Tek sorun artık pazartesi değil, 22 Mayıs Perşembe oldu bile ve son derslerimi de atlattım, sıcak bir banyo ve birçok idealden, hayalden ve inançtan uyandırdım kendimi. İroni: Gözyaşlarına boğulmuş ağlak kadın dergilerinin kapaklarındaki olgun duruş. Tiksinti. Evet, bak tam da böyle olmalı: Kendimden ve daha çok da kibri sönmeyen, aksine büyüyen Ted’den iğrenme. İroni: Neredeyse iki yıl içinde beni çılgın bir mükemmeliyetçi ve insanları ayırım gözetmeksizin seven birinden, insanlardan kaçan birine, ve Tony’nin evinde, Paul’un evinde nefret dolu, edepsiz ve şirret bir kadına dönüştürdü. Bundan nasıl da övgüyle söz ederdi: Ben nihayet gerçek dünyayı ‘görmüştüm’. Bu yüzden ben aldım ikimizi kendi ayrı ve ah, son derece üstün dünyamıza koydum: Öyle tatlıyız ki biz, olduğumuz gibi, öyle tatlı ‘gülümseriz’. Böylece edepsiz ve zalim ve sinsi bir topluluğun içindeyiz şimdi – ah, en başında öyle değil tabii, ancak saldırıya uğradığında. Cesur, masum göz kırpışlar yok artık – dişler ve tırnaklar var. Ve belki de hayatımda ilk defa edepsizliğin doruklarına çıkıyorum ben – ne işimde ne de sosyal hayatımda kinci biri olmadım ben, kavradığım son şeyse şu: En az diğer herkes kadar edepsiz olan yalnızca ben değilim, Ted de öyle. Bir yalan söyleyen ve kibirle gülümseyen adamın teki. İşler böyle yürüyor: İroni hayatın tuzu biberi işte. Romanımın aşk ve evlilikle bitmesi zor: James’inkiler gibi bir öyküsü olacak, çalışanları ve çalıştıranı, sömürenleri ve sömürülenleri anlatacak: Kibri ve zulmü: Bozulan güzel bir dünyada bir yalanlar ve kötülükler çemberi. İroniyi buraya not ediyorum, hem roman için, hem de Ladies’ Home Journal için. Bir Maggie Verver değilim ben. Hatamın, yuttuğum zehri öğürüp tükürmeme yetecek o korkunç ateşini duyuyorum: Ama ben Maggie’yi örnek alacağım, Tanrı bu kızı korusun.
İroni nasıl da ortaya çıkıyor – ne zaman o aptal, tatsız sözlerimden birini etsem bir ürperti hissediyorum, karanlık, lastik yüzlü, kurbağa suratlı, bu tutulma anında kendini belli etmeye hazır kader, henüz görülmemiş, öngörülmeyecek bir korkuyla beni teselli etmeye geliyor.
Ve bütün bu zaman zarfında aklımın uzak bir köşesinde yer ediyordu bu. Ben bütün sırlarımı Ted’e açtım ve neden kendi kocasının yarasını en son gören karısı oluyor? Çünkü ona en çok inanan, ona sorgusuz sualsiz güneşin etrafında döner gibi, dışarıdan çöldeki susuzların feryatlarına, yaban ellerde edilen lanetlere kulak tıkarcasına özenle, sevecenlikle körü körüne inanan o. James’in Joan Bramwell’den ayrılışına tanık oldum, ya da, işin doğrusu, Joan’ın, Lamia Sally ile insanlık dışı, çılgın bir yasak ilişkisi olduğu için onu sepetleyişini gördüm ve Joan’ın zayıf, çatlayan bir sesle çektiği acıları, öğrendiği bütün o şeylere rağmen memnuniyetini, aşağılanışını, bütün bu deliliğin karşısında -nefret