…sanki görev geçmişin kapı bekçiliğini yapmak —ki, dışarı ancak geçip—gitmişler çıkabilsin, olup—bitecekler adım atamasın!
Friedrich Nietzsche
Tarihin Yaşam için Yararları ve Sakıncaları Üzerine
(Unzeitgemaesse Betrachtungen II, 5)
1.
Felsefe tarihine, ‘eleştiri’ duygusunu bilinçli dizginleyerek bakmaya, felsefenin geçmişini her yönüyle, her yanıyla evetlemeye, hiçbir şeyi dışarıda bırakmamaya çalışma, ‘müteşekkir’ olmaya çalışma, bir yer geliyor, çıkmaza sokuyor kişiyi: Yüzyıllar boyu gıdım gıdım gerçekleştirilmişleri yıkan, adım adım açılmış yolları tıkayan, bu yollardan gidilerek ulaşılabileceklerin önünü kapayan bir filozofla karşılaşınca…
Felsefe yol açmaksa, yol tıkayan, hem de açılmış, önemli, değerli yolları tıkamaya çalışan bir filozofa ne demeli? Başlangıçtaki sayıltımızdan, felsefede ilerlemenin olduğunu düşünmekten mi vazgeçmeli? Felsefenin yerinde saydığı, yalnızca bir “dünya görüşleri” çatışması olduğu yollu yaygın anlayışa boyun mu eğmeli? Yoksa, bir ayıklamaya girişip, böyle bir filozofu, “geriye bir adımdır” diye, düşündüğümüz gelişme yolunun dışına atmaya; “böyle filozof olmaz, öyleyse bu filozof, filozof değildir” diye kestirip atmaya mı yönelmeli?
İki yol da çıkar yol değil.
Felsefeyi ilerlemesiz, gelişmesiz görmek demek, onu felsefe tarihine indirgemek; bilgilerin en önemlisini sağlaması beklenen bir bilgi dalını, antikacı bir filoloji uğraşısına dönüştürmek demektir. Felsefeyi, çağı, kendi çağı üzerine kendisi bir şey söyleyemeyen, “konu”larının yüzyıldan eski olmasına özen gösteren bir geçmiş didiklemesi haline sokmak demektir. Kendi çağında/ kendi çağına/kendi çağı için bir şey söyleyemeyen felsefe neye yarar ki?
Öte yandan, kendi felsefe anlayışımızdan, tanımımızdan yola çıkıp, buna uyanlara “filozoftur” demek, uymayanları felsefenin dışına atmak da, aynı oyuna (ama ters taraftan) gelmektir: ‘Müteşekkir’ bir felsefe anlayışının karşı çıkması gereken “akım”, “okul”, “—izm” anlayışlarının zaten yaptığıdır bu; bunu yapmak da felsefenin geçmişini bölmek, etkisiz kılmaktır.
Birinci yol aynılaştırıcı, ikincisi ise ayrılaştırıcıdır. Biz, öyleyse, her ikisinden de kaçınmak istediğimize göre, tutacağımız yol hem aynıları ayrılaştırıcı hem de ayrıları aynılaştırıcı bir yol olmalı.
Not: Yazı boyunca tek tek söylenenlere ayrı ayrı gönderide bulunulmamaktadır.”Özgürlük” tematiğinin Hegel’deki gelişmesi çizilirken genellikle Fenomenolojiyi ve Tarih Felsefesi‘ne dayanılmış, “özgürlüğün” “bilim sistemi” içindeki yeri için Mantık Bilimi‘ne başvurulmuştur. Kant için ilk iki Eleştiri; Popper için de (bilim bakımından) Araştırma Mantığı ile (Hegel bakımından) Açık Toplum ve Düşmanları’nın II. cildi ve Tarihselciliğin Sefaleti yol göstericidir.
Hegel konusundaki düşüncelerimin oluşmasına, Tübingen Üniversitesi’nde Hegel seminerlerine katıldığım K. Hartmann’ın —kendi hiç de onaylamayacağı bir yönde— bulunduğu katkıları burada anmak isterim.
Bu yazı 1978 yılı sonlarında tamamlanmıştı; sonradan, Alexandre Kojeve’in Hegel “Okuması” ile tanıştım. Ne yazık, bu “Okuma”nın, burada geliştirilmeye çalışılan eleştiri için taşıyabileceği önem, yazıda hesaba katılamamıştır. (Yine de, bu konuda, Defter’in bu sayısında yayımlanan “Efendi—Köle Dialektiği” başlıklı çeviride yer alan Kojeve metnine bakılabilir.)
2.
