30 Nisan 1998 Tarihli Ders
Kant’ın eleştiri felsefesi ve üç eleştirisi. – Bilme yetisi; a priori ve a posteriori yargı. – Arzulama yetisi. – Kopernikçi devrim. – A priori sentez. – Duyumsama yetisi. – Kategoriler. – Yargı gücü; sublime. Bugün belki biraz konuyu ağırlaştıracak bir çerçeve atmayı düşünüyorum. Şimdiye kadarki çerçevemiz biliyorsunuz görsel sanatlara doğrudan doğruya değinmediğimiz bir çerçeveydi; özellikle Spinoza düşüncesini, konumuz açısından bazı çizgiler yakalayabilir miyiz bu felsefeden diye yavaş yavaş bir sorgulamamız olmuştu. Hatırlarsanız, konumuz bakış açısıydı. Ardından Dziga Vertov’la imge üretimi konusuna girmeye başladık. Bugün, bundan sonraki sekansların zorunlu kıldığını düşündüğüm bir düşünür aracılığıyla, ona dönüş yaparak, normal programımız dışında bir düşünüre, Kant’a bazı değinmeler yapmak istiyorum. Çoğunuz biliyorsunuzdur, Kant’ın selefi başka bir Alman düşünürü, Baumgarten, estetiği bir bilim olarak ele almaya çalışmıştı. Baumgarten’dan sonra biliyorsunuz Kant estetiği diye bir şey var.
Alman idealizminin estetiğe verdiği önem, sanat felsefesine verdiği önem, bütünüyle Kant felsefesinin atmosferi içerisinde, o program içerisinde başlıyor. Kant’ın doğrudan doğruya bir estetik yazmadığım biliyoruz ama Alman felsefesinde tartışıldığı biçimiyle estetiği ve sanat felsefesini temellendirdiğini söyleyebiliriz. Buna karşın, estetikle doğrudan bağı olan bir düşünce sistemine sahip olmasına karşın Kant’ı okumak pek zevkli değildir. Okumaya kalkıştığınızda bayağı kasvetli bir felsefeyle, zor bir anlatımla, oldukça çetrefil ve sıkıcı bir havayla karşılaşırsınız, çünkü kendisi inançlı bir Protestan’dı. Ama onun felsefesini okumaktaki bu kasvetli havayı dağıtacak bir yol vardır. Bu yolu birazcık takip etmeyi ve bir tartışma açmayı düşünüyorum. En az Spinoza kadar sistematik bir düşünür olduğu apaçık Kant’ın, bir sistem kurucusudur Kant. Ama Spinoza’dan farkı, pek de gayri resmî bir düşünür olmaması, üniversiter aygıtla çok iç içe olması. Özel bir düşünür değil Kant. Königsberg’deki kürsüsünün dışına hiç çıkmamış. Kant’ın ilk bakışta bütün yaptığı, sanki tuhaf iki nosyonu felsefesinin ya da genel olarak felsefenin içine dahil etmiş olması. Birisi mahkeme mefhumu, İkincisi ise eleştiri mefhumudur. Kant’ın, felsefesini, çok radikal bir şekilde üç eleştirisinde açtığını görüyoruz. Üç kitaba bölünmüş halde, 15-20 yıllık bir süreç içerisinde verdiği üç kitapta: birincisi salt aklın ya da saf aklın, yalın aklın eleştirisi; İkincisi, pratik aklın eleştirisi; üçüncüsü ise, yargı gücünün eleştirisi. Şimdi eleştiri ne demek? Bunu kavrayabilmek için, Kant düşüncesinin eksenini oluşturan eleştiri mefhumunu kavrayabilmek için Kant’ın her tarafa mahkemeler dikmeye çok düşkün olduğunu söylememiz ya da hatırlatmamız lazım. Mahkeme dikiyor. Tümüyle legislative, yasa koyucu bir akıl mefhumuna, salt kendi kendini ayakta tutan ve yargılayan bir akıl mefhumuna nasıl erişeceğiz? Kant’ın derdi budur – tabii ayrıntısına çok fazla girmeyeceğim. Neden bu adam her tarafa ısrarla mahkemeler dikmektedir? Çünkü felsefe alanı, felsefi tartışmalar alanı ona kendi deyişiyle bir kampfplatz, bir savaş meydanı gibi görünüyor.
Bir tarafta dogmatikler var, rasyonalistler var: Spinoza, Leibniz – bilginin doğuştan geldiğini söyleyen felsefeler. Öte yanda onların can düşmanı, tabii Anglosakson düşünürleri, Hume ve Locke, ampiristler. Kabaca söylemek gerekirse, Kant’ın deyişince rasyonalistler, Spinoza da dahil olmak üzere, dogmatiktiler. Çünkü onların düşüncesinde akıl yargı veremiyordu, bir dogmaya bağlıydı, bu dogma kendisi olsa bile. Akıl kendi kendini eleştirecek şekilde dizayn edilmiş değildi bu felsefelerde: Descartes felsefesinde, Spinoza’da ve tabii Kant’ın en çok tanışık olduğu Leibniz’de – Kant’ın ihtiyaç duyduğu bir tür sentetik mantığı üretmeye ve biçimselleştirmeye çalışan ve buna matematiksel bir yöntem kazandırmış olan düşünür Leibniz. İkinci olarak, Hume hakkında “beni dogmatik uykumdan uyandıran kişi” diyordu Kant. Çünkü Hume ısrarla, Spinoza’da filan bulduğunuz töz gibi, akla dışsal olan, yani insan akima, öznelliğe dışsal olan varlık anlayışlarının hiçbir ontolojinin temeli olmadığı düşüncesini öne sürer; çünkü bizdeki fikirler kendi dışlanyla temas etmek için tümüyle algılamadan geçmek zorundadır, önce bir algılama olacaktır, ardından bu algılama üzerinde temellenen fikirler oluşabilir. Dolayısıyla töz diye bir şeyi algılamadığın ölçüde -k i algılamıyoruz böyle bir şeyi- bu fikir tümüyle bir figment’tir, uydurmadır. Olsa bile bunu bilemeyiz. Çünkü önce algılamamız gerekir. Hume’un bütün felsefesinin özeti açıkçası bu. Bunun pek de bir felsefe olmadığını, bir tür uyan olduğunu, nominalist bir uyan olduğunu ve rasyonalistlere karşı bir polemik olduğunu görüyoruz. E tabii Kant, Hume gibi bir felsefeciyi okudukça kıvranmaya başlıyor. Eğer Hume’un dediği gibi, nedensellik konusunda, kategoriler konusunda salt algı ve izlenimlerden başka fikir oluşturucu, idea oluşturucu bir materyal bulamadığımız söylenirse, bütün akıl cihazının, akli olanın çökmesi tehlikesi var. Hume’u pek sevdiğini söyleyemeyiz dolayısıyla, ama bu meydan okuyuşa karşı bütün rasyonalist cihazı değiştirmeye ve bunun için de bir mahkeme oluşturmaya karar verdiği anlaşılıyor felsefesinin belli bir noktasında. Böylece akla ve yargı gücüne değişik veçheleri bakımından yönelttiği eleştirileri, üç eleştirisi ortaya çıkıyor Kant’ın. Temel bir varsayım var tabii Kant’ın kafasında: Dogmatiklerde akıl, biraz önce söylediğim gibi dışsal bir cihaz, özneye içkin bir cihaz değil. Dolayısıyla kendi kendini başkalarına yargılatıyor, dışsal bir varlığa yargılatıyor, aşkın bir akla yargılatıyor sözgelimi, ya da Tanrı’ya yargılatıyor.
