yürüdüm. Bütün aile benim için çaba gösteriyordu, emin olmak için bütün kapılar kilitlendi. Ben tepiniyor, tehditler savuruyordum, kapıları kıracağımı söylüyordum, buna o gün belki de gücüm yetebilirdi. Sonunda beni yavaş yavaş sakinleştirecek hoş bir şey buldular. Bana, gömme işini göreceğimi vaat ettiler. Çocuk odasından, pencereden eğilerek bakıldığında her şey görülebilirmiş, ama yalnızca uzaktan.
Onlara inandım ve uzaklığın ne kadar olacağını aklıma getirmedim. Tören başladığında çocuk odasının penceresinden dışarı öyle sarktım ki beni arkamdan tutmaları gerekti. Bana cenaze alayının az önce Burton Sokağı’nın köşesinden Barlowmore Sokağı’na geçtiğini, sonra da bizim karşı tarafımızdaki mezarlığa doğru hareket etmekte olduğunu söylediler. Gözlerimi dört açtım, ama hiçbir şey göremedim. Çünkü onlar bana görülecekleri öyle net anlatıyorlardı ki sonunda dedikleri yönde hafif bir karaltı görür gibi oldum. İşte o, dediler, işte o! Ben de bu uzun mücadeleden yorgun düşüp sonunda razı oldum.
Babam öldüğünde yedi yaşındaydım, o ise otuz birinde bile değildi. Bu konuda çok konuşuldu, sapasağlam sayılıyordu, çok sigara içerdi, ama ani kalp krizine sebep diye gösterilebilecek tek şey buydu. Onu ölümünden sonra muayene eden İngiliz doktor, hiçbir şey bulamadı. Ama bizim ailede İngiliz doktorlara pek güvenilmezdi. Devir, Viyana tıbbı devriydi. Ve herkes bir yolunu bulup bir Viyanalı profesöre danışırdı. Ben bu konuşmalardan pek etkilenmedim, babamın ölümü için hiçbir neden kabul edemiyordum ve hiçbir neden bulamayışlar benim için daha iyiydi.
Ama yıllar boyunca annemi bu konuda sorguya çektim. Ondan öğrendiğim şeyler, ben yavaş yavaş büyürken birkaç yılda değişip duruyordu, yeniler ekleniyor, ama eski anlatılanlar gibi bunlar da “çocukluğumu korumak” amaçlı oluyordu. Beni bu ölüm kadar çok hiçbir şey ilgilendirmediği için farklı aşamalarda inancımı koruyordum. Annemin son hikâyesinde oturup dikkat kesildim ve her bir ayrıntıda durdum, sanki bir İncil’denmiş gibi, ve çevremde olup biten her şeyi ama okuduğum, düşündüğüm her şeyi onunla ilişkilendiriyordum. İçinde bulunduğum her dünyanın merkezinde babamın ölümü vardı. Birkaç yıl sonra yeni bir şey öğrendiğimde, önceki dünya, çevremdeki atıklar gibi toplanıyordu, hiçbir şey doğru değildi, bütün sonuçlar yanlıştı, sanki biri çıkmış beni bir inançtan aceleyle koparmış gibiydi, ama bu birinin kanıtlayıp sildiği yalanları o zaman gönül rahatlığıyla benim çocukluğumu korumak amacıyla söylemişti.”O zaman sana böyle söyledim işte, çok küçüktün. Bunu anlayamazdın” diye aniden söylediğinde hep gülümserdi annem, bu gülümsemeden ürkerdim çünkü onun başka zamanki gülümsemelerinden çok farklı olduğu için bunları cesaretinden, ama aynı zamanda akıllı oluşundan dolayı severdim. Annem babamın ölümü hakkında yeni bir şey söylediğinde beni paramparça ettiğini biliyordu. Annem bana karşı acımasız davranıyor ve böylece onun yaşamım zorlaştıran kıskançlığımı frenlemekten hoşlanıyordu.
Bu anlatıların bütün versiyonlarını saklamıştır hafızam; daha güvenerek dinlediğim başka bir şey yoktu çünkü. Belki bunları günün birinde bütünüyle kaleme alabilirim. Bütün bir kitap çıkar bundan, şimdi ise izlediğim başka ipuçları var.