Bir filozofu temelinden kavramak, onun sorununu bilmeyi gerektirir: Yani, bir yandan ona ilk felsefe yapma gereksinmesini duyuran dert; öte yandan da bütün yaptığı felsefe boyunca getirdiklerinin düzelticisi olarak görülebilecekleri bozukluk anlamında sorunu.
Bu gözle bakıldığında, bu anlamda “sorun”, filozofun bütün yapıtı kadar belirli; dahası, filozofun o kişi olması kadar biriciktir —böyle olmakla da değişmezdir, kendine—özgüdür.
Öyleyse, filozofu anlamak demek, sorununu kavramak demektir; görüşünü anlamak demek, bu görüşün neyin çözümü olduğunu kavramak demektir.
3.
Hegel’in sorunu nedir?
Bu soruya, kestirme, tek sözcükle verilebilecek bir yanıt var: “Özgürlük“.
Şimdi bunu açımlamaya; Hegel’e, özgürlüğün, niçin ve nasıl sorun olduğunu anlatmaya çalışalım:—
Hegel’in dünyası, özgürlüğü bir sorun durumuna sokan bir dünyadır. Belirlenmiş bir dünyadır bu; başından, nelerin olup—biteceği, nasıl, hangi sırayla olup—biteceği, sonuna dek belirlenmiş, “konmuş”tur. Her şey, “dünya tarihi”, bir sona doğru akıp gitmektedir; zorunlukla, bir başlangıçtan başlamış, zorunlu bir ‘mekanizma’nın işlemesiyle belirlenen aşamalardan geçerek, kaçınılmazca, biteceği sona doğru akmaktadır. Bu akış içinde, eyleyenler olarak tek insanların yapabilecekleri tek şey, sürüklenmektir. Napoléon Bonaparte, “ata binmiş dünya—tini”dir. Tek tek kişiler bir yana, “halk”lar, “devlet”ler bile etkisizdir “dünya tarihi”nde; birer “öge”dirler yalnızca, önceden kurulmuş makinanın cıvataları, dişlileridirler olsa olsa. Akışın kendisinden başka her şey akışa kapılıp sürüklenir; akışın akması bile akışın “elinde” değildir; o da, kaçınılmazca, akar. Böylece de, yapmak aldanmaktır, yaratmak oyuna gelmektir bu dünyada; çünkü ne yapacak bir şey vardır, ne de yaratacak; her şeyi yapan, her şeyi yaratan, yaratmış olan bir şey vardır — bir şeyler yapmaya çalışmak, yaratmaya çalışmak, O’na alet olmaktır, O’nun planının uygulayıcısı olmaktır.
Eylem olanaksızdır.
Eylemin olanaksız olduğu yerde de, özgürlük, boş bir laftır.
Oysa, yirmi üç yaşındaki devrimci öğrenci Georg, 1793 yılının 14 Temmuz’unda, Tübingen’de, liberté’nin beşinci doğum gününü kutlamıştır, dostları Hölderlin ile, Schelling ile birlikte, diktikleri “özgürlük ağacı’nın çevresinde kol-kola şarkı söyleyip dans ederek.
Nasıl özgür olacak Georg- ne yapacak?
4.
“Aydınlanma” alacakaranlığa dönüşmektedir.
Krallarını, “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgeleri”ni, devirerek içinde yaşayacakları aydınlık dünyayı kendileri (“sözleşme”yle) kurmaya girişmiş insanların göğünü, yıktıkları ile karşılaştırılamayacak büyüklükte gölgeleri olan bulutlar kaplar. XIX. yüzyılın “Devlet”i oluşmaya başlamış; Kant’ın “aklı”yla “yaratıcı” insanı, elini-kolunu bağlayan “Tarih” akışına kapılmış sürüklenmektedir. İnsan edilgendir artık -kendi dışında, kendi ‘katkı’sı olmaksızın oluşmuş bir gelişmenin, önceden belirlenen yöneliminin bir öğesi olmaktan öteye geçemeyen, nesnesidir. “Karanlık Çağlar”ın, kıyameti bekleyen suskunluğu çökmektedir “ihtiyar Avrupa”nın üstüne.
Genç Hegel’e olduğu kadar yaşlı Kant’a da mutlu bir başlangıç gibi görünen, Avrupa’nın düşünen kafalarına bir özgürlük muştucusu gibi gelen 1789, günler geçtikçe, kafalar sepetlere yuvarlandıkça, garip, insanlık dışı bir görünüm alır. -Kant, “Ebedi Barış”ı sağlayacak ilkeler arasında, tek kişi yönetimlerinin kaldırılmasını, “federatif cumhuriyet”lerin kurulmasını öngörmüştü. Oysa, başarısız, kanlı “Cumhuriyetler”in peşinden gelen Napoleon, özgürlük yönetimlerini bütün Avrupa’ya yayma yoluna; Avrupa’nın özgür birliğini sağlama yoluna çıkmış gibiyken, kendini İmparator ilan ettiriverir- Beethoven de “Eroica”nın başından siler onun adını, kağıdı yırtarcasına.