Bu tutumunda da aklın, Kant’ın deyişiyle bir samimiyetsizlik var. Ampiristler ise, tam aksine aklı doğaya yargılatıyorlar, yine dışsal. Kant’la birlikte eski Yunan’da pek de sağlam gelişmemiş bir mefhum belirginlik kazanıyor, bu da doğa ile kültür ayrımına, karşıtlığına tekabül ediyor. Bu açıdan Kant’ın ilk structuraliste olduğu söylenebilir, ilk yapısalcı düşünür olduğu söylenebilir. Basitçe şöyle düşünebilirsiniz: Doğa açısından bir insan ne zaman yetişkin olur? Kant’ın bunu sorduğu oluyor. Elbette çocuk yapabilecek yaşa geldiğinde. Ama kültür açısından yetişkin olmak öyle çok kolay bir şey değil. On fırın ekmek yemen gerekir, diyor. Bu özellikle Aydınlanma üstüne yazdığı ünlü metinde, “Aydınlanma Nedir?” sorusuna verdiği cevapta, Aydınlanma ve devrim konularını ileri geri bir dille tartıştığı o metinde ortaya çıkıyor. İnsan gerçekten akla bir yeti olarak sahip olmasına karşın onu kullanamıyor, akla uygun yaşayamıyor, çünkü kültürel açıdan yetişkin değil. Aydınlanma projesini de tümüyle temellendiren zaten böyle bir fikir olacaktır. Kant üzerinde Hume’dan çok etkisi olmuş bir başka düşünür ya da edebiyatçı vardır: Tabii Jean-Jacques Rousseau’nun büyük ısrarı, bir tür antikültür saldırısı düzenleyen Rousseau’nun Kant üzerindeki büyük etkisini düşünüyoruz. Peki çıkar yol ne Kan ta göre? Akıl ancak kendi yapıp etmelerini, üretimini başka hiçbir şeye yargılatamaz halde tek başına kaldığı zaman, tek başına bırakılabildiği zaman olgunlaşacaktır. Yani, yapıp ettiğini, kendi sorumluluğu içerisinde, kendi kendini yargılayarak denetleyebilecektir. Bol gelen kavramları eleştirmesi gerekecektir; kendisine bol, ütopik gelen, dışsal olan kavramlan… sözgelimi tözden falan filan bahsetmeyecektir. Yoksa Spinoza’nınki gibi tehlikeli, tanrıtanımaz bir felsefeye düşme tehlikeniz var – tabii bu, Kant için, Kant açısından bir tehlike. Dolayısıyla bir felsefenin aklın eleştirisini, mutlak ve sağlam bir eleştirisini tesis etmesi gerekir, eleştiri felsefesi de bu demektir zaten. Birinci kitaba baktığınızda, Kant’ın salt aklın ya da saf aklın eleştirisine insan zihninin yetilerini tartışmakla başladığını görüyorsunuz. “İnsanın zihni neye muktedirdir?” diye soruyor. “İnsan zihninde hangi ajfjfect’ler işlemektedir? Bunu bir tasnif etmemiz gerekir,” diyor. İnsanda, -insan zihninde ama, aklında değil- üç yeti ayırt ediyor. Bunlara gerçekten birinci anlamda yetiler diyebilirsiniz, bunlar aklın yetileri değil, zihnin, mens’in yetileri. Bunlardan birincisi bilme yetimizdir, insan bilen bir varlıktır. İkincisi isteme yetimizdir, arzulama, arzu duyma yetimizdir. Üçüncüsü de haz ve acı duyumlarını hissetme -hissetmeyi aktif olarak alıyorsunuz- yetimizdir.
Bu üç yeti, değişik kombinezonlar içerisinde, her biri kendi özgüllüğünü ve kendine özgü yapısını taşımaktadır. Şimdi o yapıları Kant’a göre ayrıştıralım. Kant için bilme yetisi üç unsur arasındaki bir bileşimdir, yapıdır, formdur diyelim. Özne, nesne -bilen özne, bilinen nesne- ve bilen öznenin bilinen nesneye dair tasarımı, represerıtation yani, nesnesinin özneye sunduğu şey. Kant diyor ki, öznedeki tasarım, objesine uygunluk gösteriyorsa, yani bir tür correspondarıce’ı varsa, tekabül ediyorsa, bu en geniş anlamıyla bilmek demektir. İkinci yeti de, yine özne, tasarım ve nesne arasında farklı türde işleyecek bir yapıdır. İlkinde uyum söz konusuyken, bu kez bilen öznedeki bilinen nesneye dair tasarım, o şeyin, bilinen şeyin kendisinin değişmesine, değişime uğramasına sebep olur. Bu arzulama yetisidir. Biraz karmaşık göründüğünü biliyorum -çok fazla kafanızı karıştırmayın- aslında şunu diyor: Eğer bilen öznedeki tasarım nesneyi üretebiliyorsa, onun varlığa gelmesine neden olabiliyorsa, bilen özne kafasındaki bir tasarıma göre bir şey yapmış oluyor. Bu, arzulama yetisidir. İlerde bunun daha açıklık kazanacağını düşünüyorum. Üçüncü yeti de yine özne, nesne ve tasarım arasındadır, ama yine farklı bir yapıdır. Bilen öznenin kafasındaki tasarım, zihnindeki tasarım, öznenin yetilerini artınyor veya azaltıyorsa, yani yaşam gücünü artınyor ve azaltıyorsa -bu fikre zaten Spinoza’dan alışıksınız- bu, haz ve acı duyumu yetisidir. Elbette Kant birinci kitapta, aklın saf, teorik kullanımını tartışmaya girişecek, öncelikle bilme yetisini ayrıştırmaya, inceleme altına almaya girişecektir. Bir tasarım nedir? “Ağaç”, “yeşil”, “renkler”, bunların her biri kafamızdaki tasarımlardır.
