Foucault okumak ve özellikle de bir ders dahilinde onu anlatmak oldukça zor bir iş. İktidar, yönetimsellik, söylem, disiplin, itaaktar bedenler, gözetim vs gibi kavramların içselleştirilmesi, gündelik hayatla birlikte düşünülmesi ve öğrencilerin bakış açılarında yer edinmesi gerekiyor. En zor kısmı da budur zaten; bireylerin içine adeta batmış oldukları gündelik hayatlarına mesafe alarak, kuramsal aracılar vasıtasıyla onlara eleştirel yaklaşmak ve yaşananları kavramsallaştırmak…
İşte Esra Erol’un Foucault üzerinden okunması tam olarak da böyle bir zeminde hiç beklenmedik bir durumda gerçekleşmişti. “İletişim Sosyolojisi” üzerine bir derste Foucault haftasında belli başlı temel kavramları ikinci sınıf lisans öğrencilerine anlaşılır bir şekilde aktarmak gerekiyordu. Öncelikle “Hapishanenin Doğuşu” üzerinden disiplin ve gözetim olgusunu açıklayarak başladım. Sınıfı da toplu bir diyaloğa davet ederek hemen ardından kendimizin nasıl gözetlendiği ve disiplinli bir hale getirildiği üzerinden bir resmi ideoloji eleştirisinde bulduk kendimizi.
Dersin ilk kısmı bittiğinde, Foucault ile bu ders vesilesiyle tanışmış olan öğrencilerin bakış açılarının ne derece etkilendiğini kestirmek güçtü. Sınavları zerre kadar önemsemeyen ben, derslerin kendisinin farklı bireyler arasında bir karşılaşma fırsatı olabileceğine, bu yönüyle toplumsal bir deneyime işaret ettiğini düşünüyor ve ders ortamlarını bireylerin “hayatına dokunacak” sohbetler için ortam hazırladığını, bakış açılarını çoğullaştırabilecek, onları radikal bir şekilde demokratik bir düzlem için dönüştürebilecek bir fırsat olarak değerlendiriyordum. Acaba Foucault ile bu dönüşüme katkı sağlayabilecek miydim?
İkinci derse başlarken Foucault’nun “disiplin” kavramından devam ederek, “itaatkar bedenler” olgusunun günümüzde neye işaret ettiğine, militarizmin gündelik hayatlarımıza nasıl sirayet ettiğine ve ne türden öznellikleri bizler için kurguladığına değiniyor ve gündelik hayattaki hadiselerden hareketle örneklendirmeye çalışıyordum. Sonrasında “söylem” üzerine tartışmaya başladık. Söylem’in tam olarak neyi ifade ettiği, sıradan bir konuşmadan ne gibi farklıklar arz ettiği, nasıl “eyleme geçtiği” ve “eylemde bulunduğu”, ne türden “toplumsal gerçekliğimizi” ürettiği üzerinden kuramsal bir çerçeve çizdiğimde, halen daha konuşmalarımızın bireylerin hayatlarına dokunamadığını hissediyor ve içimde bir kaygıyla dersi sürdürüyordum. Öğrencilere hiç beklenmedik bir yerden dokunacak bir örnek üzerinde durmak gerekiyordu.
Günümüz toplumunun mühim evlendiricisi (!) Esra Erol, tam böyle bir zamanda imdadıma yetişti.
“Arkadaşlar, aranızda Esra Erol izleyen var mı” diye sorduğumda herkesi bir gülme aldı. Kimsenin kendisini işaret etmeyeceğinden zaten emindim. “Ben mümkün olduğunca izlemeye çalışıyorum; özellikle akşam eve gittiğimde son bir yarım saatine yetişmiş oluyorum” dediğimde sınıf kahkahaya boğulmuştu. Derken yaklaşık bir saat içinde, Esra Erol üzerinden Foucault’nun en önemli kavramlarını nasıl geçebildiğimizi görmek oldukça çarpıcı bir deneyim olmuştu.