Yaşıtı Hegel’e sorsaydı, düşmezdi bu yanılgıya.
Tarih‘in farkına varmaktadır Avrupa insanı ilk kez: Teklerin, karşısında güçsüz kaldıkları o gücün. “Kahramanlar” yoktur artık; ata biniliyorsa, Tin’dir orada eğerde oturan. Eylem, ‘tarihe karışmış’tır artık. Prometheus övgücüsü Goethe bile, devletin ‘müşaviri’dir artık; Kraliyet ailesi geçerken kenara çekilir, şapkasını çıkarır, selama durur -bir tek Beethoven kalmıştır kahramanlık tutkusunu inatla sürdüren.
Dersini ilk alan ise Hegel’dir: Akıntıya karşı kürek çekilmez…
Büyük bir bıkkınlığın Evet’idir Hegel: Kabullenir.
Bütün Yeniçağ felsefesi bir karşı-çıkma, bir düzeltmeye-çalışma, bir “böyle olmaması-gerekir” deme iken, Hegel uyar, ayak uydurur; “böyle işte, başka türlü de olamazdı zaten” der. Ortaçağ’ın ‘tevekkül’ü, şu yorgun iyimserlik ile umutlu bezginlik karışımı tutumdur onunki -en alçak alçakgönüllülük ile en büyük burnubüyüklüğü bir araya getiren tutum:-
Elimden bir şey gelmez; her şeyi yapan, her şeyi belirlemiş, her şeyden üstün bir güç var -ben neyim ki: “tozun tozcuğu” … Ama, O’na boyun eğer, O’nu izler, O’nun hikmetine nûfuz edersem, her şeyi anlayabilir, her şeyi kavrayabilir, her şeyi bilebilirim.
Hiçbir şey yapamam, ama, her şeyi bilinçlendirebilirim.
Tek özgürlük olanağım, her şeyin nasıl belirlenmiş, nasıl zorunlu olduğunun bilincine ulaşmaktır: Tam özgürsüzlüğümün tam bilinci, tam özgürlüğümdür.
Ben, Georg Wilhelm Friedrich, bir hiçim; ama, her şey olan Tin olabilirim aynı zamanda.
“En el hak”…
5.
Seyircinin özgürlüğüdür bu.
Bunda ne var ki? denebilir -bir filozoftan söz edilmiyor mu zaten; felsefe de bir seyir (theorein/speculare) değil mi ki zaten?
Evet öyle; ama felsefe özgürlükten söz ederken, söz ettiği yalnızca filozofun elde edebileceği bir özgürlükse, bir bozukluk olmalı bunda- felsefenin söylediği bütün insanlar için geçerli değilse, geçersizdir. (Descartes, “ego cogito, ergo sum” derken, bir”ego”izm sistemi geliştirmeye, yalnızca kendi varoluşunun bilgisine ulaşmaya çalışmıyordu herhalde; ya da Wittgenstein, “Dünya, benim dünyamdır” derken, kendinden başka insanlara kapalı bir dünya kurmak değildi istediği…)
Oysa Hegel’in özgürlüğü, yalnız ve ancak Hegel’in özgürlüğüdür:
“Tin”in kendini açığa çıkarma süreci”nin bilgisi, bu bilgiye ulaşmışlar ile ulaşamamışlar arasında kökten bir fark yaratır. Bir anlamda, böyle bir bilen, işlerin ‘aslını’ bilir; bu da ancak onun bilgisidir; oysa öteki ‘faniler’, bilmeyenler, Tin’in oyuncağıdırlar yalnızca; bilinçsizce, onun planına alet olurlar, sürüklenirler. Üstelik, bu bilen’in bilgisi de bunu gerektirir: bütün (öteki) insanların, (kendi dışında) bütün dünyanın böyle alet olmasını, sürüklenmesini gerektirir -onun bilinci, ötekilerin bilinçsizliği üzerine kuruludur. –
Arena’da kan-ter içinde boğuşanları seyreden ‘theoretikos’, küçümseme hor görme arası bir yükü olan bir tepeden-bakma içindedir; gladyatör’lerin ölüm-kalım savaşımı gülünç gelir ona, palmiye yapraklarıyla yelpazelenerek üzümünü yerken ….
(Şimdi, Hegel’in, 1806’da, geceleyin, odasında, Jena meydan savaşının top sesleri uzakta yankılanırken, Fenomenoloji‘nin son, “Mutlak Bilme” bölümünü yazışını gözümüzün önüne getirebiliyoruz.)