uyandıran- aklıselimliğini, Sally’nin James’i sinemaya gittikten sonra da gece yarılarına kadar alıkoyuşunu, Joan’ın arayıp onu eve çağırışını ve James’in gelişini, sonra Sally’nin arayıp camı yumrukladığını ve ellerinin kanlar içinde kaldığını söyleyişini – bileklerindeki o çirkin kesikleri dinledim. Ah, dedim neşeli, canlı bir sesle: “Okuldaki öğretmenlerin içinde kocası olan bir ben varım,” – Joan’ınki zayıf, kibirli, ihtiyar bir sıçandı ve o sayılmazdı, ki zaten defolup gitti; Marlies’in hafta sonları dışında kendininkini gördüğü yok. Eh, benimki de yalancının, kibirle gülümseyen, üçkâğıtçının teki. Lowell’in ilk kitabına bakıyorum: Jean Stafford’a. Eh, o hiç olmazsa The New Yorker’a yazıyor – iyi bir kariyer, iyi bir yaşam – ya da belki de ben bunları yazarken kadın bir akıl hastanesindedir, alkolik falan olmuştur. Ted’in bir sonraki kitabı kime ithaf edilecek kim bilir? Göbek deliğine. Penisine. Onu ilk gördüğümde de o kibirli, boş gülümseme vardı suratında. Ve işte yıllar sonra bile yine aynı şey. Önce bütün bunların ardındaki sebeplerle başla – Ted ve kendim haricindeki herkese nefret duyuşum, Ted’e ve kendime inanıp, başka hiç kimseye güven duymayışım. Dün geceyi de ekle Ted, Paul’un Oedipus çevirisinden “Creon” bölümünü okuyacaktı ve bana açık açık gelmememi söyledi. (22 Mayıs) Pekâlâ dedim ama işkillendim. Ted’in okumalarını dinlemek konusunda batıl inançlıyım. İkinci grup kâğıtların üzerinden aceleyle geçtim (bekleyen bir grup daha vardı) ve yularımdan kurtulmuşçasına yerimden fırlayıp koşmaya başladım, merdivenlerden indim, kendimi sıcak, ağır leylak kokulu mayıs karanlığına attım. Hilal, ağaçların arasından bana bakıyordu – tamamını çevreleyen gölge çizilmiş gibiydi. Gerginliğin ve yorgunluğun derinliklerinde olsam da uçuverecekmişim gibi seke seke koşuyordum; kalbim göğsümde acıyan bir yumruydu. Koşmaya devam ettim, hiç durmadan Paradise Pond’un yanındaki tümsekli, dik yokuştan indim, Botanik Binası’nın arkasındaki çalılıklarda ince tüylü, kahverengi bir tavşan gördüm. Sokak lambalarının ışığında parlayan beyaz sütunlarıyla Sage salonunun ışıklandırılmış ön cephesine kadar koştum, görünürde tek bir kişi bile yoktu, boş, yankı yapan döşemeler vardı bir tek. Salon göz kamaştırıyordu: İki kişi, şişman bir kız ve çirkin bir adam, yan taraftaki bir kabinde kayıt için banttan müzik çalıyordu. Parmak uçlarıma basa basa içeri girdim, arka taraflardaki bir yere oturdum ve küt küt atan kalbimi ve hırıltılı nefesimi susturmaya çalıştım. Ted sahnenin sol tarafında, biraz arkada, Oedipus olarak tam ortadaki Bill Van Voris’in yanında duruyordu. Chris Denney zarif siyahların içindeydi, darmadağınık kıvırcık saçlı kafası zambak sapı misali incecik boynunun üzerinde dimdik duran Paul ise hemen onun yanındaydı. Paul’un kayıttaki sesi hayalet gibi çıkıyordu.