Esra Erol’un evlilik programı, Foucault’nun kavramsal hale getirmek istediği bir boyutuyla söylemin (discourse), toplumsal gerçekliğimizi nasıl kurgulamış olduğunu gösteren oldukça iyi bir örnek. Bu program dahilinde aile, evlilik, toplumsal cinsiyet, babalık, annelik, cinsel yönelim vs üzerine söylemlerin yeniden üretildiğini görüyoruz. Heteronormatif bir söylem, mevcut düzlemin önde gelen olgusu. Bunu, lezbiyen bir kadın, “bir kadına talip olmak” için telefona bağlandığında Esra Erol’un sinirden titreyişinden ve homofobik tepkisinden zaten anlamıştık.
İkincisi, Esra Erol “kadınlar” ve özellikle “çocuk gelinler” üzerine bir kitap yazmış durumda. Buna rağmen programa “çocuk” sayılamayacak ancak 18-20 yaş arası genç kadınların katılarak, yoksunluk koşullarından “kurtulmak” amacıyla “erkek ile evlendirilmeleri” sürecine karşı Esra Erol’un hiçbir müdahalede bulunmadığına, tam aksine bunu meşrulaştırdığına rastlıyoruz. Onun için genç kadınların evlenmesi hiçbir sorun arz etmediği gibi, mümkün olduğunca hemen çocuklarının olması da oldukça önemli. Yoksul çiftler mi? Sorun değil; “ne de olsa Allah rızkını verir”. Bir keresinde yaklaşık 20 sene evli kalan ancak çocuğu olmayan 50 yasındaki bir erkek katılımcıya çok kızdığını, onun çocuk sahibi olmamasına hayret ettiğini ve bunun için stüdyodaki seyircilerden de destek gördüğünü hatırlıyorum. Evlenmeye gelen erkek katılımcı ise sadece şunu diyordu: “Maddi durumumuz iyi değildi”… Belki erkeğin çok daha farklı sorunları da olabilirdi ancak Esra Erol’un “baskısı”, aslında “çocuk üretmeyen bir erkeğin iktidardan düşeceği” şeklinde inşa edilmiş bir “erkeksilik” kavramının altı çizilmiş oluyor; evlenmeye gelecek müstakbel damatlar bu gibi konularda dikkat etmeleri için uyarılıyordu.
Kapitalizm ve patriyarkanın kesişimselliğinde “mükemmel hayat” söylemi de, toplumsal cinsiyet dahilinde Esra Erol’un “gösterisine” eklemleniyor. Ali Özbir ile evli olan Esra Erol, çocuk sahibi olmasının öncesi ve sonrasında özel hayatını sürekli olarak bir gösteriye dönüştürerek programında seyircilerle paylaşmıştı. “Anne” olacak kadar şanslı bir kadın olduğu için Allah’a şükrediyor, ağlıyor ve seyirciler de onunla birlikte ağlıyorlardı. “Annelik” söylemi, Erol’un mükemmel kişiliğinde şekil buluyordu. Ayrıca Erol, “zor koşullarda” kendini yetiştirmiş, televizyoncu olmuş ve şimdi, “jeep’inden ayrı otobüste seyahat eden insanlara bakarken onların hallerine üzülüyor, ağlıyordu.” Sınıfsal bir kibir, kapitalizmin söylemine eklemleniyor ve gözetleyici bakışlarını yoksullara doğrultuyordu. Eşi Ali Özbir, Erol’un canlı yayını süresince kimi zamanlarda kuliste onu bekliyor; hatta ve hatta katılımcılarla sosyalleşiyor, pek çok katılımcı “Ali abiyle de konuştuk bunu” diyerek yorum yapıyor, “Ali abiye selam söylüyör” ve bazı zamanlarda olumsuz olaylara müdahale ederek “koruyucu” bir rol oynarken, “ideal erkek” olarak kodlanan toplumsal cinsiyet rolü yeniden inşa ediliyordu.