Georg Wilhelm Friedrich, özgürlüğünü bulmuştur bulmasına; ama, sessizlikle çevrili bir özgürlüktür bu -“… kavram, kendisini, özgür, dışsallıktan kendi içine dönen bir varoluşla yüceltmiş, Tinin Bilimi‘nde kendi özgürleşmesini kendisi tamamlamış ve kendi en yüksek kavramını Mantık Bilimi‘nde bulmuştur”, ama bu özgürlük yalnız komuştur onu. Hem de, örneğin Zerdüşt‘ün “Zeytin Dağı”ndaki yalnızlığı da değildir bu: sadece insanların ‘üstünde’, onları ‘aşmış’, onların ‘ötesinde’ bir yalnızlık değil, insanların silindiği, birer gölgeye, birer hayalete indirgendiği, belli-belirsiz biçimler, uçucu görünüşler olup çıktığı bir yalnızlıktır bu -çağdaş ‘totalitarianizm’in babası olan Hegel (Popper) “çağdaş” toplumbilimin “toplum/birey” kavramlarının da babası oluyordu…
6.
Oysa Kant bambaşka bir yol açmıştı özgürlüğe: “Erdemli, ahlaklı, hatta bilge olmak için, bilime ve felsefeye ihtiyacımız yoktur” demişti.
Eylem özgürlüğüydü bu; seyircinin değil, yaşayan kişinin özgürlüğü; ‘bilgi’ye değil, eyleme dayalı özgürlük…
Bunun yasası da, yaşayan, eyleyen kişiyi, insanlık topluluğuna sokan, ancak o topluluğun bir üyesi olmasıyla özgür kılan, ancak bütün insanlar için, onlarla birlikte gerçekleştirilebilecek bir yasadır.
7.
Peki, yok mu Hegel’in düşündüğü türden bir özgürlük olanağı? (Ona karşı çıkışımızın temeli, ‘sürü’ye, ‘yığınlar’a başvurma diye anlaşılmamalı; günümüzde otomatik bir eleştiri mekanizması olarak işletilen “antidemokratiklik”, kendi başına, hiç de bir eleştiri değildir – “çağdaş” anlamıyla “herkese/eşit özgürlük” de çıkmaz bir yoldur.)
Var. (Üstelik de “çağdaş” düşünce özgürlüğü”nün bulanık kavramındaki “düşünce yayma sertbestisi” katışığını ayıklarsak, geriye kalan; bir insan etkinliğinin olanağıyla ilgili, özdür bu:-)
Düşünme özgürlüğüdür bu; yani kişinin kendi çabasıyla elde ettiği bir bağımsızlıktır. Bu elde etme için de Hegel’in “diyalektik gidiş”i gerçekten yol gösterici: Kişinin “dış” “belirlenimleri”nin “bilincine vararak”, adım adım, bunları “olumsuzlayıp” “ortadan kaldırması”, “kavramın kendi alanına” ulaşmaya çalışması- ‘felsefi’ kılıfından çıkarırsak: Belirli bir konuda düşünmesini, bir kanıya varmasını yanlılaştırıcı etkenleri (örneğin ‘eğitim’inin verdiği bakış biçimini, ideolojik çıkar-savunma ‘düşünce’lerini, v.b. -Nietzsche’nin deyimiyle “tek-yanlı beslenmesi”nin etkilerini, bilinçlendirerek, bunları belirleyerek, nerede, ne kadar, nereye kadar etkileri olduğunu görerek, ayıklaması, bunlara karşı önlemler alması, böylelikle de düşünülecek konunun kendisi neyse, o konunun kendisine yönelmeye çalışması … (Böyle bir çaba, bir yandan felsefeyle uğraşmanın olanağını oluşturur, bir yandan da ancak felsefeyle uğraşmak böyle bir olanağı kazandırır kişiye -bunun bazen ne denli güçlü bir kısır döngü olabildiğini, belirli bir ‘okul’a, ‘-izm’e, ‘bakış biçimi’ne saplanıp kalmış felsefecilere bakarak görmek kolay…)
Bu da bir ideal tabii ki; bunu gerçekleştirmeye çalışma da “sonu gelmeyen bir yenilgi”dir ancak: yani, kişi hiçbir düşünce durağını son durak bellemiyorsa, dur-durak tanımadan kendisini hep yeni düşünme olanaklarına, yeni bakış biçimlerine açık tutma yönelimini elden bırakmıyorsa ‘olanaklı’dır bu ‘gerçekleşme’ ancak -bu olanak, hiçbir zaman gerçekleşemeyeceği bilinci yoluyla gerçekleşebilir ancak.
