5 Mart 1998 Tarihli Ders
Bakış açısı ve görelilik. – Zarafet, “başka bir dünyadan”!, philia. – Hoşlanmanın temeli olarak kusur. – Sakarlık; Modern Zamanlar, mim. – Varyasyon. – İnsanın gecikmişliği fikri. – Duns Scotus ve birey olarak manzara; haecceitas, bireyleşme ilkesi. Bakış açısı kavramı etrafında konuşuyorduk. Şimdi iki hafta daha bu çerçevede, bu mefhum çerçevesinde konuşmaya devam edeceğiz ve konunun estetik düzlemle ilişkisine girmeyi önümüzdeki haftaya saklıyorum. Dersi alanlar için dersleriyle doğrudan doğruya ilgili olan yönü tabii orası olacak. Şimdi neden bu bakış açısı mefhumunu ortaya atma ihtiyacını hissettik? Böyle bir kavramın çekiciliği nedir? Birincisi bunun salt politik bir çekicilik olmadığım söylemem gerekir. Ahlaki yönlerini de bilirsiniz. Özellikle, bir nevi rölativizm tartışmasının -ahlak üzerine tartışmaların- eksenlerinden birisini oluşturduğunu hatırlarsanız, ki yalnızca ağır felsefe tartışmaları alanında değil, genel olarak dinlerin içerisine, oluşmuş ahlaki sistemlerin içerisine en az felsefenin içerisine sızmış olduğu kadar sızmıştır bu rölativizm. Yalnız bir kez daha altını çizeyim, geçen derste Leibniz’in ilham ettiği bir iz üzerinde kalmıştık. Bizim açımızdan, gerçekten bugün için de yepyeni sayılabilecek bir kavram rölativizm. Üç yüz yıl önce telaffuz edildiğine bakmayın, çünkü daha tüketilmemiş bir mefhumla karşı karşıyayız. Şimdi ben birazcık konuyu hafifletmek istiyorum. Bu bakış açısı ve rölativizm nosyonunun daha gündelikleştirilebileceği bir çevre ve çerçeve oluşturmak istiyorum. Siz de hafifliğine riayet edin yani. İstediğiniz zaman kesip fikrinizi söyleyebilirsiniz çünkü “izlenimler” halinde gideceğim bu çerçevede. Birinci izlenim, doğrudan doğruya estetiğe de açılabilecek bir şey. Bakış açısı mefhumu, ya da görüş açısı mefhumu nerede işe yarar? Medyada yaradığı belli, onu biliyoruz ama medyanın da pek estetik bir tarafı yoktur. Televizyon dediğimiz şeyin, ya da basın dediğimiz şeyin…
Sanattan falan filan bahsederler ama yani Hulki Cevizoğlu’nun programında konuşan birisinin bakış açısında estetik olabilecek, estetiği içerebilecek herhangi bir görünüm bulmak olanaksız. Bakış açısının işe yaradığı, anlamamızda işe yaradığı şeylerden birisinin “zarafet” olduğunu düşünüyorum. Hiç yengeç gördünüz mü karada? Nasıl kötü yürüdüğünü, ya da bir kuğunun nasıl kötü yürüdüğünü gördünüz mü? Orada çok özel bir zarafet türü olduğuna dikkat edin, o karada yürüyüşte. Hayvanların çoğu zaman doğalarından gelen, insanlardan çok daha zarif yönleri vardır. Bir kedinin atlayışını düşünün, bir leoparın koşuşunu, bir ceylanın kaçışını. Bunlardaki çok özel zarafet sanata her zaman kaynaklık etmiş, ilham vermiş bir doğa zarafeti söz konusu. E peki yengeç gibi bir hayvan, suda tümüyle kendi dünyasında, bambaşka davranan ve kendine özgü o yengeç zarafetini taşıyan bir varlık, karada acaba aynı zarafeti taşımıyor mu? Ya da taşımadığını söylediğimiz zaman ne söylemiş oluyoruz? Buna ikinci bir temayı yardıma çağırarak cevap verme konusunda bir önerim var. O da philia, “sevme, hoşlanma” anlamında. Yani hafif anlamında philia, dostluk anlamında değil. Ama dostluğun başlangıcındaki bu ilk hoşlanma, karşılaşma halindeki bir philia temasından bahsediyorum. Hiçbir zaman öyle kendiliğinden güzel olan bir şeyi seviyor değiliz, dikkat ederseniz. Kendisine yakınlık duyduğumuz, sempati duyduğumuz, bize bu izlenimi verecek şeyde, yani kendisiyle dostluk kuracağımız her şeyde, şöyle bir “başka dünyadan”lık, bir tür beceriksizlik hali, bir tür tuhaflık olmazsa asla dostluk kurulamaz. “Acıma” demiyorum buna, yani bu tür bir dikkati çekmenin, acıma mekanizmasıyla, acıma affect’iy\e işlemediğinin altını çizmek isterim. Bir tür beceriksizlik karşısında, bir tür afallama, desorierıtation [yer-yön kaybı] karşısında duyduğumuz belli bir duygu vardır ve bu doğrudan doğruya bizi o yöne doğru çeker, yani bir sevgi bağına, bir nevi dostluk bağına çeker. Bunu yaşamayan var mı içinizde, bilmiyorum. Ya da hoşlandığınız bir insan olabilir, bir hayvan olabilir, bilmiyorum, sanki böyle bir duygunun, böyle bir affect’in önceden uyanması gerekirmiş gibi geliyor bana. Niye bunu söylüyorum, bilmiyorum belki bir tür yaşam deneyimidir. Yengeçten bahsederek konuya girmemin nedeni de o, çünkü bir yengecin yürüyüşünde ve kuğunun paytak paytak yürümesinde, doğrudan doğruya estetik bir şey vardır. Bir tür hoşlanmayı davet eden bir şey vardır, hafifçe şaşırtan bir yön vardır. Bu yönün ana formülünün “başka bir dünya zarafeti” diye tanımlanabileceğini söylemek isterdim. Leibniz’de, biliyorsunuz bu, öteki dünyalar – tabii ahiret anlamında öteki dünyalar değil, olası mümkün dünyalarından bahsediyorum. Eğer Leibniz’den bir estetik kuramı türetmek isteyen birisi varsa -işte tez yazarken falan, bulabilirseniz- bunu mutlaka ve mutlaka bu mümkün dünyaların içerisinde teknik olarak oluşturabilecek durumda olursunuz. Adem’ in ahlaki direnişi nasıl öte dünyalarda, öteki mümkün dünyalarda ifade oluyorsa, estetik duyumsayış da, bu tür hoşlanmanın başlangıcı olan bir tür algı affect’ı de yine Leibniz’de bu öteki dünyalarda, yani öteki dünyaların bakış açısından ve bu öteki dünyalara bakışımız yönünden ifade edilecek bir hale geliyor bence. Basit impressiorı’larla [izlenimlerle] ilerleyeceğimi söyledim. Merak etmeyin, öyle yapacağım ama çok zor bir mefhum değil herhalde ortaya attığım… bu tür hoşlanma affect’iyle ilgili, hoşlanma duygusuyla, duygulanış haliyle ilgili olarak söylediğim.