Ted derbeder görünüyordu: Takım elbisesinin ceketi arkadan çekiliyormuşçasına kırışıktı, kemersiz pantolonu üstünden düşüyordu, saçı ışıkların altında simsiyah ve yağlı görünüyordu. İçeri girdiğim anda geldiğimi anlamıştı ve anladığını biliyordum, okurken sesi düşüyordu. Bir şeyden utanç duyuyordu. Son satırını suratında pörsük bir kurutma bezi ifadesiyle okudu ve içimde belli belirsiz bir tiksinti, bir şüphe dalgası uyandı. Sesi ‘kasık, ensest, yatak, günah’ sözcüklerini söylemekten müthiş zevk aldığını belli eden o soysuz, beyaz, salyangoz suratlı Van Voris’in yanında, orada öylece dikiliyordu. Çıplak ayakla iğrenç kurtçuklarla dolu bir çukura basmışım gibi hissediyordum. Boğazımı temizleyip tükürme ihtiyacı duydum. Ted kimin yanında durduğunun, kimin sözlerini okuduğunun farkındaydı. Omuzları çökmüş, küçücük kalmıştı. Ama kendini bundan daha önce kurtarabilirdi. Çok daha önce. Paul, Creon’u seve seve Philip Wheelwright’a okuturdu. Okuma bitince Ted yanıma gelmedi. Ön tarafta durdum, arkaya geçip hademeye okuyucuların nerede olduklarını sordum. Söylemek zorunda kaldı. Işıklandırılmış küçük bir odada Bill Van Voris kemiksizmişçesine bacakları iki yana ayrılmış çiçekli kapitone kumaştan bir koltuğun üzerine yığılıvermişti. Ted sefil, kötü bir surat ifadesiyle piyanonun önünde oturmuş, kamburunu çıkarmış, tek parmakla tiz bir tonda, daha önce hiç duymadığım bir melodi çalıyordu. Yüzündeki o tuhaf, alçak gülümsemeyi de Falcon Yard’dan bu yana hiç görmemiştim. Ah evet, avlananlara özgü bir gülümseme, nasıl bilebilirim ki? Konuşmuyordu. Kalkıp yanıma gelmiyordu. Oturdum. O zaman kalkıp çıktık. Clarissa soğuk ve edepsizdi: Pat Hecht muhtemelen Paul hakkında konuştuğumuz bütün o edepsiz şeyleri politik davranıp Tony’nin hakaretlerinden söz etmeksizin Clarissa’ya anlatarak öcünü almış olmalı. Her neyse, tatsız, kötü bir geceydi, Hechtlerle geçen gece gibi. O da aşağı yukarı bunun gibi geçmişti. Yani bu bir kazaydı. Yani Ted bu pirelerin yanında sahneye çıkmaktan utanç duyuyordu. Yani bu benim son günüm. Ya da günümdü. Ransom, Cummings ve Sitwell’in şiirleriyle kuşarıp sınıfa gittim, dersten aldığım zevk kadar büyük bir alkış aldım – saat dokuzda bir yağmur damlası, on birde gökgürültülü sağanak ve üçte, iki uçta gidip gelen bir hava. Sırf onu görebileyim ve ilk dersimin her dakikasının keyfini sürebileyim diye Ted’den bu öğleden sonrayı atlatıncaya kadar benimle gelmesini isteyerek şansımı denedim. Böylece birlikte çıktık. İntikamın hazzı, nefret ve kinin tehlikeli zevki ve bu kin ve zehir her ne kadar ‘fazlasıyla hak edilmiş’ olsa da bu hislere maruz kalmanın, ne yazık ki, harap edici olduğunu düşündüm. Ah kefaret. Bütün o geri dönen düşünceler. Dersten önce yirmi dakikam vardı. Ted kütüphaneye kitap bırakacağını ve benimle arabada buluşacağını söyledi: Derslerim bitinceye kadar beni bekleyecekti. Neredeyse kimsenin olmadığı kafeye tek başıma girdim. Birkaç kız vardı sadece. Ve Bill Van Voris’in arkadan görünen kafası. Ne içeri girdiğimi, ne de kahve ısmarladığımı görmüştü, neredeyse görüş mesafesinde olmama rağmen. Ama tam karşısında birlikte oturduğu kız beni görebiliyordu. Güzel siyah gözleri, siyah saçları ve solgun, beyaz bir yüzü vardı ve oldukça