Kant diyor ki, kafamızdaki tek bir tasarım bilme yetimizi asla doyurmayacaktır, çünkü “yeşil” demek bir bilgi oluşturmaz. Ama “ağaç yeşildir” dediğinde, yani en az iki tasarımı biraraya getirdiğinde ya da bir tasarımın ötesine geçebildiğin ölçüde, bir bilgi, bir bilme edimi oluşacaktır. “Ağaç yeşildir” bir bilgidir. Ama ağaç tek başına bir imge olarak bilgi değildir, diyor. İki tasarımı biraraya getirmek ya da en az iki tasarımı biraraya getirmek elbette bir birleştirmedir, Kant’ın Yunanca synthesis, sentez [bireştirme] dediği şey. Bir sentez iki biçimde olabilir – burada Kant’ın çok radikal bir biçimde kullandığı eski bir terimi, a priori terimini devreye sokmamız lazım. Nedir a priori? Basitçe, Kant’ın dilinde ve daha öncekilerde, deneyden önce ya da deneyden bağımsız demektir. A posteriori, yaşantıya bağlı olan demektir, yani deneyimsel, yaşam deneyimimize bağlı olan. Bundan başka da bir anlamı yoktur a priori sözcüğünün. Ama burada çok radikal bir önem kazandığını, bir işleç haline gelmeye başlayacağını göreceğiz, çünkü Kant şöyle bir şey diyor: Ağaç yeşildir, bu bir bilgi ama bilme yetisini bu doyurmaz. Akıl henüz bilinen şey üzerine yasa koymaya, bilinen şeyi yargılamaya girişmiş değil ki “ağaç yeşildir” bilgisinde. Çünkü ağaç tasarımı ile yeşil tasarımını biraraya getirirken, ağacı bir tür deneyim objesi olarak, bir tür experierıce [deneyim] içinde algılıyoruz, a priori bir bağ kuramıyoruz. A priori’nin iki özelliği var, biraz daha inceltelim tartışmamızı: Birincisi zorunludur, İkincisi evrenseldir, her zaman her yerde aynıdır.
Neden akıl doyuma ulaşmayacaktır, yeterli bulmayacaktır böyle bir şeyi? Çünkü zorunluluk ve evrensellik, “ağaç yeşildir” tipinden bir yargıda söz konusu değildir. Ne evrendeki bütün ağaçlar yeşildir, ne de ağaç yeşilse zorunlu olarak yeşildir. Peki a priori bir yargı nasıl mümkün olabilir? A priori bir yargı şöyle de mümkün olabilir: örneğin, “dik açılı bir üçgen, üçgendir” dediğimizde, yani tasarımın bir parçası zaten önceden postüla [koyutlama] olarak konulmuş halde olduğunda. Elbette dik açılı bir üçgen üçgendir. Buna “analitik yargı” diyor Kant: bir tasarımı bölüp bir özelliğini o tasarıma yeniden yüklemek. Bu sentetik bir yargı değildir, çünkü iki tasarımı birleştirmez. Dik açılı bir üçgenin üçgen olduğunu gösterir sadece. Bu da doyurucu değildir elbette. Kant şöyle bir yol tercih ediyor: Tahtaya çizdiğim şu çizgi beyazdır, bu zorunlu da değildir, evrensel de değildir. Çizilen çizgi zorunlu olarak beyaz değildir, başka bir renk de olabilirdi; çizilmiş bütün çizgiler de beyaz değildir. Burada zorunluluk ve evrensellik şartlarının yerine gelmediğini görüyoruz. Ama, diyor Kant, “iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğru parçasıdır” dediğim zaman, bu, iki tasarımı birleştirir. “Doğru parçası” ile “iki nokta arasındaki mesafe” tasarımlarını articuler eder [eklemler], birleştirir. Ama bu zorunludur ve evrenseldir; nerede çizerseniz çizin, iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğrudur. İki nokta arasındaki en kısa mesafe zorunlu olarak bir doğru parçasıdır, bir eğri parçası olamaz. [soru duyulmuyor] Kant geometri açısından düşünmüyor bunu, bir örnek verebilmek için söylüyor. Böyle bir şey aklı doyuracaktır. Öklidci düşünen bir aklı sözgelimi, doyuracaktır. Kant’ın meselesi şu: akıl gerçekten bilme yetisinde doyuma ulaşıyor mu, kendi varlığını onaylayabiliyor mu? Yasasım, birleşmenin, sentezin yasasını kendisinden mi türetiyor? Ya da kendisinden türetebiliyor mu? Basitçe söylemek gerekirse, şöyle bir durumla karşı karşıyayız Kant’la birlikte: Akıl, yani zihin diyelim, tasarımları birleştirirken, sentezini oluştururken, dış nesnelerin peşinde koşup duracak mı, yoksa dış nesnelere uygulayacağı kendine ait kategorileri, yani kendi gücünü keşfedebilecek mi? Kant’ın bütün sorunu bundan ibaret, eleştiri felsefesi de zaten bunu amaçlıyor. Kabaca tekrarlayalım: bir yargının a priori -deneyden bağımsız- olması, ikinci olarak da tasarımlar arasında bir sentez oluşturması. Bu sentezin bu şekilde oluşturulma zorunluluğu, bilme yetisi konusunda ortaya konulan şey bundan ibaret işte. Ardından arzulama yetisine geçiyor Kant. Arzulama yetisini bilme yetisinden ayırt eden acaba nedir, diye soruyor. Orada da bir tasarım var hatırlarsanız; ama öznedeki tasarım, nesnenin nedeni oluyor, nesneye neden oluyor. Arzulama yetisinin bilme yetisinden farkı şöyle bir noktada yatıyor: Kant’ın felsefe tarihinde çok radikal bir öneme kavuşturduğu eski bir nosyon daha var -ilki, daha önce söylediğim a priori mefhumuydu-, kendi felsefesi içinde bambaşka bir yere getirdiği bir mefhum: beliriş. Bir şeyin belirişi ne demektir? Apparitio Latince bir terim, Kant’ın Almancası’yla darstellung. Eski düşünce açısından, işte Aristoculuk, Ortaçağ dogmatizmi falan açısından bir şeyin belirişi şu demekti: Beliriş, bir şeyin kendinde neyse öyle olarak bizim tarafımızdan anlaşılamama durumudur. Bunu şöyle anlatabilirim: Öznede bir eksiklik vardır. Şeyin kendisini, -sözgelimi Platon’da gördüğümüz gibi- duyusundaki bu eksikliği nedeniyle bilemez; öznede bir eksiklik, bir örselenme, bir insanlık hali vardır ki biz şeylerin kendilerini kolay kolay bilemeyiz. Sakatlanmış varlıklarız, antik düşüncede böyle bir varsayım var.