Bir sorunuz var mı?
Soru: Yengecin yürüyüşü, işte deniz su falan, doğadan örneklerin çoğu kusursuzluk üstüne kurulu. En azından benim için, yani bu çok modemist bir estetik. Yani bir işlev var, çok güzel yerine geliyor, birtakım kaslar bilmemneler var, işte hayvanın belki doğuştan yüzme y a da yürüme yeteneği var. Tıkır tıkır oturuyor yerine… İşte yengecin sudaki yürüyüşünün estetiğinden ayrı bir estetikten, estetiğinden bahsetme ihtiyacını… Aynı kişi: Yengeci alıp karaya çıkarttığımızda, bir şekilde sakatlanıyor. Yani nedeni şu… Bir tür kusur… Kendi dünyasında değil. Aynı kişi: Ama… Yengeç içgüdüleriyle, yine elindeki olanaklara göre gene kusursuz yürüyor. O tam anlamıyla teknik bir mesele… Aynı kişi: Evet, evet. Ama teknik mükemmellik… …fizyolojik, biyolojik, anatomik özelliklerine bağlı bir mesele, kudretinin neye yettiğiyle ilgili. Ama bizim açımızdan bir tür hoşlanma halinin nasıl olup da bu tür bir kusurdan, kabahatten, hoşlanacağımız varlığın bir tür kusurundan çıkabileceğini, bunun karşısında duyulan afallayıştan gelen bir halden doğabildiğim vurgulamak için söyledim. Yengecin özelliğinden bahsetmiyorum, elbette yengeç karada çok rahat olmasa da yürür. Ama çırpınan balıklan bir düşünün, ağdan çekilmiş, atılmış diye balıklar acıma duymazsınız kesinlikle. O tür bir becerisizlik halinden bahsediyorum. Yine bir impression halinde şöyle bir şey hatırlatayım mesela: Klasik roman kahramanlarında, bu tür bir beceriksizlik, bir tür afallama hali, disorientation yok mudur?
Soru: Şanssızlık… Şanssızlık, talihsizlik, esas melodram teması olarak sinemada da var olan bir şey. Güçlü kahramanlardan pek hoşlanmayız, yani güçlü bir kahramanı, sevilebilecek bir varoluş biçimi içerisinde tasvir etmek herhalde oldukça zor bir haldir. Turgenyev, Babalar ve Ogullar’da niye Bazarov’u öldürmek zorunda kalır? Yapacak başka bir şey yoktur. Yok edilmesinden başka çare yoktur.
Soru: Bu hırsızın tutuklanması gibi [duyulmuyor]… Hani banka soyma falan… Belki, belki. Var mı başka bir soru? Yani bunun bir tür impression haline gelmesini istiyorum, bir tür izlenim hale gelmesini, devam edebilmek için… Yani hissedebildiğiniz bir şey haline gelmesine ihtiyaç var devam edebilmemiz için diyelim. Kimin mesela böyle bir örnek var aklında?
Soru: Budala… Budala, değil mi? Budala’daki afallama zaten kuraldır. Yani Budala şu demek aslında: sürekli bir afallama. Deleuze mesela bunun altını çiziyordu, özellikle Kurosawa filmlerine dair, ama esas olarak Dostoyevski’de bu hal tebarüz ediyordu. Biliyorsunuz Budala Dostoyevski’nin hikâyesidir, ama bu hikâyenin arka planında böyle bütün bir Rus tarihi yattığına, bir aydınlar, bir intelligentsia yaşamının ifade bulduğuna dikkat edin. Yani şöyle bir şeyin ifade bulduğuna dikkat edin: Geri kalmış bir ülkenin aydınları Almanya’ya gidiyorlar, Fransa’ya taşınıyorlar, bilimleri öğreniyorlar, kurbağa kesiyorlar, bütün pozitif bilimleri edinip geliyorlar ama anlıyorlar ki esas dert bu değil. Çok daha ağır, çok daha acil çözülmesi gereken problemleri var bu ülkenin ve afallıyorlar, hiçbir şey yapamaz hale geliyorlar. Çok acil bir şey yapma ihtiyacında olduğunuzda, tabii acele işe şeytan karışır. Sürekli bir afallama ve yapamama hali, eyleme gücünden bir tür kopukluk, eyleme kudretiyle, eyleme geçme kudretiyle yürümeyen bir ilişki tarzı ortaya çıkabiliyor. Evet, bu da “başka bir dünyanın zarafeti” formülüyle söyleyebileceğimiz bir şey. Pek özenilebilecek bir kültür dünyası değil 19. yüzyıl Rusyası, ama sanki orada bir başka dünyanın zarafeti var ki böyle bütün bir edebi, müzikal falan gelişimi 19. yüzyılda yaşattı. Ondan sonra tabii Sovyetler döneminde, o ilk parlayıştan sonra edebiyatı kaybettiler, yitirdiler. O da bir afallama tarzı…Var mı başka? Yani böyle ortaya atmanız daha hoş çünkü impression’larm size ait de olması gerekir. “Başka bir dünya zarafeti” dediğimizde zarafetten ne anlıyor olabiliriz? Bir onu düşünelim. Zarafet, Fransızca’sıyla politesse falan meselesi değildir, yani nazik davranma meselesi değildir. Zarafet büyük bir hantallığın içerisinde de bulunabilir, onu demek istedik. Ama yengece bir tür zarafet atfedebilmemizin nedeni, mutlaka ve mutlaka onun başka, kendine ait dünyasında, üzerinde taşıdığı bir zarafete gönderme yaparak, yani bir tür karşılaştırmayla elde edebileceğimiz bir affect ya da bir duygu farkındaysanız. Başka bir dünyanın zarafetinden bahsediyoruz. Ortaçağ filozofları meleklere atfederlerdi bu tür bir zarafeti, grace, gratia. Melekler insanlar gibi değildirler, onlara akıl bile atfetmediler çoğu zaman. Tek özellik, insandan tümüyle farklı olan o varlıklara, Ortaçağ teolojisi açısından atfedilebilecek gerçekten tek bir özellik var, o da zarafetti, herhangi bir cinsiyet atfetmek olanaksızdı, yakılabilirdin işte. Tabii tartışılan dişi midir erkek midir bilmemne midir… Melek ve bunun tasvir sorunu estetikte Ortaçağ boyunca pek çözülemedi. Peki, Ortaçağ ikonografisinde antik Yunan’dan beri var olan bir malzeme niye kullanılmadı? Bizans resmi ve Ortaçağ resmi melekleri genelde cinsiyetsiz tasvir eder. Bu cinsiyetsiz tasvir bir süre daha Rönesans resmi içerisinde devam eder, ama antik Yunan’da bilirsiniz bir nevi hilkat garibesi olarak Hermafrodit denilen, Hermaphroditos, yani çift cinsiyetli bir varlık vardı efsanede. Sakatlık diyelim…