ciddi görünüyordu. Kahvemi alıp, Bill’in dikkatini çekmeden, hemen arkasındaki masaya, onun kafasını ve öğrencisini görecek şekilde oturdum. Hah, diye düşündüm dinlerken ya da daha doğrusu, işitirken. Kahvemden bir yudum aldım ve belirgin kırışıklarla dolu sarı benizli yüzü, gri saçları ve kaplumbağa kabuğu çerçeveli gözlüklerinin ardından rengi belirsiz gözleriyle Jackie’yi düşündüm. O Bill’in öğrencileri kadar kültürlü bir ‘entelektüel’ değildi belki. Her zamanki tavrıyla konuşuyordu: Aptal, kasıntı, ah evet tam bir budala. Kız hafifçe kekeliyordu, kulak kesildiğim için duyuyordum: Şöyle bir şeyler söylüyordu: “Kahraman… klasik kahramanlardan çok farklı, komik bir karakter.” Fısıltıyla ya da hırıltıyla, “Komik?” derken kahkahalara boğuldu. “Demek istediğin…” Kız bocaladı, kara gözleri yardım ister gibiydi. “Hicivli,” diye önerdi Bill, bilgeliğinden tamamen emin. Omuzuna hafifçe vurup, ona doğru eğilip ona, saçmalama, komik karakterlerde sorun yok, hiçbir şeyin hicvin tekelinde değil, diyesim vardı. Ama çenemi tuttum. Bill konuyu hızla durumu düzeltme dramasına çevirdi. Kendi çöplüğünde ötecekti belli ki. “Ahlak. Elbette, bütün o esprilerin malzemesi, müstehcen şakalar yapmak için harika bir fırsat.” En üstün, en yoğun biçimde kendini anlamaya hazırlamış kızcağız şöyle karşılık verdi: “Ah, biliyorum, biliyorum.” Derse gitmek için kafeden çıktığımda onlar hâlâ konuşuyorlardı. Bense kendi kendime homurdanacaktım neredeyse. Al Fisher’ı görebiliyordum, aynı yerde oturuyordu, ben tam karşısındaydım, apaçık cinsel çekim. Al Fisher ve öğrencilerinden oluşan hanedanı: Metresi yaptığı öğrenciler. Karısı yaptığı öğrenciler. Ve şimdi, o aptal, budala, yapmacık gülümseme. Bill hele bir okulun kadrolu çalışanı olsun -o zamana kadar böyle sürtmekten başka bir şey yapmayacaktır muhtemelen- o da Smithli metresler edinmeye başlayacak. Ya da Jacky ölür belki: O geniş ağzına yazılı büyük acılar ve ölüm var: Sımsıkı kapalı, haşin dudaklar ve mesafeli, soğuk, aldığı, almak zorunda olduğu ve alacağı riskleri ölçüp tartan gözler. Bütün bu gördüklerim birikti. Dersten önce kütüphaneye bir uğrayıp içime doğan bu gülünç şeyleri, Van Voris ve İç Gıcıklayıcı Smith Kızı’nın yanında oturuşumu Ted’le paylaşma isteği duydum: Ya da William S.’in yine yaramazlık yaptığını. Ama sınıfa gittim. Dersten çıkınca park yerine koştum, bir yanım Ted’le arabaya giderken karşılaşacağımızı söylüyordu ama onu arabanın içinde bulacağımdan daha emindim. Arabanın camlarından içeri baktım ama kara bir kafa göremedim. Arabamız boştu ve bu boşluk fena halde kanıma dokundu, hele de yirmi sekiz hafta boyunca günleri sayıp bugünü beklerken. Herhalde bir buçuk saat kadar falan sonra, kafeden park yerine giden yolun iki yanını çevreleyen çalıların arasında öğrencisine sıcak bir gülümsemeyle veda eden Bill’i gördüm. Bana doğru yürümeye başladı ve aniden ona arkamı döndüm ve arabaya binip Ted’in orada, okuma odasında vaktin geçtiğinden bihaber Edmund Wilson’ın The New Yorker’daki yazısına daldığını düşündüğüm kütüphaneye doğru sürdüm. Orada değildi. Saat 3’teki dersimden öğrencilerimle karşılaşıp duruyordum. Arabaya binip eve gitmek için tuhaf bir istek duyuyordum içimde ama kendimi böyle bir şeye