Ama daha o zamanlar duyduklarımı kaydetmek istiyorum, bugün bile inandığım o son versiyonu da.
Florentin’lerde, savaşın, Balkan Savaşı’nın patlak verdiğinden söz ediliyordu. İngilizler için bu pek önemli olmayabilirdi; ama ben hepsi Balkan ülkelerinden gelme insanlar arasında yaşıyordum, onlar için savaş, ülkelerinde olan bir savaştı. Bay Florentin, ciddi, düşünceli bir adamdı; o, benimle babam hakkında konuşmaktan kaçınıyordu, ama yalnız olduğumuzda bana bir şey söyledi. Bunu, çok önemli bir şeymiş gibi söyledi, bana bir sır veriyormuş duygusuna kapıldım. Çünkü birkaçı evinde çalışan kadınların hiçbiri yanımızda yoktu. Babam o son kahvaltıda gazeteyi okumuş ve manşette, Montenegro’nun Türkiye’ye savaş ilan ettiği haberi varmış; o, bunun Balkan Savaşı’nın başlangıcı anlamına geldiğini ve şimdi birçok insanın öleceğini biliyormuş, işte bu haber onun
ölümüne sebep olmuş. “Manchester Guardian”ı yerde babamın yanında gördüğümü hatırladım. Evde herhangi bir yerde bir gazete bulduğumda ona başlıkları okumama izin verirdi, ve şurada burada, çok güç değilse ne anlama geldiklerini bana açıklardı.
Bay Florentin; savaştan daha kötü bir şey olmadığını söyledi ve babam da kendisi gibi aynı fikirdeymiş, bu konuda sık sık konuşurlarmış. İngiltere’de herkes savaşa karşıymış ve burada asla bir daha savaş olmayacakmış.
Sözleri, içime işledi, sanki babam konuşuyordu. Bunları kendime sakladım, sanki yalnız ikimiz arasında söylenmiş gibi, sanki adeta bir tehlikeli sırmış gibi. İleriki yıllarda yine babamın çok genç, sapasağlamken birden bire yıldırım çarpmışcasına öldüğünden söz edildiğinde ben nedenini biliyordum artık ve bu yıldırımın işte o haber, yani savaşın patlak verdiği haberi olduğundan kimse beni vazgeçiremezdi. O zamandan beri dünyada hep savaşlar oldu ve nerede olursa olsun ölen her insan, çevremdekiler bilincinde olmasa bile, beni o ilk kaybın şiddetiyle yaraladı ve başıma gelebilecek en kişisel olay olarak ilgilendirdi.
Oysa annem için durum tamamiyle farklıydı ve yirmi üç yıl sonra, benim ilk kitabımın etkisi altında açıkladığı son ve nihai versiyondan anladım ki babam bir önceki günün akşamından beri onunla artık bir kelime bile konuşmamış. Annem Reichenhall’de, kendi gibi ciddi, düşünsel ilgileri olan insanların arasında yaşadığı için kendini çok iyi hissetmişti. Doktoru onunla Strindberg üzerine konuşuyordu ve annem onu orada okumaya başlamıştı ve o zamandan beri Strindberg okumaya son vermedi. Doktor ona okudukları hakkında soruyormuş ve hep heyecanlı sohbetler oluyormuş, annem Manchester’da yarı aydın Sefaradlar arasında hayatın ona yetmediğini kavramaya başlamış, belki de hastalığı buymuş. Bunu doktora itiraf etmiş, ve doktor da ona olan aşkını. Babamdan ayrılıp karısı olmasını teklif etmiş. Aralarında kendini suçlayacağı sözlerden başka bir şey geçmemiş, ve bir an bile babamdan ayrılmayı aklından geçirmemiş. Ama doktorla o sohbetler gittikçe önem kazanmış ve annem Reichenhall’de kalma süresini uzatmaya bakmış. Sağlığının nasıl hızla düzeldiğini hissediyormuş; bu nedenle de babamdan kür süresini uzatmayı rica etmek için gerçek bir nedeni yokmuş, ama çok gururlu olduğu ve ona yalan söylemeyeceği için mektuplarında doktorla yaptığı büyüleyici sohbetlerden söz etmiş. Sonunda babam onu telgrafla derhal dönmeye zorlayınca çok mutlu olmuş. Reichenhall’dan ayrılmak için kendisi belki de gerekli gücü bulamayacakmış. Manchester’a pırıl pırıl ve mutlu geldi; babamı barıştırmak için, belki de biraz kibirden olacak, doktorun yanında kalma teklifini nasıl geri çevirdiğini anlatmış. Babam, işin böyle bir teklife kadar geldiğini anlayamamış, annemi iyice sorguya çekip aldığı her cevapta kıskançlığı artmış: Annemin suç işlediğinde ısrar etmiş, ona inanmamış ve savunmalarını yalan saymış. Sonunda öyle öfkelenmiş ki tam hakikati itiraf edinceye kadar onunla hiç konuşmayacağı tehdidinde bulunmuş. Bütün akşamı ve geceyi susarak ve uykusuz geçirmiş. Anneme bununla acı verdiği halde annem ona üzülmüş; babamın aksine o eve dönmekle ona olan aşkını kanıtladığı inancındaymış ve suçunun bilincinde hiç değilmiş. Doktora ayrılırken öpmesine bile izin vermemiş. Babamı konuşturmak için her şeyi denemiş, ama saatler süren çabadan sonra bunu başaramayınca kızıp peşini bırakmış ve kendisi de sessizleşmiş.