Ortaçağ’da sakatlık önünde sonunda monstre, yani hilkat garibesini, canavarı çağrıştırır. Biyolojik bozukluğa yönelik anlayış böyle bir düşünceyle karşılanırdı. Antik Yunan’da bu hilkat garibeleri insandan önceki tanrılarla insanları birbirine bağlayan kuşaktır. Daha üst bir yerdedir işte Kikloplar, şu Tepegözler, Prokrustes gibi kaçık devler. Bu tanrıların görünümü, bedensel olarak kolay tasvir edilebilir değildir. Çünkü Yunanlar bütün ideallerini, ikonografik olarak ve oran olarak insan bedenine atfetmişlerdir. Antik Yunan mitolojisinde tanrıların bedeni bir tuhaftır, ışıltılıdır, bazen güzeldir ama sürekli olarak kılık değiştirebilir. Farklı impressiorı’lar vererek ortaya çıkarlar, farklı belirişleri vardır, farklı kılıklarda ve maskelerde. Tanrı’nın herhangi bir kılığa girmemiş olması pek düşünülemez ama yine de bir ışıltısı vardır ki, onun Tanrı olduğu, başka bir dünyanın zarafetine sahip olduğu anlaşılır. Bu ışıltı nedir sizce? Sözgelimi efsanelerde Hermes geldiğinde, bir yoksul gezgin kılığında misafir olarak geldiğinde, efsanenin insan kahramanları bir şekilde onun Hermes olduğunu anlarlar. Ya da rüyalarında Hermes denen tanrı buzullar tanrısıdır, kendini açığa sermeden, tebdili kıyafet görüldüğünde. Bir ışıltısı, bir sürati, adım atışında insandan farklı bir çizgi vardır, hep bunu tasvir ederler ağırlıkla. İşte isterseniz Herodotus’u okuyun, isterseniz Aristo’yu okuyun, özellikle Poetika kitabını, tragedyada bile bu afallama ve kusur arkasında, hâlâ bize o kişiliği sevdiren, yakınlık duyduran bu kusurun arkasında her zaman bir ışıldama vardır. Başka dünya zarafeti dediğimiz de herhalde böyle bir şey, onu sadece Yunanlarda ya da Ortaçağ’da bulmak zorunda değiliz. Kendimizde de, kendi dünyamızda da bu tür zarafet hallerini bulabiliriz gibime geliyor. Var mı bu konu üzerine bir şeyler söylemek isteyen?
Soru: Söylemek değil de bir soru sormak istiyorum. Modernist estetik, avangard estetik arasındaki farkları, yani aslında eminim buradaki birçok insan biliyordur ama bu konu üstüne daha derinlemesine konuşulmasını isterdim… E tabi. Bunu ilerde yaparız ama sen de getirmelisin kafandaki problemi… Aynı kişi: Yani kafamda bazı düşünceler var bu konu hakkında, yani belli çıkmazlan var böyle bir şeyin… Yani modemist estetik, avangard… belli birliktelikleri ve çıkmazlan var. [duyulmuyor]… Yani mesela bu kaygıların süregeldiğini görüyoruz ama avangard denen sanatta bunların önemsenmesi gerekmediğini [duyulmuyor]… Bir sürü avangard hareket, grup, dostluk grubu yine, bakış açısı grubu… Empresyonistler, işte bütünüyle modernist estetiğin kuruluşuna bak, galerilerde falan, farklı kentsel mekânlarda, kusurlu olanın estetizasyonundan çok daha ötede bir tür zarafet vardır bu çerçeve içerisinde. Ama avangard bu zarafetten asla yoksun olmadı. Onu modernist estetikten ayırt eden şey, bizim tartıştığımız şey değil. O yüzden sorun doğru olabilir, modemist estetik anlayışı ile avangard estetik anlayışın her zaman öyle bir iç gerilim taşıdıkları şeklindeki bir düşünce doğru olabilir, ama bizim sorunumuz bu değil şu anda. Yani bizim açımızdan, tartışmakta olduğumuz şey açısından değil, başka bir şeyi tartışıyor olsaydık, orada zaten bunun üzerine eğilebilirdik. [dinleyiciler arasında tartışma, tam anlaşılmıyor]
Soru: Yaratının kendi… [duyulmuyor] dikkati çekici… Yeniden görünen bir hareket içinde olması… Yani biraz önceki o tanrısal taraf, Hermes’le ilişkili olarak da kişilerin sezgisel olarak kurdukları bağ buymuş gibi geliyor. Yani bugüne kadar normal kabul edilen, düşünmek için oluştuğu bir ortamın içerisinde [duyulmuyor]… değerlendirmek için düşünerek tavır almak ve o tavır çerçevesinde nesnelerin bir daha, yeniden tasarımı var, aslında bir yanıyla da güzeli ortaya koymak, yeniden onun bir yüzünü, bir şeklini, bir biçimini ifade etmek anlamına geliyor. Tabii, ama bu da güzel olanın Tanrı’nın bir maskesi olduğu düşüncesini hiç engellememiş Yunanlar açısından sözgelimi.