Ya Hegel? –Tarih Felsefesi derslerine başlarken, “bu bütünü [tinin kendisini açığa çıkarma sürecinin bütünü olan “Dünya Tarihi”ni] ben biliyorum zaten” der- öğrencileri de öğreneceklerdir şimdi: “Ben zaten biliyorum” diyen filozof, felsefeye ihanet içindedir: Fenomonoloji‘ye başlarken de amacının “felsefenin artıkbilme sevgisi olmayı bir kenara bırakmasını ve gerçek bilme olmasını sağlamak” olduğunu söyler -“felsefe, bilim olmaya yükseltilecek”tir; bunun “çağı gelmiş”tir.
Ne denli ‘çağdaş’tır Hegel…
Oysa Kant, “bilgiyi ortadan kaldırıp, inanca yer açmaya” çalışmıştı. -Bu inanç ise, Hegel’in öğrencilerinden iste(meye kalkışmadığını söyle)diği, “aklın her şeye egemen olduğu” inancı değil, kişinin kendisinin, eylemleriyle, dünyada bir şeyler değiştirebileceğine, kendine koyduğu amaçları gerçekleştirebileceğine, bir şeyleri başlatabileceğine, sürdürebileceğine, katabileceğine inançtır. İnsan dünyasını kuranın “tin” değil, tek tek insanların (kişilerin) eylemleri olduğuna inanç.
Kant da ne denli ‘çağ-dışı’ …
10.
Hegel’in bu ‘bilgi’ temelli özgürlük anlayışına karşı çıkışıma şöyle karşı çıkılabilir:
Bilgiyi önemsiz sayan bir özgürlük anlayışı, sonunda kör eyleme varan bir yol açmaz mı? Eylemimin sonuçlarını, etkilerini hesaplamadan, bilmeden eylemde bulunmak, bir yandan eylemimin başında yer aldığı neden-etki zincirinin, kendi -artık- belirleyemeyeceği bir biçimde başını alıp gitmesine daha başından izin vermekle, kendisini erdemsiz kılmaz mı?
Bu eleştiri, büyük çapta, Hegel etkileriyle olanaklı kılınmıştır çağımızda:
Dikkatli bakılırsa, bu sonuçlarını-hesaplama-mantığı sonuna kadar götürülünce, eylemin ortadan kalktığı görülür -her iki anlamda da: Hem, böyle bir hesaplamayı tam yapmaya kalkışan, hiçbir zaman eylemeye başlayamaz, çünkü bu hesaplamanın sonu gelmez (eylemimin / etkileri nerelere, ne kadar ulaşır -böyle bir ‘bilme’nin sonu olamaz); hem de eyleme böyle, sonuçları-açısından-bakma-mantığı da, sonuna kadar götürülebilse, eylemde de bulunulabilse bile, böyle bir eylem, kendisinden önce ve sonra sürüp giden bir nedenler-etkiler dizisinin ortasında bir yerlerde sıkışıp kalır, hiçbir zaman eylem olamaz. Çünkü kendisini belirleyen ‘bilgi’, bu önceki ve sonraki nedenlerin-sonuçların bilgisi olarak, eylemi ancak böyle bir çerçevede olanaklı görür; dolayısıyla da onu bu çerçevede olanaklı kılar -yani eylem olarak olanaksız…
Bu yüzden, eylem, bir noktada, ancak bilmeyi kırıp açabiliyorsa, onun sınırlarını aşabiliyorsa eylem olabilir, yani, bir şeylerin başlatılarak gerçekleştirilmesi olabilir -yoksa, eyleyen, hazır, ortada zaten bulunan ‘gerçekler’le ‘başka-türlü-olamazlar’la sınırlanmış, boynunda ‘olan’ın tasması, çapını ‘bilgi’ ipinin oluşturduğu bir çember içinde dönenip durur; öteye, ‘başka-türlü-de-yapabilirim’e geçemez. (Dahası, bilginin kendisi için bile – yani yeni bilgi üreten araştırıcı için bile- bu ip boğucudur: ‘Araştırma’ konusunda en katı bir denemecilik/denetlemecilik görüşünü savunan Popper bile, bilginin ilk ortaya konuşunu -“bilimsel hipotezin kuruluşu”nu- “gözü-pek bir tahmin”e / ‘neredeyse şiirsel bir sezgi”ye bağlar.)
11.