Ertesi sabah babam kahvaltıya indiğinde, konuşmadan masaya geçip gazeteyi almış. Krizden devrilip düştüğünde anneme tek kelime söylememiş. Annem yere onun yanına çöktüğünde önce sanmış ki onu hâlâ cezalandırmak istiyor ve ona hep yalvararak, çaresizce bir şeyler söylemesini istemiş. Ölmüş olduğunu anladığında ise ona bu hayal kırıklığını yaşattığı için öldüğünü düşünmüş.
Biliyorum ki annem bana bu son hakikati, kendi gördüğü şekliyle anlattı. İkimiz arasında uzun, ağır savaşlar olmuştu ve annem sık sık beni ebediyen terk etmeye kalktı. Ama “şimdi anlıyorum, özgürlüğüm için verdiğim savaşı, şimdi kabul ediyorum” demişti; bu özgürlüğe hakkı olduğunu, bu savaşın kendisinde yarattığı büyük mutsuzluğa rağmen hakkı olduğunu söylüyordu. Okumuş olduğu kitap onun etindenmiş, kendini bende, benim insanları anlatışımda görüyormuş, o da insanları hep böyle görmüş, aynen böyle yazmak istermiş kendisi de. Bağışlanması yetmezmiş, önümde eğiliyormuş, beni iki kere oğlu olarak görüyormuş, en çok arzu ettiği kişi olmuşum. O sıralar Paris’de yaşıyordu ve onu ziyaretimden önce benzer içerikli bir mektup yazmıştı bana, Viyana’ya. Bu mektup beni çok korkutmuştu, en acı düşmanlık günlerimizde bile ona en çok gururundan dolayı hayrandım. Benim için çok önemli olsa da bu roman yüzünden önümde eğildiği düşüncesi benim için katlanılmaz bir şeydi (çünkü onun bendeki imgesi, hiçbir şey önünde eğilmemesinden oluşmuştu). Onu tekrar gördüğümde benim kırılganlığımı, utancımı ve hayal kırıklığımı hissetmiş olmalı ki, bu konuda ne kadar ciddi olduğuna beni inandırmak istemişti; babamın ölümü hakkındaki tüm hakikati öğrenmem için elinden geleni yaptı.
Daha önceki anlatılanlara rağmen bazen olanları tahmin etmiştim, ama sonra kendimi suçlamıştım, ondan miras aldığım güvensizlik beni yanıltmış olabilir mi diye. Bu konuda rahatlamak için babamın çocuk odamızdaki son sözlerini kendi kendime tekrarladım. Bu sözler öfkeli ya da çaresiz bir insanın sözleri değildi. Belki de onun kötü ve uykusuz bir gecenin ardından yumuşamak üzere olduğu sonucu çıkartılabilirdi ve belki de savaşın patlak verdiği haberi araya girip onu yere yıkmasaydı yemek odasında annemle konuşacaktı.
s.11-18
Elias Canetti
Ölüm Üzerine
Çeviren: Gürsel Aytaç
Payel Yayınevi