Soru: Kendisi güzel olanın çekiciliği arasında bir ayrım da var. Yani güzel olanın görünmesi, bunun bir yüzle, bir maskeyle görünmesi o kadar önemli değil. Kişinin, yani yaşayan varlık… Haa… Bunu tümüyle ortadan kaldıran düşünürler, Epikuros falan… Ama grazia sözcüğü Latince’de her zaman gratis bir varlığın, yani kendini bedava açmış bir varlığın, bedava gösteren bir varlığın çok özel bir güzellik ya da ışıltı tipi gibi mefhumlaştırılıyordu. İlerde tartışacağımız bir emanatio, yayılma, ışınım verme mefhumu olacak ki, özellikle Ortaçağ estetiğini anlamak için temel mefhumlardan birisidir. Zaten bunu da o çerçeveye doğru götürmek için ortaya attım, zarafet problemini… Ama bir değeri olması için, bunu felsefi bir problem olarak görmekten kurtularak bir impression olarak edinmemiz gerektiğini, hissetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Günlük bir mesele olarak anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Soru: Farklı dünyalardaki zarafetten, örneğin yengeçten konuşurken, Leibniz açısından düşündük. O zarafetin algılanabilmesi y a da… bir şekilde benim içimde bilinçlenebilmesi durumunu karşılaştırma yaparak anlayabiliriz dediniz. Dünyalar arasındaki bir karşılaştırma mı? Aynı kişi: Sanırım, yengecin suda ve karada bulunması arasındaki karşılaştırmadan bahsettiniz. Ha, tamam. Aynı kişi: Ve bu olaya Leibniz’deki açıdan baktığımız za man, biz, yani insan da fark lı bir dünya, değil mi? Yok, hayır. Bu dünyada o berbat yürüyüşüyle, başka bir dünyanın, bir denizin bütün zarafetini taşıyabilir gözümüzün önüne bir yengeç yürüyüşü, onu demek istiyorum aslında. Yani esas formülü bu bence, bundan başka bir şey değil… Başka bir dünya. Denizin kendine özgü bir zarafeti, farklı bir hareket rejimi var, tümüyle farklı bir hareket düzeneği, akışkan bir yaşam… Suyu yararak geçen, ya da suyun izin verdiği yerlere girerek, onların içerisinden geçerek var olan yaratıklar, varlıklar, karadakinden çok farklı bir aisthesis… Estetiği öyle derin anlamlı düşünmeyin, felsefi bir problem olarak düşünmeyin henüz. Yunanca aisthesis basitçe bir tür sensation’dur [duyumsama], bir tür hissediş. Estetik sözcüğüne Alman idealizmi içerisinde verilmiş olan anlam onu başka yerlere taşıdı, hermenötik bir mesele haline getirdi. Ama bunları ilerde açarsanız tartışırız, ben doğrudan her şeyi açmak istemiyorum. Siz de alıştıkça bu çerçevede, herhalde zaten böyle soruları ortaya atacaksınız ama benim bahsettiğim, bahsetmeye çalıştığım estetik henüz çok minimal düzeyde. Kelimenin ilk anlamı, yani Yunanca’sıyla aisthesis, hissediş demek, hissiyat yani.
Soru: Peki televizyonda… [kesinti] …televizyon. Budalalaştırıcı bir estetiği vardır televizyonun. Yani bunu nasıl başarmışlardır, onu çözümleyebilirsiniz tabii. Bunun arkasında, bunu başarmak için kotarılmış dev bir endüstri var. Bunu çözümlerseniz, mesajların yapısını çözümlerseniz bunu görürsünüz. Soru: Belki de mesele senin afallatma diye koyduğun şeyde duruyordu… Aslında zarafetle tanımlamaya çalıştığın şey, bu acımadan, bu kusurdan uzak durmaya çalışıyor anladığım kadarıyla. Karşıtını koyarsak, kusursuzluk da zarafet taşımıyor belki de, çünkü bunlar değil mesele. Tümüyle bir impression haline girmek, yani böyle bir şeyle karşılaşmak ve afallamak… Ve zarafeti ya da za rif olanı o afallamanın içinde bulmak. Yani bu, bir tür insani hal olarak, günlük yaşamdaki bir an belki… Bir an ya da anlar toplamı, ya da sürekli bir varyasyon… İlk temamız buydu. Soru: Bu, afallamanın da yarattığı bir şey… Bence de. Televizyonda şöyle bir etki de yok mu: Bu afallamayı değerden düşüren ya da bir abartı haline dönüştüren, böylece etkisizleştiren, nötralize eden bir etki? … [soru duyulmuyor; kesinti] Başlayalım mı? Bir hatırlatma yapmak isterim. Tartışma falan olduğunda bunu biraz daha verimli kılmak için, şöyle bir durumun altını ta baştan çizdiydim de… Şimdi insanların [kesinti]… Özellikle sanat gibi sorunlu bir alanda tartışıyorsak, önereceğim şey bir tartışma etiği değil, birazcık daha anlayış böyle bir durum konusunda. Şimdi devam edebiliriz, çok aniden kestik. En son konuştuklarımıza dair sorusu olan var mı, ya da ortaya atmak istediğiniz şeyler olabilir?
