Artık esas tartıştığımız konuda ilerlememiz lazım yani aktarım. Söze tekrar nereden başlayalım? Çıkış noktası olarak bildiği varsayılan özneye dayandırılmadığı takdirde aktarım düşünülemez.
O öznenin neyi bildiği varsayılır, bugün bunu daha iyi görüyorsunuz. Formüle edildiği andan itibaren artık kimsenin kaçamayacağı şeyi bilir —tek kelimeyle, anlamı.
Elbette bu anlam―önce öznenin arzusu boyutunu ortaya koymam da bu yüzden onun anlamı geri çeviremeyeceğini de ima eder.
Söz ettiğimiz bu ayrıcalıklı nokta, hiçbir bilginin olmadığı mutlak bir nokta niteliğini kendisinde bulabileceğimiz tek noktadır. Mutlak olmasının nedeni hiçbir şekilde bilgi olmayıp aslında öznenin arzusunu, açığa çıkartılması gereken şeyin çözümüyle birleştiren bağlantı noktası olmasıdır.
Özne bu temel dayanak, yani sadece arzu öznesi olduğu için bildiği varsayılan özne üzerinden oyuna katılır. Peki ne olur? En bildik haliyle aktarım etkisi olarak adlandırılan durum olur. Bu etki aşktır. Her aşk gibi onun da, Freud’un belirttiği gibi sadece narsisizm alanında saptanabileceği aşikârdır. Sevmek esas olarak sevilmeyi istemektir.
Aktarım etkisinden doğan şey açığa çıkmaya direnir. Aşk burada temel işlevi olarak göze çarpan yanıltma işleviyle kendini gösterir. Aşk kuşkusuz bir aktarım etkisidir, ama onun direnç yüzüdür. Yorumlayabilmek için bu aktarım etkisine bel bağlarız, aynı zamanda da onun özneyi yapacağımız yorumun etkisine kapalı hale getirdiğini biliriz. Yabancılaşma etkisi burada açıkça görülür; bizim oluşturduğumuz etki, öznenin Ötekiyle ilişkisi çerçevesinde bu yabancılaşma etkisinde ifadesini bulur.
Bu noktada şunu belirtmemiz yerinde olur -hep göz ardı edilen, Freud tarafından ifade edilen, fakat aslında aktarımın gerekçesi değil nedeni olan bir nokta― hiçbir şeye temsili olarak, yokluğunda, gıyabında ulaşılamaz. Bu söylediğimiz şu anlama gelir, aktarım doğası gereği, daha önce yaşanmış bir deneyimin gölgesi değildir. Tam tersine, analistin arzusuna tabi olmasıyla özne, kendini sevdirerek, aslında bir yalan olan o aşk denen şeyi ileri sürerek, onu bu tabi olma ilişkisinde yanıltma arzusundadır. Aktarım etkisi, halihazırda şimdi ve burada tekrarlanan bu yanıltmaca etkisidir.
Aynen olmuş bir şeyin tekrarı gibi olmasının tek nedeni biçiminin aynı olmasıdır. Ektopi* değildir. Aşkın eski yanıltmacalarının gölgesi değildir. Safi yanıltma işlevinin şimdiki zamanda bir kenara ayrılmasıdır.
Bu yüzden aktarım aşkı denen aşkın gerisinde analistin arzusu ile hastanın arzusu arasındaki bağın teyit edilmesi yatar. Freud’un meslektaşlarının yüreğine su serpmek, göz boyamak niyetiyle “el çabukluğu, marifet” söyleyiverdiği ‘Sonuçta bu olsa olsa hastanın arzusudur’ sözleri bunun ifadesidir. Evet, hastanın arzusudur ama, onun analistin arzusuyla karşılaşan arzusudur.
Analistin arzusuna henüz bir isim vermedim demeyeceğim, çünkü arzuya ne isim verilir? Arzunun ancak etrafından dolaşılabilir. Tarihteki pek çok şey bu noktada bize ipucu verir.
Psikanaliz etiğinin Stoacı etikte yansımalarını bulmamız ilginç değil mi? Tabii buralara pek az girebileceğiz. Size bunu gösterecek vaktim olmayacak ama, Stoacı etik en temelinde, Hıristiyanlıkta da -Senin istediğin olsun!** ifadesiyle ortaya konan, Ötekinin arzusunun mutlak naipliğini kabul etmek değil midir?