Kendi hayatından parçaları sürekli olarak kameralara aktaran Esra Erol, son olarak programına yeni bir format ekleyerek evlenmeye gelen kadınları ayrı bir evde ağırlıyor ve onların hayatından kesitleri adeta “BBG” evini anımsatan şekillerde izleyiciye sunuyor. Kadınlar hep bir arada kalıyor, evlilik, kadınlık, annelik söylemlerini hep beraber yeniden üretiyor, Erol’un ekibinin “fedakar” çabaları ile her kadın bir hafta kuradan çıkarak “güzellik salonuna” götürülüyor, “çok güzelleştiriliyor” ve ertesi hafta canlı yayında “defile yapıyor”… Bu sırada onun “güzelliği”, daha fazla erkeğin onu aramasını sağlarken, kadının “pazarlık payını” güçlendiriyor ve erkeklere daha fazla “naz” yapabilmesi noktasında onu güya “güçlendiriyor”. Halbuki söz konusu süreç, kapitalizmin ve patriyarkanın “disipline eden bakışlarının” kadın bedenine yönlendirilmesinden başka bir şeye işaret etmiyor…
Bu sırada; katılımcı kadınlar ve erkeklerin, Esra Erol’dan habersiz bir şekilde flört etmeleri de yasak. Şayet birbirinen hoşlanan bireyler varsa bunu mutlaka Erol’a bildirmek ve ondan sonra flört etmeye başlamak durumundalar. Evlendirme oyununun kuralları, “disiplini” ve gözetimli bakışları bu şekilde oluşuyor. Esra Erol, evliliğe hak veren bir “otorite” olarak söylemleri idare eder ve yönetimselliğini sağlarken, “izin verdiği” ilişkiler üzerinden “ebeveynlerin” disiplinli bakışlarını program dahilinde simüle etmiş oluyor. Bu da oyun içinde adeta bir oyun demek.
Esra Erol’un evlilik programı da, gündelik hayatın gözden kaçırılan ve “önemsiz” sayılan bir pratiği dahilinde, toplumsal cinsiyetle ilgili tüm dayatmaları gayet “uysal” bir şekilde bize iletiyor ve “itaatkar bedenler” olarak bizi “gözetliyor”.
Programda birbirinden farklı bakma-görme ilişkilerinin mevcudiyeti, söz konusu gözetlemeye dikkat çekiyor. Stüdyoda kenarda duran ve talip bekleyen katılımcılar, birbirine talip olmak üzere sahneye çıkanlara bakan bir konumda; onları sürekli olarak “yorumluyorlar”. Talibi gelen katılımcı, “bir yorum rica edeceğim” derken, mikrofon hemen “yorum çevrelerine” uzatılıyor ve “ideal erkek” ve “ideal kadın” üzerine inşa edilmiş tüm steryoptipler tekrarlı bir şekilde söyleme dökülüyor. Bu sayede Foucault’nun tabiriyle, toplumsal cinsiyete, kapitalizme ve toplumda baskı yaratan tüm olgulara dair söylemlerin “yönetimselliği” sağlanıyor.
Bütün bu süreci bize aktaran kamera ise, seyiciyi bir görme-bakma ilişkisi dahilinde stüdyodaki disipliner görsel rejime dahil ediyor. Nihayetinde seyirci stüdyoyu değil; stüdyo seyirciyi izliyor. Stüdyoya doğrultulduğu düşünülen kamera, aslında seyirciye doğrultulmuş durumda. Evlilik, annelik, babalık, kadınlık, erkeklik vs söylemleriyle her an “gözetlenebilir” olan seyirci, söyleme dökülen anlamlarla kendisini sınıyor; “yanlış” birşey varsa onu düzeltmek zorunda hissediyor; doğruysa rahat bir nefes alabiliyor ve kim bilir, kendisi de “doğru” bir talip olabilmek için mevcut söylem, gözetim ve disiplin oyununun içine dahil olmak üzere telefonla Esra Erol’u arıyor.
Toplumsal cinsiyet, kapitalizm ve patriyarka ekseninde dile dökülen ve yeniden üretilen bütün bu söylemler insanlar için bir “mutluluk” vaat etmiyor. Aksine, toplumsal cinsiyet eleştirisinde sıklıkla dile getirdiğimiz gibi bireyleri, belirli davranışlarla gerek “kadınlıklarını” gerekse “erkekliklerini” belirli bir formatta eyleme geçirmeye ve adeta “kanıtlamaya” zorladığı için insanlara baskı yapıyor, onlara dayatmalarda bulunuyor ve mutsuz hayatlar yaşamamıza neden oluyor. Tıpkı Esra Erol’u seyreden ve ona katılan bireylerde olduğu gibi.
Bu mutsuzlukla baş etmemiz, öncelikle ona eleştirel yaklaşmaktan geçiyor. Esra Erol’u Foucault üzerinden okuma çabasında sınıfça yaptığımız gibi…