Soru: Güçsüzlerin, böyle ilgi karşısında biraz beceriksiz gördüklerimizin ihtiyaç duyulma hissinden dolayı mı? Yok yok, sen kendini güçsüz mü hissediyorsun? Aynı kişi: Hayır… Yani… Ha? [gülüyor] Aynı kişi: Ama yine de bir süper-kahraman karşısında güçsüz hissedebiliyorum mesela. Süper-kahraman gördün mü hiç? Aynı kişi: Yani o değil. Sonuçta yani karşımda öyle bir şey veriyorlar. Süpermen’i bile öldürdüler bildiğim… Yapacak bir şey yoktu. Aynı kişi: Yani böyle bir şeyle i/işfeisi yoktu… Yok tabii. Yani güçlülüğü bir süper-kahraman gibi algılamak herhalde tehlikeli bir şey. Güçlü ne demek? Kendi varoluşunu, içini doldurabilen bir varlık. Şimdi bir şeye dikkat edin. Bir güçsüzlük halinin zarafet duygusuna neden olabildiğini söylediğimde, aslında şunu hatırlatmak istedim: Bu gerçek bir güçsüzlük dışavurumu değil. Bir yengeç güçsüz değildir karada. Çağdaş’m [som soranlardan birini kastediyor] söylediği ona geliyordu. Yine kendi doğasınca o dünyada davranıyordu.
Soru: Kusursuz çözümü bulmuş. Yani buluyordu. Dengesini bir şekilde buluyordu. Tuhaf bir denge, ama denge de budur. Yani denge, yengecin bize göre, bizim estetik duygularımıza hitap edecek şekilde dengeli yürümesi değildir; o onun dengesidir. Ama bunun ardında, bizim duyumlarımızda uyandırdığı etkilerden birisi, tuhaf bir sempati etkisidir, bir yengeçten nefret edemezsiniz. Yani bunu söylemek istiyorum sadece.
Soru: Benim aklıma gelen şeydi… O yengeç örneği şimdi… Hepimiz ondan konuşuyoruz da… Güzel bir örnek… Demin arkadaşlar “güçlü”yle ilgili bir şey sordu. Ben “güçsüz”le ilgili bir şey eklemek istiyorum. Tabii. Aynı kişi: Yengeci sudan çıkartmak onu çok güçsüz bir konuma koymaktır. Yani sualtında bir yengeçle opponent [muarız] olarak karşı karşıya gelmek, hoş bir şey olmaz. Ama karada tamam, siz üstünsünüz. Ama şu olabilir: Yengeç karadadır. Ortamın dışındadır ama bir yolunu bulmuştur. … O yüzden insan sempati duyuyor. Yani benim karadaki yengece y a da ne bileyim yüzen fillere duyduğum sempatinin kaynağı bu… Ben yüzme bilmiyorum, ama filler bir şekilde yüzüyorsa herhalde ölmem falan diye düşünüyorum. [kesinti] Başka bir kişi: [kesinti; muhtemelen “Balıkçı Kral” filminden bahsediyor] …bir fa cia sonucu eşini kaybeden bir adam vardır. Yıllar sonra, çok dakik, çok düzenli bir hayat yaşayan ama sürekli sakarlıklar yapan, silik bir tip olan bir hatundan hoşlanır bu adam… Sürekli onu takip eder. Burada, arkadaşımızın bahsettiği yengeç örneği gibi, bir başarma duygusundan çok bir özdeşleşme var, bir empati var. Galiba zarafet sözcüğü burada böyle… Evet o anlamda kullandım. Sakarlık en güzel laf, ilk kez telaffuz edildi, [kesinti] Modem Zamanlar filminde bir sakarlık türü vardır. Bu Şarlo’nun kendisinden gelmez, başka bir dünyada olduğu için… işte bir tür işçi rolündedir ve aynı zamanda tüketici rolündedir vs., yani rolleri de sürekli olarak değişir, bunun mimetizmi üzerinden gider. Bilmiyorum seyretmeyen var mı Modem Zamanlar’ı, çok ünlü bir filmdir. Belki bir fırsatını bulursak gösterim yapabiliriz, değil mi Aras? Yani oradaki o sakarlığın, gerçekten bu zarafeti içerdiğini düşünüyorum o filmde; bu tür bir hissiyat uyandırmadan da o filmin İşleyemeyeceğini, bir anlamı olmayacağını düşünüyorum. [soru duyulmuyor] Çok açık, çok yalın ama… [soru duyulmuyor] Hümanist. Realist değil, asla realist değil. Ama sakarlık Charles Chaplin’in bedeninin bir hali değil, bütün o kapitalist endüstriyel mekanizmanın kurduğu dünyanın içerisine düşen bir bedenin mimetizmi. Okunacaksa da ancak böyle okunduğunda bir anlam taşıyabilir. Hümanist yönleri var, sulugöz yönleri de var, ama o kadar mesele değil. Ayrıca bu tür bir melodramatik klişeleştirmenin de gerekli olduğunu düşünüyorum Charles Chaplin açısından, bunu bir anlatı haline getirmek ihtiyacından dolayı. O nedenle film asla kötü falan değildir. [kesinti] Foucault disiplin kuramlarım anlatırken, hepsinin işleyişi “artık orada değilsin, buradasın” demek üzerine kuruludur derdi. Artık ailende değilsin, okuldasın. Artık okulda değilsin, askerdesin. Artık okulda değilsin ya da askerde değilsin, iştesin, iş yaşamındasm. Bu şekilde işleyen düzeneklerden bahsederdi disipliner kurumlar adı altında. Benim zaten söylemek istediğim şey bu: Yani başka dünyadan gelmiş olmanın çok radikal bir şey olmadığı, bir hayatın kendi iç kırılmaları içerisinde