Hegel’in Kant karşısında ne denli geriye adım olduğunu görüyoruz şimdi:
Kant’ın ortaya koyduğu özgürlük görüşü, bu bilme- eyleme karıştırmasını kaldıran, bilmeye de eylemeye de kendi alanlarını kazandıran bir görüştür: Bilme, özgürlüğün ancak olumsuz bir kavramına sahip olabilir -“kuramsal akıl için özgürlük ide’si sorunludur”: Tek bilebildiğim, doğal olaylar dizisinde yer almayabilecek, başka türden bir nedenselliğe dayanabilecek bir eylemin olanaklı olduğudur; bu olanağın gerçekleşme koşullarını ise bilemem -bunlar ancak yaparak ortaya çıkarabileceğim koşullardır. (Önceden) bilebilseydim bunları, zaten, özgür olamazdım.)
Ama, bu, ilk bakışta uçsuz-buçaksız görünebilecek olanaklılık alanı, aslında çok sıkı bir sınırlanmışlığın alanıdır: Dışarıya doğru sınırları yoktur – olanaklı eylemlerim sınırsızdır; ama, içeriden, belirli, tek bir eylemimi özgür (dolayısıyla erdemli) kılan koşullar kesindir, belirgindir-yasa konusudur.
“Yasa” ise, temelde, şunu söyler: “Eyleminin belirleyicisi kendi kendine koyduğun bir yasa ise, özgürsün” -yani yasa, kendi kendine yasa koyma yasasıdır. Yasa, “kendine yasa koy” der…
Buna yapılabilecek ‘kısır döngü’lük, ‘tautolojik’lik karşı çıkışları bir yana (onları gidermek kolay), şu bizim bilgi-özgürlükçüsü hemen itiraz edecek yeniden: “Başına buyrukluk, gelişigüzellik, rastlantısallık” diye.-
Hiç de değil: “Kendine yasa koy” diyen yasa, en üst düzeyde bir belirlenme ister eyleyenden (Kant, bunun, yani özgürlüğün, bir nedensellik çeşidi olduğunu söyler): Eylemimin ölçüsünü yasa kılan koşul -yani onun yasa olabilmesinin koşulu- o denli belirleyicidir ki, onu ya en kesin genelgeçerlik ve zorunlukla donatır, ya da bir hiç kılar.
Bir durumda yaptığımla, ancak ve ancak o yaptığım yapıldığında, her bir durum, her bir insan için zorunlu-geçerli olanı gerçekleştirebiliyorsam, özgürüm -bu da, kendime koyduğum bir yasaya boyun eğmemle aynı şeydir.
12.
Bu düşünceyi anlamak hiç de kolay değil -hele biz XX. yüzyıl insanları; eylemin, “her şey yapabilirim” ile “hiçbir şey yapamam” uçları arasında hiçleşmiş, tepemize binen ‘tarih’in altında ezilen, kısırlığımızı bol bol tıkındığımız ‘bilgi’ lokmalarıyla erdem kılmaya çalışan biz ‘çağdaş’lar için…
13.
Bunu kavramamıza belki Nietzsche yardımcı olabilir –bizim geleceğimizin çağdaşı olan Nietzsche:
“Kanla ya(p)ın; göreceksiniz ki kan, tindir.”:-
Bir eylem gerçekten benim eylemimse; hiçkimse ile paylaşmadığım bir erdemin, benim kendi erdemimin zorunlu bir sonucuysa; kendimi bir bütün olarak içine yerleştirebileceğim bir eylemse; ben, o eylemle en çok kendim olanı gerçekleştirebiliyorsam-
-Kesmek zorundayız bu tümceyi de: Kant’tan geçtik, Nietzsche’nin bile çağdaş olduğu yerlere, “yelken açılmamış denizler”e açılıyoruz -geriye, Hegel’in çağına, Kant’ın gerisine, “Karanlık Çağlar”a dönelim- -bugüne…
14.
Çağdaş insanın kafasına en açık gelen ‘hakikat’lardan biri şu herhalde. Şimdi, geçmişin ürünüdür. Bugüne belirleyen dündür.
Tersini düşünsek -ya, bugünü belirleyen yarındır, desek; ya, şimdiyi gelecek belirler, desek?…
Çağdaş insanın kafasına (Hegel’e) en aykırı şeyi söylemiş olurduk…
15.
Oysa eylem, zorunlu olarak, gelecek-olanca belirlenir -bir eylemi eylem kılan, gerisindekiler değil, ilerisindekilerdir –amaçlardır eylem belirleyicileri, nedenler değil…
En yalın, en gündelik yapıp-etmelerde bile görülebilir bu: Acele acele yürüyen bir insanı çevirip sorun, “ne yapıyorsun?” diye -örneğin, “otobüse yetişeceğim” der: arkasından gelenler değildir onu ‘belirleyen’, önünde gidenlerdir; bir “ne-için“i vardır, bir”ne-den“i değil -bulunabilecek’ neden’lerin ‘etki’leri var sayıldığında bile, onlara, farklı yapıda, farklı varlık tarzında nesneler olarak, tamamıyla indirgenemeyecek niçinler kalır geriye yine de: Arkasından kovalayanlar bile olsa, bu kez örneğin kurtulmaktır istediği; kurtuluşa ulaşmak için koşmaktadır, korkudan dolayı koşuyor bile olsa.