Dolayısıyla öz ile görünüş arasında bir aynm var. Bize yalnızca şeyler görünürler. Halbuki onların ardındaki o esas, bölünmez öz bambaşka bir şeydir; bunun için bir episteme’ye, bir bilgi geliştirmeye ihtiyaç vardır. Kant apparitio’yu bir nosyon olarak doğrudan doğruya kullanmış değildir. Bu sözcüğü ortaya atmamın nedeni, bilme yetisi ile arzulama yetisini ayırt ederken Kant’ın temel, eski, başka bir nosyon kullanmak zorunda kalması; başka bir nosyon etrafında örmesi gerekiyor bu ayrımı. Bu başka nosyon şunu anlatıyor bize: Bilme yetisi söz konusu olduğunda, zihin, bir şeyin bize belirdiği kadanyla, ne ise onunla ilgilidir, ondan ötesine ilgi duymaz, şeyin kendisiyle alakalı değildir, ilgilenmez. Tek istediği, kendisini doyuracak olan, doyup durduğu nokta, şeyin kendisinin belirişidir, apparitio’sudur. Bu beliriş eski Yunanca bir ifadeyle veriliyor: bu da phaenomenon, fenomen yani. Biz şeydeki fenomenle ilgiliyiz bilirken. Bilme yetisi, hatırlarsanız hemen başında söylemiş olduğum gibi, tasarımın nesneyle bir uyum, uygunluk ilişkisi içerisinde olmasıyla yetiniyor, nesnenin kendisiyle ilişkili değil. Ama isteme, arzulama yetisi aynı şey değildir. Bu sefer nesnenin kendisini istiyorsun, bilgisini istemiyorsun. Bir özne olarak onu kendine bir nesne kılıyorsun. Ama sadece bilmekle yetinmiyorsun, nesnenin kendisini istiyorsun. Şimdi, bu “nesnenin kendisi” ne demektir? Yine eski bir terimi kullanıyor Kant: Yunanca noumenorı, “nesnenin kendisi” demek. Düşündüğün haliyle nesne, düşünüldüğü haliyle… İstiyorsun ya, kafanda o nesnenin bir fikri var demektir, o nesneyi elde etmeye yönelik arzu duyuyorsun demektir. Bu, Kant’ın “kendi içinde şey”, “kendinde şey” dediği mefhumdur.
Şeyi kendinde istiyorsun, başka bir deyişle şeyin kendisini istiyorsun. Bilmekte şeyin kendisini istemek söz konusu değil. Bu iki zihin yetisinin her ikisi de iş başında olabilir, elbette üçüncü zihin yetisi de, haz ve acı, keder duyma yetilerimiz de… Her biri zihnin üç aktivitesi olarak, temel faculty’si [yetisi] olarak her an işleyen şeylerdir; birbirlerine yardım ederler, birbirlerine malzeme sunarlar. Çünkü sözgelimi bir şeyi önceden bilmeksizin isteyemezsiniz. İsteyip de o nesne başınıza geldiğinde haz ve acı duymamak artık söz konusu değildir. Bu arzulama yetisinin de temel bir özelliği, onun da a priori bir senteze ihtiyaç duyması. İsteme yetisinde a priori sentez ne demek? İsteme yetisinde elbette iki tasarım her zaman birbirine bağlanıyor: nesnenin tasarımı ile onu arzulayan arzunun tasarımı, ona yönelen arzunun tasarımı – bu, şuurlu bir tasarım. Şimdi Kant’a kadar bütün ahlak anlayışları şunu yapıyordu: Bir iyi var, Platonik bir iyi, tepede, Tanrı’nın ya da âdetlerin vermiş olduğu, ya da bize göre aklımızın sunduğu bir iyi var. İnsanlar da bu iyiyi keşfedip yasalarını ona göre dizayn eder, düzenlerlerse ahlak dediğimiz şey oluyor, iyi yönetme, kurallara uyma, ahlak kurallarına uyup uymama bağıntısı açısından bakıyorlar meseleye. Kant ise “Hayır,” diyor, “şimdiye kadar hep objelerin etrafında döndü öznellik, özne. Halbuki ben gerçekten Kopernikçi bir devrim yaptım. Artık nesneler öznenin etrafında dönecekler, özneye göre olacaklar.” Tabii isteme yetisi gibi bir mefhumu böyle kurarsanız bu zorunludur ve gerçekten de bir devrimdir, kavramsal bir devrimdir. Kopernikçi’dir, bir revolution’dur – yani revolution’un yönünün ters çevrilmesi anlamındadır. Kant basitçe şöyle bir şey demek istiyor gibi: Bu felsefi devrimle birlikte ahlak anlayışı değişmek zorundadır. İyi olan -istenir olan, arzulanır, arzulamaya değer olan- şey, bundan böyle, nesnenin kendisini dayatmasıyla değil, kendi dayattığımız tasarım senteziyle oluşturulmalıdır, akıl bunu kendisi üretmelidir. Bu nasıl olacak? Biraz daha basit biçimde söylemem gerekirse, yasa iyiye göre kendisini kurmaz, iyi zaten yasanın söylediği şeydir. Bunu demek istiyor. Ama önemli olan bu yasayı akıl kendinde bulacak mı, kendinden bunu türetebilecek mi, bunu türetebilmesinin şartları, koşullan nedir? Yine dikkat ederseniz, bütün özne, tasarım ve nesne bağmtılarında olduğu gibi, bilme yetisinde söz konusu olduğu gibi bu ilişkiyi ifade edecek olan şey a priori bir sentezdir. Çünkü Kant sanki şöyle bir şey demek istiyor: Ahlaki yasayı şununla kanştırmamalı, birilerinin, bir toplumun size söylediğiyle, örneğin “zina etmeyeceksin” buyruğu. Ya da bir toplumun kuralları var, kurallara uygun davranmaya ahlakilik diyoruz. Halbuki Spinoza gibi birisi çıkıp bütün bu kuralların, insanın özgür olduğunu yanlış olarak tahayyül eden dogmatik sistemler oluşturduğunu gösterdi; Spinoza bunu yıktı, kuralların tarihselliklerini gösterdi, relativiser etti [görelileştirdi] . Spinoza’dan sonra gerçekten Kant o kadar rahat olamazdı. Nasıl bilme yetisi konusunda Hume’la bir derdi olduysa, orada da Spinoza düşüncesiyle belalı bir hali var. Çünkü ahlakiliğin ön şartı özgürlüktür.