zaten kurulan bir yön olduğu. Okulda aile içindeymiş gibi davranmak, bu beceriksizliktir, sakarlıktır bir tür. Çocuklar bunu hissederler. Çocukken siz de hissetmişsinizdir. Sulugöz bir çocuk işte, ana baba kuzusu mesela… [som duyulmuyor] Ama o zarif olmayan sakarlık türünün yanı sıra, zarif bir sakarlık da var, Charles Chaplin’inki o işte. Doğru şeyi yapmak zaten olanaksızdır o cihazın, o aygıtın içinde. Doğru bir şeyin yapılamayacağı bir cihazla karşı karşıyayız. Filmin vermek istediği de odur zaten. Yani doğru bir şeyi kötü yapan bir adamın içine konulduğu bir düzenek, bir mekanizma değil endüstriyel aygıt ya da tüketim aygıtı. O yüzden, gerçekten o filmin ciddi bir başarı olduğunu düşünüyorum. Bütün bu modern kapitalist cihazın iki boyutlu işleyişinde bize sunduğu tüketim olanağı ve üretim mecburiyeti… Bu iki boyutu birleştirerek, bağlantısını oluşturarak, iki çizgi halinde, tek bir insanın başına gelebilecek bir olay haline getirdiğimizde ne görülecek diye soran, iyi bir film olduğunu düşünüyorum. Onu aslında bir ara seyretsek, fena olmayabilir. Öyle bir olanağımız olur mu? Çünkü o film gerçekten bir sakarlık filmidir. Charlie Chaplin’in her zaman bir sakarlığı vardır, sokakta şeyde, bir tür talihi ve bir tür sakarlığı var ‘Şarlo’ tipinin. İkincisi, ta başlangıçta söylediğim, çerçeveden kopmuş bir mimetizmi var. Mim sanatı biliyorsunuz pozlar sanatıydı. Teatral sunuşu öyle bir şeydir. Artık pozlar yok, kentte dolaşma sırasında başa gelen olaylar, sürekli başa gelen olaylar var. Bu kentte dolaşma bir sürekli varyasyondur yine, bu sürekliliği içeren bir mimetizm var. Pozlarla değil, kent kesitleri alan, kent yaşamından kesintiler alan bir mimetizmi var. Modem Zamanlar nasıl endüstriyel yaşamdan ve tüketim yaşamından kesitlerle işliyorsa, Şarlo’nun bütün mimetizmi de sinemaya uyarlanmış bir hareket mimetizmidir. Çok eleştirenler oldu Charles Chaplin’i, mimi zıvanadan çıkarması yüzünden. Adam mimi asla bozmuş falan değil bence, çünkü doğrudan doğruya sinematografik bir mim yapıyor Şarlo. Farklı türden mim, mim sanatı alanında bir devrim yani. Bilmiyorum size öyle gelmiyor mu? Yani seyretmeyen yoktur herhalde, veya o tipi tanımayan… Neyse bir fırsatımız olursa seyrederiz. Peki başka sorusu olan var mı? [kesinti] [başı duyulmuyor] …yapısalcılık diye bir şeyi bir ara oluşturdu, şimdi bu aşılıyor. Yapısalcılık bir tür modemizm olarak rafa kaldırılırken, bir etik meselesi haline dönüştürülüyor, bir tür gazetecilik etiği, akademik etik ya da genel olarak etik. Yani bir tür iletişim ve anlaşma, konsensüs etiği. Habermas’ı okursanız bunu anlarsınız. Kamusal mekânın, yani bu iletişim ve anlaşmanın politik mekânsal ortamının ne olacağı üzerine, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü* diye kitabı çıktı, ona bakabilirsiniz. En güzel kitabıdır zaten Habermas’m. Ama mesele yine rahatsız edici olmayı sürdürüyor bence. Bu iletişim, iletişimsizlik modelleri… İlerde bu konuya derinlemesine gireceğiz; yani başka bir semiyotik model, iletişimden farklı, iletişim mefhumuna doğrudan doğruya başvurmayan bir semiyotik, göstergelerin ne olduğunu, simgelerin ne olduğunu anlamaya yönelik başka bir model önerebileceğiz herhalde bu seminerler çerçevesinde, yine minimal düzeyde tabii…
[başı duyulmuyor]… en azından şöyle bir şey var. Kuşlar biliyorsunuz, öttükleri bir alan vardır, onların evidir orası. O alana, o araziye başka bir kuş tecavüz ederse, olacak şey şudur: Otururlar belirli bir uzaklıkta, dalların üzerine konar, ötmeye başlarlar. Bu ötme bir tür sürekli varyasyondur. Yani soru-cevap gibi de gitmez, tartışma gibi de gitmez. Bir tür güzel ötmedir, daha zarif ötme. Birbirlerinin ötüşünden bir şey anladıklarını da söylemek istemiyorum. Yani bir “anlama” meselesinin olmadığına dikkat çekiyorum, ama daha zarif ötme dediğimiz bir şey vardır ki diğer kuş belirli bir noktada pes edip gidecektir. Bu, ötmenin süresiyle ilgili değildir, baskınlığıyla ilgili değildir, salt daha güzel ötme türünden bir şeydir. Ya yeni kuş kazanır, ya da arazinin sahibi olan eski kuş. Bunu nasıl yorumlayacağız? Daha güzel ötmek ne demektir bu kuş açısından?Soru: Daha mı zarif öttü yani? Zarafet terimini biraz güzelin yerine koymamın şimdilik nedeni de oydu zaten. Yani çok çok güzel ötüyor deriz işte kuşlar için, o anlamda söylüyorum zarif, zarafet terimini.