hazırlamış olsam da, henüz dairede beni hayrete düşürecek bir manzarayla karşılaşmak kaderime yazılmamıştı. Çıplak kollarım buz keserek kütüphanenin soğuğundan hızlı adımlarla uzaklaşırken şu sezgisel görüntülerden biri belirdi gözümde. Ne göreceğimi biliyordum, ister istemez neyle karşılaşacağımı biliyordum ve bunu çok uzun zamandır biliyordum aslında, ilk karşılaşmanın yerinden ya da zamanından emin olamasam da. Ted, kızların hafta sonları sevgililerini öpüşüp koklaşmak için götürdükleri Paradise Pond tarafından geliyordu. Yüzünde geniş, çarpıcı bir gülümsemeyle yürüyordu, gözleriyse kahverengimsi saçlı, iri rujlu dudaklarıyla sırıtan, haki rengi bermuda şortlu kalın bacaklarına çorap giymemiş, tanımadığım bir kızın ceylan gözlerine bakıyordu. Bu görüntüyü aniden yanıp sönen ışıklar gibi gördüm, flaş patlaması gibi. Kızın gözlerinin rengini ben söyleyemezdim ama Ted söyleyebilirdi ve en az kızınki kadar geniş ve çekiciydi gülümseyişi, ama içinde bir çirkinliği de barındırıyordu. Van Voris’in yanındaki halini düşününce taşlar yerine oturdu, bu gülümseyiş akkor bir hal aldı, beğenilmek isteyen bir ahmağın gülümseyişi oldu. Bir konuşmayı, bir açıklamayı sonlandırır gibi hareketler yapıyordu. Kızın gözleri sersem bir beğeniyle büyüdü. Benim geldiğimi gördü. Suçlulukla gözlerini kaçırdı ve hoşça kal bile demeden, kelimenin tam anlamıyla koşmaya başladı, Ted ise kızı benimle tanıştırma zahmetine girmedi: onun yerinde Bill olsa yapardı. Kızcağız daha ilk karşılaşmada rol yapmayı öğrenememişti ama çabuk öğrenir. Kızın adının Sheila olduğunu sanıyormuş; bir zamanlar benim adımın Shirley olduğunu sandığı gibi: Bütün o dil sürçmeleri – gülüşmeler. Tuhaf; içimdeki kıskançlık tiksintiye dönüşmüştü. Eve geç gelmeler, saçlarımı tararken gözümün önünde pis pis sırıtan kara boynuzlu bir kurtun belirişi, hepsi birden aydınladı ve gördüğüm şey midemi bulandırdı. Ben artık gülemiyorum. Ama Ted gülüyor. Kızlarından estetik açıdan ne kadar uzak olduğunu o yamuk duruşu, hayran olduğunun gözlerinin içine başını eğip bakışı öyle bir ele veriyor ki – eski bir hayranlık değil bu; yeni, taze, katışıksız. Ya da, belki de katışıklı. Van Voris beyaz görünüyor. Zambak elli. Erkeklerin bu kibrinden neden bu denli nefret ediyorum ben? On dokuz yaşındaki o küçük, hastalıklı, âciz haliyle Richard’da bile vardı bu. Gerçi o zengindi, bir ailesi ve güvencesi vardı: Hak ettiklerinden daha iyi karılar edinebilecek bir erkek nesli. Joan’ın dediği gibi: Ego ve Narsisizm. Vanitas vanitatum (Lat. Kibir). Ruth’un bana ne anlatacağını biliyorum ve artık ona anlatabileceğimi hissediyorum. Hayır, kendimi camdan aşağı atmayacağım ya da Warren’ın arabasıyla bir ağaca toslamayacağım ya da evin garajını karbon monoksitle doldurmayacak, masraftan kısmayacağım ya da bileklerimi kesip küvette uzanmayacağım. Bütün inançlarımdan uyandım, artık apaçık görebiliyorum. Öğretmenlik yapabilirim ve yazacağım da, çok iyi şeyler yazacağım hem de. Bir yılı böyle geçirebilirim, belki, diğer seçeneklerin peşine takılmadan önce. Sonra az da olsa sevdiğim çeşit çeşit ama az sayıdaki insanlar. Ve korunması gereken azimli ve esrarengiz bir onur ve namus duygum var benim. Güvenli sularda fazla yüzdüm. Şimdi boğulma vakti.