Eğer bir kurala zorla uyuyorsan, senin dışında bir neden seni uyduruyorsa bir kurala, kural önceden verilmişse ve senin içinde yer etmemişse bu kural, başka bir deyişle bu kuralı sen kendin koymamışsan, kendi davranış kuralını, kendin a priori olarak koymuyorsan ahlaki bir varlık değilsin, çünkü özgür bir varlık değilsin. Ahlakiliği mümkün kılan şey doğrudan doğrüya özgürlüktür. Kant’ın, dolayısıyla bütün Aydınlanma düşüncesinin çerçevesi bundan oluşuyor. Bu a priori sentez nasıl oluşacak peki? Sanki insanın zihninde boş bir form halinde bulunması gerekecek. Ne demek boş bir form? Hemen söyleyeyim, bu boş forma “kategorik imperatif” diyor Kant, “kesin buyruk” diyor. Senin binlerinden almadığın, kendi kendine koyduğun buyruk ve bunun da a priori olması, a priori sentezle oluşması gerekir. A priori sentez ne demek? Deneysel olan her şeyden önce gelen demek. Şeyleri istemek, nesneleri arzulamak zihnin bu ikinci yetisini, arzulama yetisini doyurmayacaktır. Nesneyi bulabilirsin, yarın elinden kaçabilir. Nesnelere yönelik bir isteme… Belki size tuhaf gelebilir ama, isteyebileceğin tek bir şey var: istenirliğin kendisini istemek. İstemenin kendisini istemek, ki Hegel ilerde bunu bambaşka kılıklara sokacak ve fenomenolojisini bu düşünce çerçevesinde oluşturacaktır. İstemeyi istemek, boş bir form olarak yasayı istemektir. Arzulama kendi yasana uymandan başka bir şey değildir. Kendi yasana uymak arzulama yetisini doyurur, çünkü neyin istenebilir olduğunu zaten biliyorsun. Istenirliği istemek de böyle bir şey. Nesnelerin dünyasından bağımsızsın ilk olarak, zina gibi, ahlaki mefhumlar gibi şeylerden bağımsızsın. Ama bu, a priori bilme ve a priori arzulama, nesnelere, dış nesnelere uygulanmayacak demek değil. Dış nesnelerin kriteri olarak bunu önceden oluşturmanız gerekecek, sadece bunu demek istiyor Kant. Çünkü bütün bilgi aslında somuta girildiğinde dış nesnelere uygulanır. Arzulama da her zaman dış nesnelere yöneliktir. Bunun yüksek formu, üstün yeti, üstün formu, üstün biçimi dediğimiz de yasanın dediğinin arzulanır olmasıdır. Ama bu yasa boş bir emretme kipinden, buyruk kipinden başka bir şey değildir. Çünkü herhangi bir şeyden bahsettiğinde bu yasa, herhangi bir şeyi istemekten bahsettiği anda özgürlük ortadan kalkar. Spinoza özgürlüğü takmadıydı, Kant ise takıyor, Protestan çünkü. Nihayet üçüncü yeti, haz ve acı duyma yetisi. Dikkat ederseniz, bunun ilk ikisinden farkı, nesneye ilişkin olma tarzının farklı türden oluşu; çünkü öznede değişiklik yaratan tek yeti o. İsteme yetisi öznede bir değişiklik yaratmıyor, bilme yetisi öznede bir değişiklik yaratmıyor. Ama haz ve acı duyma yetisinde, nesnenin öznedeki tasarımı öznenin varoluş güçlerini azaltıyor ya da artırıyor, özneyi kederlendiriyor ya da üzüyor, sevindiriyor, doyuruyor. Kant bunu nasıl halletmeye çalışacaktır? Dikkat ederseniz, bu yetiler arasında zihnin dünyayla gerçekten temas ettiği tek nokta burasıdır. Dolayısıyla bir arayüz olarak düşünebilirsiniz acı duyma yetisini, bir interface olarak düşünebilirsiniz. Kant, bu arayüz niteliğindeki üçüncü zihinsel yetiyi ilk iki yetiden nasıl ayırt etmeye çabalayacak, onu görmeye çalışalım. Bu arayüz üzerinde ikinci türden üç yetinin daha bulunduğunu söylüyor. Bunlar zihnin yetileri değil, artık akla geçiyoruz. Çünkü akıl, bir öznel akıl olarak, bir öznellik olarak, ancak bu üçüncü yetiyle birlikte dış dünyayla temas edecektir. Dolayısıyla akılda bir şeyler bulunmalı ki bedenin dış dünyayla teması, olaylar içerisindeki akışın falanın filanın ötesinde bir etkinliği olduğunu varsayabilelim; aklın etkin olduğunu, dolayısıyla yasa koyabileceğini, dolayısıyla düşünebileceğini varsayabilelim. Demek ki aklın da yetileri vardır, yalnızca zihnin yetileri yoktur. Nedir akim yetileri? Bu yetilerden birincisi anlama yetisidir: verstand. İkincisi hayal gücüdür: imaginatio, imgeleme yetisi. Üçüncüsü ise akim ta kendisi: vemunft, akletme yetisi. Şimdi bu yetiler, ikinci anlamında zihnin yetileriyle bir üst kombinasyon oluşturanlardır. Bu kombinasyon ise, kabaca tasnif etmemiz gerekirse, onların neyle işlediği bilgisiyle, ne ürettikleri bilgisiyle mümkündür.