Soru: Bu da çok göreceli bir şey değil mi? Yani ben mesela guguk kuşunu… I kesinti] Doğrudan doğruya varyasyon gücü, yani sesleri ötüş içerisinde dolaştırma, böyle bir kudret. Bunun çok özel bir etkisi olduğu anlaşılıyor bu ötme süreci içerisinde. [soru duyulmuyor] Varyasyona şöyle bir ihtiyacın vardır. Mesela dilencisin, oturdun; şöyle bir araziye giren işte parayı şuraya koymak zorundadır ya da uzağından geçmek zorundadır. Bunu bir tür varyasyonla alırsın. Düüt diye üfleyince müzik olmaz çünkü, hiç kimse para da bırakmaz, koma basar gibi oluyorsun o zaman. Bir tür varyasyon yaratmak zorundasın. Müziğin de başlangıcı bu kıvrık ezgisel durumdur. Yani varyasyondur müziğin birimi dikkat ederseniz. Varyasyon temadan önce gelir, yani Bach’ın ilkesinden bahsediyorum. Yani bir tema verilir ve bunun üzerine çeşitleme yapılır türünden bir mantıkla pek müzik yapan olduğunu düşünmüyorum ne klasik müzik içerisinde, ne cazda. Varyasyon önce gelir, yani müziği müzik yapan o dikkat ederseniz. Ama sözü de, sanki şiiri de şiir yapan oydu: Varyasyon, ritim ve bunun ölçülendirilmesi… [soru duyulmuyor] Kabile toplumlarma belki de haksızlık ederek onlara sanat terimini uyguluyoruz. Onların sanatını bir düşünün. Onlar sürekli olarak ritim ve varyasyonun bir anlamda expressive, ifade edici kılınması programı üzerinden bir şeyler yaptılardı, yaptılarsa. Yalnız insanlar doğaya göre, sanat yapmakta çok gecikmiş haldeler, hem tarihsel olarak -yani evrim içerisinde daha sonra ortaya çıktıkları için- hem de insanların tarihi var. Şimdi, Hegel gibi pek sevmediğim bir düşünürün çok derin bir formülü vardı, bir yerde öyle söyler onu, ama bütün eserinin içine de sığınıştır: “Tarih insan ırkındaki bir gecikme halidir,” diyor. Bir tür gecikmişlik, yani doğaya göre gecikme, her şey geç geliyor, o yüzden tarihimiz var; zaman diye, geçmiş diye bir şeyimiz var; hayvanlarınsa geçmiş diye bir derdi yok, çünkü gecikmemişler, şu anda varlar, yani yaşam anlarında varlar. İnsanın bir geçmişi var çünkü gecikerek yapmış bir şeyleri, sanata geç başlamış sözgelimi. Hegel, Sanat Çağı’nın biterek Estetik Çagı’nın başlaması diye formüle ediyor bunu, katılmak zorunda değiliz. “Sanat artık bitti, Estetik Çağı başladı” diye bir formülasyonu vardır Hegel’in. Bütün bu formülasyonun ardında, insan türünde sanat alanında doğaya göre bir tür gecikmişliğin sezilmiş olduğunu düşünebilirsiniz. Çünkü insanlarda sanat bir sürü başka mülahazayla birlikte ortaya çıkmış: ritüel, dinsel, bilmemne, sembolik, etik. Hayvanlarda ise komple bir sanat var, eğer buna sanat diyebilirsek. Bu kuşun ötüşünde, saf bir ötüş var, tümüyle saf, ritüel değil çünkü. Ritüel ancak sembolik bir rejimi atfedebilirseniz, bir tür signification sistemini, bir tür anlamlandırma sistemini atfedebilirseniz var olabilir; ancak o zaman sembolik bir ilişki doğacaktır sanat ile hayvanlar dünyası ya da doğa arasında. Oysa bunu yapmak niyetinde değiliz, hiçbir zaman da insanların böyle bir niyeti olmadı. O zaman hayvanlan üstün görme tehlikesine varan bir tür vülger yön doğacaktı. Şimdi, tarihin bu gecikmişlik tezi salt Hegel’de değil, düşünen herkeste sanki biraz var gibidir. Sözgelimi sanatın bir tür doğal “icraat” değil de, doğrudan doğruya bir tür “üretim” olduğu düşüncesine ne zamandan beri sahip olabiliyoruz? Kapitalizmin doğuşundan beri. Sözgelimi Yunanlarda sanatın tümüyle ritüel bir işlevi var. Kap kacaktaki resimlerin bile… Şiir sözgelimi Yunanlar için geçmiş ataların nasıl yaşadıklarını anlatmakla görevlidir. Bunu anlatır ya da anlatmaz. Anlatmadığında kötüdür. Ve o tür şairleri devletten atmak gerekir. Platon’un tartışmasında olduğu gibi…
[soru duyulmuyor] Biz galiba insan ırkı olarak manzara resmini de çok geç yapmaya başladık. Yani 17. yüzyıl, manzara resminin Batı’da icadı. Doğu sanatlarından bahsetmiyorum, Çin’de manzara çok önemli bir şeydir ama başka bir düzenleme ruhuna sahiptir ve tümüyle başka bir işlevselliği vardır. İki manzara geleneği var, Batı’da çok geç başlamış, Çin’de her zaman olmuş bir manzara çerçevesi var. Şimdi manzarayı bir “birey” olarak düşünmeye çalışan Duns Scotus diye bir adamcağız vardı; büyük bir ihtimalle Doğu metinlerini ilk okuyanlardan, realist düşünürlerden. Nominalistlerle bir tür atışması var Ortaçağ’da. Bunu bir tür skolastik felsefe içinde kuruyor ama anladığım kadarıyla işte İbn Rüşd’ü, Mutezile’yi falan filan okuyor. Biliyorsunuz şimdi Doğu literatüründe bir tür manzara betiği hep ön plana çıkar, manzara betimlemesi, yani bir tür görüntü hafızası. Buna ilerde daha ayrıntılı gireceğiz. Ama bir “birey” mefhumu etrafında düşünmek zorunda kalan bu yaklaşım -mesela sen bir bireysin, şu