Günlüklerin ve not defterlerinin bir severi olarak, bizi anların kırılgan öznelliğini kaydetmeye yönlendiren, mecbur eden şeyin ne olduğu sorusunu defalarca ve defalarca kez kendime sorarım. Joan Didion’un öz saygı üzerine düşünceleri topladığı 1968 tarihli antolojisinde (Slouching Towards Bethlehem) kusursuz olarak değerlendirdiği, “Not Defteri Tutmak Üzerine” adlı bir denemesi bulunmakta. Bu deneme neredeyse yarım yüzyıl önce
Birinin kendi hayatını tamamen boşa harcamaması da değerli bir başarıdır. “Davetsizce gelmiyorsa yüreğinden, aklından, ağzından ve içinden” diye yazar Charles Bukowski yazar olmanın gerekliklerini konu edindiği meşhur şiiri Demek Bir Yazar Olmak İstiyorsun’da, “sakın yazma”.  Fakat Bukowski’nin kendisi asıl gayesini saptama macerasında –yaratmaya yönelik bastırılamaz güdü-  geç çiçek açanlardandır ve yazıya ilişkin kariyer yapması bile
Gerçeklik dediğimiz boyutta dönüp dolaşan büyülü tuhaflıklardan neyi çıkarabiliriz? “Eğer kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi bütünüyle anladığımız bir noktaya erişebilseydik,” diye yazıyordu Carl Sagan bilim ve spiritüalizm üzerine düşüncelerini paylaştığı yazısında, “yine yanılmış olurduk.” Bundan yüzyıllar önce dünyanın ilk bilgisayar programlamacısı Ada LoveLace de komşusuna yazdığı mektupta aynı fikre değiniyordu;  ve birkaç on yıl sonra aynı
Günlük okuma ve yazma rutinim;  akıl ve şeylerin tango yaptığı müziği durduran; teklifsizce ve özür dilemeden gelen geçici ama şiddetli bir hastalık yüzünden sekteye uğradı. Yetişkinlik hayatımda ikinci kez – ilki besin zehirlenmesiydi- vücudun ve beynin nasıl ortaklaşa çalıştığından emin oldum. Aşırı fiziksel kuvvetsizlik verimli düşüncenin bağlı olduğu çağrışımsallığın kısa devre yapmasına neden oldu ve
Derinden yaşanan deneyimler, başkalarının deneyimleriyle büyük ölçekli bağlar kurmaya yönlendirir bizi. “Hepimiz tek bir soruyuz” diye yazar Mary Ruefle görkemli denemesinde “ve buna verilecek en iyi yanıt sevgi – şeylerin arasındaki bağlantı – gibi görünüyor.” Buna karşın, sıklıkla unutuyor ve diğerlerinden kopuk yaşıyoruz. Parker Palmer’ın bütünlüğün tarifsiz sanatı üzerine yazdıklarından onlarca sene önce, modernitenin en
“Yazmak istiyorsanız, sizden başka kimse tarafından okunmayacak ve yayınlanmayacak dürüst bir günce tutmalısınız.” diye nasihatte bulunuyordu Madeleine L’Engle Yazar Adaylarına Tavsiyeler’de. W.H. Auden ise güncesini “tembelliği ve gözlem yeteneği yoksunluğunu disipline etme aracı” olarak tanımlamıştı. İnanıyorum ki, günce tutmak bize kendimizle bir arada olmayı, kendi deneyimlerimize şahit olmayı ve içsel dünyamızı tam anlamıyla kucaklayabilmeyi öğretir.

Esra Erol’u Foucault ile Okumak

Foucault okumak ve özellikle de bir ders dahilinde onu anlatmak oldukça zor bir iş. İktidar, yönetimsellik, söylem, disiplin, itaaktar bedenler, gözetim vs gibi kavramların içselleştirilmesi, gündelik hayatla birlikte düşünülmesi ve öğrencilerin bakış açılarında yer edinmesi gerekiyor. En zor kısmı da budur zaten; bireylerin içine adeta batmış oldukları gündelik hayatlarına mesafe alarak, kuramsal aracılar vasıtasıyla onlara
Yeni bir dizinin reklamını yapacak ajansların yöntemine değil; bir bilim insanının yöntemine başvurun. Diyelim nasıl şiir okunacağını iyi biliyorsunuz ama artık kendinize ait dizeleri yazmanın zamanı geldi. Bunu, tam anlamıyla nasıl sanatsal bir şekilde yapabilirsiniz? 1913 yılında Ezra Pound, “Bir imgeciden- yapmamanız gereken birkaç şey adına” başlığı altında, kendi dizilerini yazmaya yeni başlamış kişilerin yapmaktan
Yaratıcı içgüdü son tahlilde ve en basit ifadesiyle, bir kişinin içinde barındırdığı ekstra yüksek,  olağanüstü enerji; hayatta kalması için karşılaması gereken ihtiyaçlarının ötesinde de büyük; hiçbir hayatın tüketemeyeceği bir enerjiden kaynaklanır. 10 Aralık 1938’de, roman ve deneme yazarı, insan hakları aktivisti Pearl S. Buck, biyografik sanat eserlerine imza attığı ve Çin’deki köylü yaşantısını zengin ve
“Kitaplarımızı yakabilirsiniz… Ancak içindeki fikirler milyonlarca kanal aracılığıyla oradan sızmaya ve diğer zihinleri diriltmeye devam edecektir…” 1933 yılında Naziler Almanya’yı ele geçirdiğinde, asalak despotizmleri ülkenin vatandaşlarına, fikirlere ve kültürlerine nefes alacak bir yer bırakmamıştı. Baskıcı taktiklerinden bir tanesi, “Almanya ruhuna özgü olmadığı” varsayılan kitapları ortadan kaldırmaktı. Nazi liderleri öğrencilerden oluşan büyük grupları harekete geçirerek kitapları,