Zihin yetileri yargılar sunar, şeyler konusunda yargılar sunar. Kendi kombinasyonları içerisinde de bizim için, akıl için ürettikleri, yargılanmak üzere sundukları şeyler üç biçimdedir. Bunlardan birincisi konseptler, kavramlardır: begriff. Anlama, idrak yetisi -verstand- bununla işler, kavramlarla işler. Hayal gücü, imgeleme yetisi ise, adı üstünde imgelerle işler, imgeler üretir başka bir deyişle. Akıl, saf akıl -vem unft- ise, esas yargılamak durumunda olan yeti, idelerle, idealarla işler; bunların tümü farklı şeylerdir, hiç unutmayın. Bunlar her düşünme faaliyetimizde, her üretimimizde bir taraftan zihnin yetileriyle, öte taraftan birbirleriyle sürekli alışveriş içindedir. Akıl bu öznelliğin içerisinde düşünebilir ve kendisini yargılayabilir. Anlama yetisi, zihnin bilme konusunda bize sunduğu yargıları, tasarımları, kavramlar haline getirir. İmgeleme yetisi yargıları kafadaki imgeler haline getirir. Akıl ise onlardan fikirler türetir: idea, ide yani. İde, göreceğimiz gibi, basitçe bir fikir değildir. Akıl, bilme konusunda yetkisini anlama yetisine devretmek zorundadır. Bunu yapmazsa, sanki bilme yetisinin sunduğu zihinsel tasarımlar, sentezler birer ideymiş gibi davranırsa, akıl tümüyle saçmalamaya başlayacaktır, diyor Kant. Sözgelimi şöyle problemlerle karşılaşacaktır: Tanrı’yı bilmek, ya da sonsuzluk, ya da özgürlük. Neden bahsetmek istediğini yakalayabiliyor musunuz? Özgürlük bilinebilir bir şey olsaydı, paradokslar oluşmazdı. Akıl idelerle işlediğinde, özgürlüğü bir ide, fikir haline getirirse ya da sonsuzluğu bir ide, fikir olarak algılarsa Kant’ın ünlü dört antinomie’sine, çatışkısına düşülecektir. Hepsini saymayayım, ama dünyanın bir başlangıcı vardır, bir sonu vardır sözgelimi, ya da bunun tam tersi. Akıl eğer bilme konusunda yetkisini anlama yetisine devretmezse, her ikisini de onaylamak zorunda kalır; ama arzulama konusunda yargı vermek zorunda olan mutlaka akıldır. Yani otoritesini hayal gücüne ya da anlama, anlayış gücüne, idrak kapasitesine devredemez. Öyle bir durumda da daha önce söylediğimiz tipten paradokslara düşülür. Kategoriler Aristo’daki anlamında değildir Kant’ın düzenlemesinde. Hatırlarsanız bir şey söylemiştim: A priori bir sentezle oluşan bir yargı, deneyim nesnelerine uygulanmak içindir aslında. Çünkü deneyim nesnelerinden başka nesneler de yoktur yeryüzünde. Gül vardır, “gül kırmızıdır” türünden bir bilgi oluşturursunuz. Bu kendi içinde aklı doyuracak değildir elbette. Ama farklı bir biçimde de düşünebilirsiniz durumu, sözgelimi bilim açısından düşündüğünüzde, “su 100 derecede kaynar” gibi bir şey… suyun 100 derecede kaynadığından eminsinizdir. Her koşulda, her yerde suyun 100 derecede kaynadığından eminsinizdir, halbuki su bir deneyim nesnesidir. Peki akıl doymuyor mu bununla? Doyuyor, çünkü bu yasayı kendisi koymuştur. 100 dereceyi, derecelendirme mefhumunu kendisi koymuştur. Dolayısıyla bilme yetisi doyuma ulaşacaktır. Yasayı koyan akıldır böyle bir durumda. Ama ne ölçüde akıldır? İdrak yetisine, verstand, anlama yetisine otoritesini bıraktığı ölçüde. Bir kategori ne demek ama? Kategori, olası bütün deneylerin toplamı demektir. Böyle tuhaf, garip bir şey… Olası bütün deneyler… Dikkat ederseniz, “bu gül kırmızıdır” türünden yargılarda, ne bütün güller kırmızıdır, ne de kırmızı olan bu gül zorunlu olarak kırmızıdır. “Gül” ve “kırmızı” dediğimizde sınırlandırılmış bir kavramla karşı karşıyayız dikkat ederseniz.
Böylece gül kavramından daha geniş bir kavramın içerisindeki gül olmayan çiçekleri dışlayarak bunu söylemiş oluyorsunuz. Daha geniş bir kavram, çiçek kavramı gül kavramım içerecektir buna göre. Ya da örneğin aslan nosyonunu daha geniş olan hayvanlar, onu da başka bir nosyon, canlılar içerecektir. Bu dışlama ilişkisine dikkat edin. Spinoza’nın ünlü sözüne geliyor: “Her belirleme olumsuzlamadır”. Başka bir alanı dışlayarak bir şeyi tespit ediyorsunuz. Dolayısıyla “gül kırmızıdır” yargısı bir şeyi kendinden dışlıyor. Kırmızı olmayan gülleri dışlıyor önce, öteki çiçekleri varsaymıyor. Yargının işleyişi, evrenin tümünü varsaymayan bir anlayıştır. Mümkün olan bütün deneyimlere – “gülün nedeni vardır” ifadesini düşünün, bu a priori’dir; “çiçeğin nedeni var” dediğinizde, bu da a priori’dir- işte mümkün olan her şeye uygulanabilecek kavram türüne “kategori” diyor Kant. Kendisi üçer üçer dizerek on iki tane kategori tespit ediyor. Keyfinize göre bambaşka bir liste de çıkartabilirsiniz. Ama tek bir şartı vardır, o da zor bir şarttır: Mümkün bütün deneyim nesnelerine, tasarımlara uygulayabileceğiniz kavramlar olmalıdır bunlar. Sözgelimi, “her şeyin nedeni vardır”, “gülün nedeni vardır”: nedensellik kategorisi. Ya da totalite, bütünlük kategorisi, veya sınır: “her şeyin sınırı vardır”, deneyimin nesnesi olabilecek her şeyin bir sınırı vardır, her şey sınırlıdır. “Her şey zorunludur”: zorunluluk. Kategorileri böyle türetiyor, mümkün olan bütün deney objelerine, evrensel ve zorunlu olarak uygulanabilecek nosyonlara “kategoriler” deniyor. Kant’ın bu kategoriler arasında saymadığı yalnız iki evrensel ve zorunlu şey vardır. Kant kategoriler arasına zaman ve mekânı katmaz. Ama biliriz ki her şey uzam ve zaman içindedir. Peki niye katmaz bunları Kant? Söyleyebileceğiniz bir şey var mı, fikriniz var mı? [soru duyulmuyor] Tam olarak değil… Kategorilerin tanımına göre her şey uzamdadır, her şey bir uzama sahiptir, uzam içinde yer alır; her şey zaman içinde yer alır. Dolayısıyla bunun Kant tarafından kategori olarak tayin edilmesi lazımdı, “her şeyin bir nedeni” vardır gibisinden. Kant felsefesinde aslında çok esrarengiz bir noktadayız. Çünkü zihnin üçüncü yetisiyle ciddi ciddi uğraşmaya giriştiği zaman, özellikle Yargı Gücünün Eleştirisi’nde -bu üçüncü kitabı yaşlılık dönemi kitabıdır- karşılaştığı bir sorun şuydu: A priori sentezi haz ve acı duyma yetisi için yürütebilecek miyim? Bunun için çok uğraşıyor. Yer yer bir zorlukla karşılaştığını itiraf ediyor. O konuda iş çok karmaşıklaşıyor. Mekân ve zamanı dışarda bırakmasının nedeni o. Şimdi şöyle bir şey düşünün: Zaman, Kant öncesinde nesnelerin bir özelliği olarak düşünülürdü, nesneler uzam ve zaman içindeydiler. Dolayısıyla Aristo için zamansallık bir kategoridir, Kant için değildir. Çünkü zaman, açıkça söylemek gerekirse, insan zihninin algısına aittir, insan zihninin içinde olup biten bir şeydir. Kant’ın burada söylediği asla öznelcilik değildir.