alet bir birey, şunların tümü başka bir birey- bu bileşik, kompoze birey nosyonunun hepsi, Heidegger’in söylediği gibi, bir “şey”e göndermede bulunuyor, ‘şey’ olarak birey olunuyor. Peki bir manzara resmi ya da bir şiir, bir şeyi terennüm ettiğinde, o bir birey değil midir? Bireycilerle, nominalistlerle tartışması içerisinde Duns Scotus’ta böyle bir düşünce uyanıyor. Uzakta dalların esintisi, dalları sallayan bir esinti ve o sırada güneş batmakta… Biliyoruz ki manzara resmi bunu toparlar. Birey değil midir bu? Yani bunu toparlayan farklı bir bireylik türü mümkün müdür? Tasavvur edilebilir mi böyle bir şey? Bunun kavramı oluşturulabilir mi? Kavramını oluşturmak zorunda çünkü kendisi filozoftu, başka bir şey yapamazdı. Ama böyle bir bireyi anlamak, işte Ortaçağ realizminin kurucusu olan Duns Scotus’un, ilk kez Batı felsefesi içerisinde yaptığı bir şeydi. Büyük bir ihtimalle bu Doğu şiirini falan arada kaçırıp okumak gafletine düştüğü için diyelim. Ne demek istediğim anlaşıldı mı? [başı duyulmuyor] …sayılabilirliği daha az olmayan, oranlanabilirliği daha az olmayan, “kompoze” olması, karmaşık olması daha az olmayan, ama kendisi ‘şey’ olmayan… Çok farklı, çok uzaktaki şeylerin “olası” bir birlikteliği olarak cereyan eden, yani bir “olay” halinde bir birlik oluşturan… Güneş batıyor, dallarda bir esinti, sazlıklar var ilerde, bazı sazlar yana yatmış: bu an bir bireydir Duns Scotus’un öğretisine göre. [kesinti] Peyzajın esası, birbirinden çok farklı şeyleri, çok uzak şeyleri, bir tür eş-uzamlılık içerisinde biraraya getirip bununla bir birey oluşturma hali. Duns Scotus’un bunun için kullandığı barbarca sözcük, haecceitas. [birine hitap ederek] Sen “böylesilik” diye önerdin, belki uyar; “işte bu!”luk gibisinden bir sözcük. Bunu daha ayrıntılı tartışacağız tabii. Gerek felsefi çerçevesinden dolayı açarak, gerekse bazı estetik mefhumları olanaklı kılacak şekilde genişleterek ya da yayarak… Ama yani merkezî temayı anlamayan var mı içinizde? Yani Duns Scotus’a başvurarak ne demek istendiğini..? Haecceitas’ın ne olduğunu anlamayan var mı?Soru: Evrenselin karşıtı mı? Tabii, tabii. Haecceitas tümel olmayanla ilgili ama bu tümüyle teknik anlamda. Kaynağı ve genealogie’si [soykütüğü] açısından baktığımızda bir manzara olayı ve bunun birey oluşu… bu aynı zamanda bir bireydir, yani Ortaçağ düşünürlerinin principium individuationis [bireyleşme ilkesi] dedikleri ilkelerden birisidir.
Soru: [tam duyulmuyor] Kimliğin bazı kullanımlarını […] mı? Yok, tümüyle, çünkü bu “bireyleşme ilkesi” denilen şey Ortaçağ düşünürlerinde her alana, farklı düzeylere, farklı biçimlerde uygulandı. Tek bir bireyleşme ilkesi söz konusu değildir. Realiter bir bireyleşme ilkesi vardır, yani gerçekte var olanı var eden ve onu birey kılarak var eden bir bireyleşme ilkesi vardır. Formaliter, yani gerçekte var olmayan ama biçimsel olarak var olan bir bireyleşme ilkesi vardır. Mesela bir kavram, idea sözgelimi Ortaçağ düşüncesi için söylüyorum, ya da bir haecceitas. Bu da bir bireyleştirme ilkesi olarak öneriliyor. Ben burada bunun stratejik önemine ve estetik önemine dikkat çekmek istedim sadece.
Soru: Soyut bir şey olarak mı yani? Soyutlukla hiç alakası yok, yani soyut değil, “şey”. Gerçekten bir esinti, bir esintinin ağaçla, yapraklarla ve onların sarsılmasıyla birarada oluşturduğu oluşum, bu bir bireydir, yani bir tür bireyleşme ilkesine sahiptir. Soru: Yani bir grup? O kadar yani, diğerleriyle ilişkisiz— Yok değil. İlişkisiz değil, tesadüfi de değil.
[soru duyulmuyor] Yoo, değil. Aynı zamanda işte güneş de kızarmaktadır batarken, bir bulut gelip örtmek üzeredir, haecceitas bu.Soru: Karşılaşma anlan? Tabii, tabii… Bir tür karşılaşma bu. Her biri ayrı bireylik ilkeleriyle tanımlanabilecek şeylerin, o tür bireylik ilkeleriyle tanımlanamayacak başka bir bireylik ilkesi içerisinde biraraya gelişleri, yani birey-oluşlan. Manzara böylece bir bireydir…
Soru: Romana benzetebilir miyiz? Romanın ortaya çıkışı çok geç olmuştu yani… Mesela daha önce Decameron’a bakıyorum, açıyorum yüz ayrı öykü var. Ama Don Quijote’ta mesela “Meraklı” öyküsü var, bir parça olarak çekebilirsiniz… Ama ancak bir parça olarak çekip aldığınızda o olabiliyor çünkü roman ağır bir anlatıdır. Roman, Lukâcs’m söylediği gibi yine bireydir, ama öyküsü anlatılan bireydir, narrative [anlatısal] bir bireydir. Ama mesela bu tür bir bireyliği haiku şiirinde hemen yakalarsınız: bir kurbağanın suya atlayışı, ve bir dalın, bir nilüfer yaprağının uzaktan sarsılışı türünden, çok kolay gibi görünen ama asla öyle olmayan bir tür bireylik hali. Bu mefhuma ilerde yeniden döneceğiz. Başka söyleyeceği bir şey olan var mı? [kayıt kesiliyor]