Sonra, çok sonra. Ertesi sabah bir ara. Sahte bahaneler. Unvan ve sınıf konusunda muğlak kafa karışıklıkları. Hepsi sahte. Hepsi yalan. Yanlış zamanda yanlış yerde olduğunu fark etmenin şaşkınlığıyla beliren suçlu bakışlar. Bu yüzden uyuyamıyorum. Kısmen bu kibrin ucuzluğundan, ucuz numaranın ağırlığından duyduğum şaşkınlıktan: Ah evet, Stanley, çok zekice: Hayran olunacak adam: O müthiş, ağır erkek bedeniyle ona doğru eğiliyor: “Haydi barışalım.” Ah ne güzel düzüşmeler. Neden öyle yorgun, öyle uyuşuktum bütün kış? Yaşlanmaktan ya da harcanmaktan. Sahte. Numaracı artist. Açıklama yapmak yok, sadece üstünü örtmeye çalışıyor. Katlanamadığım şey bu işte, bu yüzden uyuyamıyorum. Şimdi bile halinden memnun, uykusunda homurdanıp horulduyor. Ve bir açıklama yapmayı tamamen reddedişi. O ilkbahar akşamı Kazin’in söylediği doğruydu: Ted bu yüzden hemen üstüne atladı. Yalnız Kazin tek bir konuda yanılmıştı: Smithli kızlar değildi. Hayır hevesle ağzı kulaklarına varan sırıtışlar ve Van Voris’i öyle görüşüm – Fisher hakkındaysa, yanılmamıştı. Namussuzluk -bir uçurum. Benim tarafımdaysa tam bir aptallık ve içtenlik: Yürekten sevmek için bir insanın ne kadar aptal olması lazım. Aldatmaması için. İhanet etmemesi için. Hem çekip gitmek isteyip hem de hiçbir yere gitmek istememek berbat bir şey. Ted’in diğer boş, yaptıklarının üstünü kapamaya çalışan, kendi zevkine düşkün erkeklere benzemediğini sanarak dünyanın en gülünç, ironik ve ölümcül hatasını yaptım. Onun işine yaradım, ona giysiler almak, yazarak geçirdiği sekiz ay, yarım yıl boyunca ona bakmak için para harcadım, hem de annemin parasını, ki en çok kanıma dokunan bu, onun şiirlerini yüzlerce defa daktilo ettim. Eh, İngiliz ve Amerikan şiirine epey katkıda bulunmuş oldum. Affedemeyeceğim şey bu namussuzluk – ve ne olursa olsun ya da ne kadar zor olursa olsun, gerçeği bilmeyi yeğlerim; ki bugün iğrenç bahaneler, saptırmalar ve huysuzluklar işitmektense kendi ağzından oldukça açık ve kahredici bir izlenim edinebildim. Burada sonlandırmam gereken bir hayat var. Peki ya güvenden yoksun bir hayata ne demeli – aşkın bir yalan olduğu ve bütün o keyifli fedakârlıkların çirkin görevler olduğu hissine ne demeli. Çok yorgunum. Son günüm ve ben korkudan tir tir titremekten uyuyamıyorum. Utanıyor, utanç verici ve beni utandırıyor ve güvenimi de; yalancıların, aldatanların, arızalıların ya da kibriyle yönetilen adamların dünyasında güvenin hiçbir hükmü yok. Aşk beslenmem için bitmek bilmez bir kaynak oldu ve şimdi onu kusuyorum. Yanlış, yanlış: bunun hoyrat ateşi: budala bir ilginin, süzgün gözlü çarpık gülümsemelerin, ürkütücü itirafların, firarın resmi – hiçbiri inkâr edilemez. Ancak açıkça ifade edilebilir. O ağır, abartılı ucuz Amerikan argosu “Haydi barışalım”dan önce yapılması gereken şeyi talep etmek istemiyorum. Şu fazla ağır şakacılık. Çünkü ben bunu hissediyorum. Ev leş gibi bu kokuyor. Ve baktığım yer bulanık gecikmelerde “ah evet Frank Sousa” ile doluyor.
Biliyorum. Her şeyi bilirken bilinmesi gereken şeyleri bana onun anlatmaması ya da anlamaması daha kötü. Burnunu karıştırması, tırnaklarını koparıp öylece bırakması, yağlı, derbeder saçları – ne önemi var? Neden onun derdini kendi derdim gibi benimsedim ve olabileceğinin en iyisi olması için didindim ki; artık kendimi bunlarla üzmeyeceğim; bu kir bir şampuanla sabunun söküp atabileceğinden çok daha derin, bu dağınıklık bir kırpma makasının düzeltebileceğinden çok daha karmaşık. Onun umurunda değil. Ben o okumaya gittiğimden bu yana surat asıyor. Bütün bunları kabullenip böyle davranmaya devam etmesi, ne kadar ileri gidebildiğini gösteriyor. İleri gitmek istiyor, öğretmenliğimin son gününde onun izini sürer hale gelmemi istiyor, öğretmenlikle geçen bir yılımın bitişini çamur çöktükten sonra suyu berraklaşan bir havuz gibi keskinleşen sezgilerim sayesinde öğrendiklerimle kutlamamı istiyor. Çamur yataklarındaki kurbağaları görebiliyorum. Yağlı ve kaygan sırtlarındaki siğillerin içindeki çürümeyi ve karanlık tarafı da. Şimdi ne olacak.
s. 288-296
Sylvia Plath
Günlükler
Çeviren: Merve Sevtap Ilgın
Kırmızı Kedi Yayınları