Bunu örneklemek için Descartes’ın örneğini verelim, cogito diyordu: “Kuşku duyuyorum, öyleyse düşünüyorum, demek ki varım, öyleyse ben düşünen bir şeyim”. Dikkat ederseniz, Descartes bunu insanın tanımı olarak sunmakta çok ısrarlıdır. O zamana kadar Aristocu, skolastik düşüncede insan nasıl tanımlanırdı? İşte rasyonel bir hayvandır, akıl sahibi bir hayvandır ya da düşünen hayvandır. Dikkat ederseniz, bu türler ve cinsler içerisinde işleyen bir kategoriye bağlı olarak, predicat [yüklem] olarak tanımlanıyordu. Oysa bu, Descartes’la birlikte gelen bambaşka bir tanımdır, çünkü Descartes’la birlikte öznenin içerisinde bir zaman vardır. Descartes bu tanımında, “kuşku duyuyorum, demek ki düşünüyorum, öyleyse vanm, demek ki ben düşünen bir şeyim” zincirini “zamansız” diye niteler, çünkü bu, öznel, farklı bir zamana aittir. Kuşku duyuyorsam mutlaka düşünüyorum, bir düşünceden başka bir düşünceye, İkincisine zorunlu olarak geçerim. Sonsuz bir bilişsel, logical, mantıki zaman mesafesi içerisinde aralıksız geçerim; ispatı da bu tasarımların birbirlerine bağlanışlarıdır. Dikkat edilirse, Kant da Descartes’ın bu cogito’sunu alır; bu tür bir öznelliği, öznenin içerisinde geçen sonsuz kısalıktaki zaman sürecini kabul eder. Ama sonuncu bağlantıya, “öyleyse ben düşünen şeyim” bağlantısına gelince, o kadar acele etmemek gerek der. Bir şey olmak öznenin kendisine içsel değildir. “Kuşku duyuyorum” tamam, “düşünüyorum” tamam, ama “öyleyse ben düşünen bir şeyim”, bu farklı tınlayan şey. Kendi tanımına ihanet ettiği bir üçüncü nokta vardır Descartes’ın, Kant’a göre. Orada bir kategoriyi devreye sokmuştur, öznenin içerisindeki zamanı katletmiştir bir anlamda. Bu kategoriler meselesi bizim açımızdan çok önemli, çünkü bu üçüncü kitap a priori haz ve acı duyma yetisini ayrıştırmaya çalışır. A priori haz ve acı duyma yetisi ise bildiğiniz gibi zorunlu olarak yargılara bağlanacaktır. Bir yargı verirken bir şey konusunda, “bu güzeldir”, “bu iyidir” türünden olduğuna dikkat edin bir yargının. Yargılamak bu demek: “bu kötüdür”, “bu iyidir”. Yargının iyi ile kötü arasında olduğuna dikkat edin; “bu haz verir”, “bu acı verir” türünden işlediğine dikkat edin. Şimdi bu ne demektir o zaman? Bir süre sonra yazdığı Yargı Gücünün Eleştirisi adlı kitap elbette Kant’ın sanat felsefesinin temelini oluşturacaktır. Kategoriler yargı gücünü anlayabilmek açısından, yargı gücünün a priori olup olamayacağını anlamak açısından çok büyük önem taşıyor. Sözgelimi bilme yetim açısından aslan neydi? Etoburlar bir hayvan familyası, şu şu şu özellikleri var, bunlan betimleyici olarak ortaya koyarak aslanın bilgisini oluştururum, bunlar aslana nesne olarak tekabül ediyorsa bilgim tamamdır. Ama haz ve acı duyma yetisi açısından bakıldığında, aisthesis, hissetme açısından bakıldığında, insanın “aslan budur” yargısını bu türden bir bilgiye dayandırması zorunlu değildir. Mesela insanın kafasında şöyle bir tasarım olabilir: Uzaktan bir homurtu geliyor, ormandaki kuşlar havalanıyor, dallar sarsılıyor, bu aslandır. Bu tasarımların birleştirdiği, bu tasarımları tümüyle bilişsel olarak değil de “bu aslandır” yargısını verdirtecek şekilde örgütleyen başka bir zihinsel mekanizma olması gerekiyor. Kant bu zihinsel mekanizmayla çok baş edememiş, çünkü gerçekten tanımın elinden kaçan bir şey. Böyle bir zihinsel mekanizmanın a priori kurallarını oluşturamıyorsunuz.