Her eylem, bir yönelmedir -ileriye, yarına.
Eylemin tempusu, futurum’dur.
İnsan, şimdide, geleceği yaşar, geçmişi değil.
16.
Hegel’in ne denli çağdaş olduğunu görebiliriz şimdi -ya da, çağımızın ne denli Hegel etkisi altında olduğunu-: Bu son söylediğimizi söylerken bile; bugünü geçmişle -çağı Hegel’le- açıklarken bile, aynı oyuna geliyoruz!-
Öyleyse, şöyle söyleyelim: Hegel her çağda çağdaştır. Bu söz bir iltifat olabilirdi; ama işi değiştiren şu nokta: Bir filozof, her çağda çağdaştır -tek bir çağ dışında: kendi çağı…
Her bir çağın filozofudur Hegel; bunun yolunu hazırlar:-
Hcr çağın yaygın anlayışları, “dünya görüşleri”, kendilerine ‘modern’ derler; ‘eski’ çağlara göre “ileri”, “gelişmiş” görürler kendi çağlarını; ‘eski’lerin yanlışlarının düzeltildiği, ayıklandığı, onların ortaya koyduklarının biriktiği bir ortamda görürler kendilerini -“ileride” nasıl “daha ileri” olunabileceğine pek akılları ermez: Olsa olsa hep böyle sürebilir işler ‘gelecek’te de; “daha iyisi” olamaz ki. -Ya da, burada durulabilir artık, daha ileri gitmeye gerek yoktur: Daha ilerisi olamaz zaten- ” ‘Mutluluğu biz keşfettik’ deyip, gözlerini kırpıştırırlar”…
Kendi gününün ‘resmi filozofu’ haline gelen [Popper’a bakılırsa, birçok görüşünü Prusya Devleti’ne yağ çekmek amacıyla ortaya koyan!] Hegel, böylelikle herbir çağın çağdaş filozofu olmuştur –çağdaşlığın filozofu.
Oysa filozoftan beklenen [daha doğrusu filozoflarda gördüğümüz], çağdışılığın adamı olmaktır: Kendi çağına karşı biriktirdiği güçle yapar filozof yaptığını; bu da onu her bir çağda çağ-dışı, ama bütün çağlarda çağdaş kılar -bütün çağlarda çağdaş olmak, hiçbir çağın çağdaşı olmamaktır.
Hiçbir filozofun çağı yoktur; oysa her çağ, Hegel çağıdır.
17.
Temelde ise şu: Boyuna özgürlükten dem vuran Hegel’in, özgürlüğe inancı yoktur aslında: “yapıp-etme, törellik alanının huzurunu bozar”; “eylem suçtur”.
Çünkü eylem, gerçekten özgür eylem olarak ortaya çıktığında yeni bir şey katar dünyaya; daha önce bulunmayana yönelir, onu gerçekler. Bu ‘dünya’, insan dünyasıdır -aslında yeni bir şey bile dememek gerekir: Bu dünya tümüyle böyle eylemlerin ürünüdür. Özgürce yaratılmış bir dünya…
Hegel’in ise böyle bir dünyaya inancı yoktur. “Aile”, “halk”, “devlet” gibi “genellikler” içinde yürüyen “törellik dünyası”, ancak “tekilliğe kadar varabilir, tikelliğe değil” -yani, kişi yoktur hesapta …
Oysa eylem kişi işidir; özgürlük ise “genelliğe karşı getirilmiş tikellektir” -bunu gayet iyi bilir Hegel, ama siler, suç ilan eder. [Bir tarihsel ayraç açalım: Hegel’e ilk karşı çıkanların, Schopenhauer ile Kierkegaard’ın ona karşı kullandıkları silah da tam budur: “principium individuanis” ile “tek-olan”, yani, kişi…]
18.
Bu da, dönüp dolaşıp değindiğimiz, Hegel’e karşı çıkmamızın ‘en son’ niçinine getiriyor bizi: Hegel, Georg Wilhelm Friedrich olmasını silme çabası içindedir aslında; olanağını -belki de gerçekliğini- pekala bildiği kişiyi silmesi, kendisini, kendi kişiliğini silme çabasıdır aslında. [Kitaplarında, adının altına “Kraliyet Mineroloji Derneği Üyesi” ibaresini koymak, nasıl bir benlik- tasarımının belirtisi sayılmalı acaba?!]