Bizim çok daha radikal bir ifade getirmemiz beklenir. Soru efendinin arzusuyla kölenin arzusu arasındaki ilişki üzerinden sorulabilir. Hegel sorunun çözüldüğünü söyler, hiçbir şekilde çözülmemiştir.
Bu sene için sizlerle vedalaşmamız yakın olduğuna göre, gelecek sefere son dersimi vereceğime göre, izninizle birkaç noktayı belirtmek istiyorum, bunlar size devamında hangi istikamette ilerleyeceğimizi gösterecektir.
Efendinin kendi yerini ölüm varsayımıyla olan kökensel bir ilişki üzerinden belirlediği doğruysa, ona arzuyla anlaşılır bir ilişki atfetmek çok zordur. Hegel’deki efendiden bahsediyorum, antik çağın efendisinden bahsetmiyorum, tanıdık birkaç öyle portre var, mesela Alkibiades, onun arzuyla ilişkisi gayet barizdir. Sokrates’e gelip ne olduğunu bilmediği ama agalma adını verdiği bir şeyi sorar. Bazılarınız bilir, bir vakitler bunu kullanmıştım.*** Bu agalma’yı tekrar kullanacağım, Alkibiades’in bakışını kuşatan puslu havada bu muamma bütün iyilerin ötesinde bir şeyi temsil eder.
Sokrates’in ona, gençliğinde söylediği gibi -Ruhunla meşgul ol demek yerine gürbüz ve katılaşmış bir adama uygun sözlerle —Arzunla meşgul ol, kendi işine bak [Fransızca deyimdeki söylenişiyle, kendi soğanlarına bak] diye cevap vermesini, aktarımı saptama tekniğinin ilk taslağı olarak görmemek elde mi? Platon’un bu soğanları adeta bir soytarı olan, önemsiz ve saçma bir adamda ete kemiğe büründürmesi de ayrıca ironinin dik âlâsıdır. Platon’un Agathon’un ağzından söylettiği aşkın doğasına dair dizelerin ondaki soytarılığa yakın düşen abesle iştigalin bir işareti olduğuna ilk dikkati çeken ben oldum sanırım; kuşkusuz bu soytarılık Agathon’u bir efendinin arzusunu kendi üstüne çekmeye en az müsait nesne haline getirir. Ayrıca admm Agathon,**** yani Platon’un en yüksek değeri atfettiği isim olması, kasten değilse de ona hiç tartışmasız bir ironi katar.
Böylece efendinin arzusu, tarih sahnesine girdiği andan itibaren, doğası gereği en şaşkın terim olarak göze çarpar. Buna karşılık Sokrates kendi cevabını almak istediğinde, soruyu kendi arzusunu ileri sürme hakkına hiç sahip olmayan köleye yöneltir. Freud bir yerde —Aklın sesi alçaktır ama hep aynı şeyi söyler, der. Freud bilinçdışı arzu hakkında da tamamen aynı şeyi söyler diye bir benzerlik kurmuyorum. Onun da sesi alçaktır ama ısrardan hiç vazgeçmez. Belki de ikisi arasında bir alaka olduğundan böyledir. Belki de analistin arzusunun ne olduğunu saptamak gerektiğinde, belli bir akrabalık anlamında köleye dönüp bakmalıyız.
* Bir organ veya dokunun vücutta normal olarak bulunması gereken yerden farklı bir yerde bulunması. -ç.n.
** Göklerdeki Pederimiz duasından alınma sözler: “Göklerdeki Pederimiz / adın yüceltilsin, / hükümdarlığın gelsin, / göklerde olduğu gibi / yeryüzünde de senin istediğin olsun (…).” ~ç.n.
*** Platon’un Şölen’inde değersiz bir kutunun içindeki değerli şey. Yorumu için bkz. Le séminaire, Livre VIII: Le transfert (1960-1961). —ç.n.
**** Yun. “iyi, iyilik”: -ç.n.
s.267-270
Jacques Lacan
Psikanalizin Dört Temel Kavramı
Türkçesi: Nilüfer Erdem
Metis Yayınları