E nerede ortaya çıkıyor bu zihinsel mekanizma? Güzelle ve doğayla ilgili, doğadaki amaçlılıkla ilgili olan “yüce” nosyonunda. Bir şey hatırlatayım, -Ortaçağ skolastiğine kısa bir geri dönüş- Duns Scotus vardır, özellikle Arap, Doğu eserlerinin bolca okunmaya başladığı bir dönemde, 13. yüzyılda yaşayan skolastik, realist bir düşünür. Onun türden, varlıktan, bireyden çok farklı bahsettiği olur, bunun gibi bir şey. Aslan canlılar arasında bir hayvan türü, etoburlar familyasından vs., bu bir bilgidir, realist bir bilgidir. Ama aynı zamanda başka türlü de delillendirilebilir aslanın varlığı, örneğin “burada bir aslan var” ifadesiyle. Dikkat ederseniz, bunun “güzel” konusunda uygulanışı – “bu güzeldir” yargısı- asla a priori olmayacaktır. Neden a priori olamaz? Çok emin değilim ama Duns Scotus’un daha önce de bahsettiğim haecceitas diye bir kavramı var Latince, zor bir terim. İşte bu yargının ta kendisi, yargı verme ediminin ta kendisi, aslan dediğimiz bir objeye sahip olduğunda, aslanın kendisini aşan bir tür aslan algısı, imgesi devreye girecektir. Aslanın hissedilmesi -işte yerler sarsılıyor falan-, ya da bir depremin hissedilmesi gibi.
Herhangi bir sanat eseri, sözgelimi resim nasıl işler? Bir müzik parçasında hissettiğiniz bir aslan vardır, bir kükreyiş; asla aslan değildir, ama bir müzik parçasında aslanı hissedersiniz, bir duyuş olarak hissedersiniz. Elinizden kaçan bir nosyondur bu, “İşte aslan!” dediğinizde bu bilişsel bir aslan değildir, ancak sanat eserinde mümkün olan bir aslandır ya da doğrudan yaşam içerisinde mümkün olan bir aslandır. Bir yerli ile aslanın karşılaşmasını düşünün. İşte galiba tam da bu yüzden üçüncü yeti için a priori bir yargı Kant tarafından bulunamadı, ya da a priori olabileceği ispat edilemedi diyelim; çünkü yaşantının, yaşamın ta kendisinin, aklı aşan, sahip olduğumuz akıl yetisine baskın çıkan, onu alıp götüren, peşine düşüren bir noktası var. Mesela doğanın bir amacı var mıdır? Kant için bilme yetisi buna cevap veremez, isteme, arzulama yetisi doğanın değil, bizim bir amacımızın olup olmadığını anlatır. Tanrı’nın bir amacı var mıdır? Spinoza bunu radikal şekilde reddetmişti. Tanrı bilinebilir mi? Kant’a göre bilinemez. Çünkü Tanrı bir idedir ve ancak ikinci yetiyle ilgili olarak söz konusudur. Çünkü Tanrı’nın bir görünüşü yoktur, sadece ahlaki açıdan, ahlaki bir bağ olarak varoluşu vardır, bilinebilir bir şey olarak varoluşu yoktur. Bilme yetisi açısından Tanrı diye bir şey hesaba katmıyor asla Kant. Ama üçüncü yeti söz konusu olduğunda, yani doğayla insanın gerçek anlamda temas ettiği yeti söz konusunda olduğunda Tanrı ne oluyor? Tanrı bir anlamda doğadaki amaçlılığın kanıtı oluyor her şeyden önce. Bilme yetisi açısından ya da arzulama yetisi açısından, “doğanın bir amacı vardır” diyemiyorsunuz, özellikle arzulama yetisi açısından doğanın hiçbir amacı olamaz. Ama zihnin hissetme yetisi açısından doğada bir amaçlılık varmış gibi gözlemlediğiniz anda, yüce bir şey karşısında olduğunuzu düşünüyorsunuz: Kant’ın ünlü sublime nosyonu, yani bir huşu duygusu. Doğa karşısında duyulana “huşu” diyor, sanat eseri karşısında duyulana ise “güzellik hissi” diyor. İkisi aynı kökenden, yalnız huşuyu daha olumsuz, daha sert ve daha esrarengiz bir duygu olarak tanımlıyor. Ondan sonra Yargı Gücünün Eleştirisi elbette bu tür duyguların, temelde de bu iki duygunun -sanat eserindeki güzellik duygusu ile huşu duygusunun- arasında ve üzerinde bir tartışmaya dönüşüyor, buna katılan duyguların, tasarımların nasıl işlediği ele alınıyor, böylece Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi bitimsiz bir tartışmaya dönüşüyor. Bizim açımızdan bu işin önemi, görsel olsun olmasın bir sanat eserinin her şeyden önce zorunlu olarak bir tür kompozisyon olduğudur. Ama bu kompozisyonun içindeki yargılar, tasarımlar bilişsel biçimde örgütlenmiş olmak zorunda değil, o zaman bu sanat eseri olmaktan çıkar. Arzulama yetisi açısından da örgütlenmiş değildirler, Kant o konuda çok emindir. Bir elma resmi sizde onu yeme ihtiyacı uyandırmadığı ölçüde sanat eseridir Kant açısından. Bir elma elbette huşu vermeyecektir insana, ama mesela bir an şöyle düşünemez misiniz: Elma ağaçlan, hafif bir esinti var, arkada güneş batıyor. Bu, Kant’ın doğadaki sublime, yüce dediği şeye tekabül eder. Arzulanır değil, bilinebilir değil, orada artık elma ağacıyla bilişsel olarak ilgilenmiyorsunuz, onu arzulamıyor, yemek istemiyorsunuz, bütün bunlar askıya alınıyor ya da aşılıyor. Akıl imgelem tarafından aşılabiliyor; akıl böyle bir durumla baş edemiyor, yasamasını koyamıyor. O zaman bu iki duygudan birisine kapılmışsınız demektir: güzellik yargısı ve yücelik üzerindeki yargı, sözgelimi dünyaya saygı duyma hali. İlginçtir, Kant tuhaf biçimde saygı türünden insan duygularını estetik alanda düşünür de, ahlak açısından, “aklın pratik kullanımı” dediği alan açısından düşünmez. Çünkü saygı duygusu, emredildiği için var olduğu durumda tümüyle kültürün alanına aittir, duygu falan değildir, orada özgür de değilsin. Ama bu üçüncü yeti içerisinde, üçüncü yetinin bir anlamda çıldırması, akim ötesine geçmesi çerçevesinde genel olarak kâinat karşısında duyduğunuz bir kozmik saygıdan da bahsedebilirsiniz ki herhalde Kant’ın da üçüncü eleştiriyi yazarken arzuladığı böyle duyuşu hissettirmek. Bu açıdan Kant’ın Spinoza’ya çok benzer bir tarafı var.