Filozofun kişiliğine dayanmayan, en azından ilk esinini, ilk kaygısını, çabasını, ilk kızgınlığını, öfkesini filozofun kişiliğinde bulmayan bir felsefe görüşü –felsefe görüşü olarak yine de kaçınılmazca bu dayanmayı, bu bulmayı içereceğinden- felsefenin yadsınmasının felsefesi olabilir ancak. Eylemsiz, kişisiz bir felsefe, filozofsuz felsefeye gelir dayanır: Kalemini güdecek bir “tin”e sığınan felsefe yazarı, artık, dinsel bir esin arayacak -ya da yazdıklarına böyle bir esinlenme görüntüsü verecek-, bilme işinin kendisi için, daha ‘yüksek’ bir ‘bilen’in boyunduruğunu geçirecektir boynuna -filozoftan azize, ermişe doğru bir geçiş özleyecek…
“En el hak” diyen, gizli öncül olarak, daha önce, “ben ben değilim” demiştir…
19.
Hegelcilere, “en el Hegel” diyenlere gelince -onlar da Hegel’de bir okul üyeliği kimlik kartı için en uygun damgayı bulurlar: Hegel’in ağzıyla konuşan Tin olduğuna göre, Hegel’i yinelemek demek, Tin’i yinelemek, işin aslını, “hakikat”ı yinelemek, işin doğrusunu bilmek demektir -bu da Hegel’in sistemidir. Dünyanın işleyiş biçiminin temeline ulaştığı, evrenin merkezinde dikeldiği duygusuyla, artık, ne söylerse söylesin -“dialektik” “triad”ı nasıl kurarsa kursun- söylediklerinin doğru, “mutlak hakikat” olacağından emin, bir havari bilgiçliğiyle konuşur durur Hegelci…
Hegelci olmak, “ben, ben değilim” sonucuna ulaşmanın en rahat yoludur: sorumluğu olmayan bir yetkililik… Birinci tekil şahıs özneyle başlayan tümcenin olumsuzlamalı yüklemi, sonsuz yargının kapladığı bitmek tükenmek bilmez ‘kavram’ alanında yayılır gider. [ Üstelik, “a, aynı zamanda a-olmayandır” ilkesine uygunluğu da bu sonucun doğruluğunu güvence altına alıyor!]
Buradan da (Hegelci olsun olmasın), XX. yüzyılın yaygın profesyonel akademik felsefeci tipi çıkıyor ortaya: Ünlü profesörlerin, neredeyse tavşan üretme hızıyla projenitörlüğünü yaparak, kalçalarına vurduklarını yaldızlı ‘titr’ damgalarıyla üniversiter çayırlara salıverdikleri bu memeli türü; bu çift yutaklı dört işkembeli tek şırdanlı geviş-getirici… [‘Ahlak’ ölçülerini zorlamadan, susayım!…]
20.
Bir yer bulmak zorundayız Hegel’e yine de…
Filozof saymadan edemeyiz onu.
-Şunu yapalım öyleyse: Bir negatif-filozof sayalım onu; bir filozof-negatifi:-
Her filozofun bir “pullu ejder”i vardır -ona karşı çıkarak, onu yenmeye, yıkmaya çalışarak, kendi gücüne, kendi yüksekliğine ulaştığı bir kocaman gelenek, bir geçmiş saçmalıklar yığını, bir aptallıklar birikimi: İşte Hegel’i böyle bir gelenek, bir geçmiş, bir yığın sayarak, onun “filozoflar filozofu” sayılmasını bile haklı görebiliriz -felsefenin kendisi bakımından, kendi alanı için, karşı çıkılması, yenilmesi, yıkılması gereken bir şeydir Hegel. Onsuz edemeyiz; ona karşı yoğunlaştırılacak bir güç, felsefede gelişmenin kaynağı olabilir bugün.
Her felsefe eğitimi Hegel’le başlamalı: Onu yıkmak, çürütmek için ki öğrenci, karşı çıkmayı, güçlü, kocaman yapılar yıkmayı öğrensin.
Örnekse: Kierkegaard, Schopenhauer, Marx: Üçü de Hegel’e karşı ulaşmışlardır kendi doruklarına -onu “tersine çevirerek”…
Eninde sonunda da, geçmişte bozuk olan, karşı çıkmaya değer olan, düzeltilmesi gereken ne varsa, hepsini düzenli bir biçimde içinde toplayan, açıkça, boydan boya serinleyen bir sisteme, ‘müteşekkir’ bile olabiliriz.
Saygı bile duyabiliriz Hegel’e…
Defter Dergisi
Ekim 1988 (Sayı: 6)
Metis Yayınları