Yaratıcı içgüdü son tahlilde ve en basit ifadesiyle, bir kişinin içinde barındırdığı ekstra yüksek, olağanüstü enerji; hayatta kalması için karşılaması gereken ihtiyaçlarının ötesinde de büyük; hiçbir hayatın tüketemeyeceği bir enerjiden kaynaklanır.
10 Aralık 1938’de, roman ve deneme yazarı, insan hakları aktivisti Pearl S. Buck, biyografik sanat eserlerine imza attığı ve Çin’deki köylü yaşantısını zengin ve gerçekten efsanevi bir şekilde dile döktüğü için edebiyat alanında Nobel ile ödüllendirildi. Buck, misyoner Amerikalı bir ailenin kızı olarak Çin’de doğmuş, hayatının kırk yılını orada geçirmiş ve oradaki yaşantısını daha sonra Pulitzer ödülü kazanacak kitabı İyi Dünya’ya aktarmıştır. Her ne kadar Buck’ın öncesinde Nobel ödülü almış üç kadın daha olsa da, Buck dünyanın Nobel ödülü kazanan en genç kadın yazarı olarak anılmaktadır. 46 yaşındayken, kategorideki ortalama bir adaydan tam olarak on dokuz yaş küçüktü. Buck’tan sonra en genç Nobel ödüllü yazar Albert Camus olmuştur.
Sonuçlardan iki gün sonra, 12 Aralık’ta, harika bir konuşma yapmak üzere İsveç Akademi kürsüsüne çıktı. Konuşmanın büyük kısmı kitabın adına, “Çin Romanı”na adanmış olsa da, özünde sanatın amacını ve yaratıcılığın canlılık veren gücünü ifade eden düşünceler vardı.
Buck, yaratıcı eserlerin doğuşuna olanak veren yanardöner farkındalığı hesaba katıyordu:
Sanatları yaratan içgüdü ile sanatı üreten içgüdü aynı değildir. Yaratıcı içgüdü son tahlilde ve en basit ifadesiyle, bir kişinin içinde barındırdığı ekstra yüksek, olağanüstü enerji; hayatta kalması için karşılaması gereken ihtiyaçlarının ötesinde de büyük; hiçbir hayatın tüketemeyeceği bir enerjiden kaynaklanır. Bu enerji müzik, resim yaparak, şiir yazarak kendi kendisini tüketebilir ancak. Birey bu enerjiyi – zihinsel ve fiziksel enerji- aktarmadıkça onun yükünden kurtulamaz ve kendini süreçten uzak tutamaz, bu nedenle bütün algıları diğer insanlardan daha duyarlı hale gelmiş ve çabuklaşmıştır. Algıları onu öyle bir bereketliliğe sürükler ki hakikat en sonunda imgeleme dönüşür. Bu içeriden başlayan bir süreç olup, oluşundaki hücrelerin etkinliğinin dozajının yükseltilmiş halidir. Etkinlik yalnız kendisini değil, insan hayatı ve onda var olan insanca şeyleri süpürür götürür.
Sanatın bu etkinlikten ortaya çıktığını not etmesine karşın Buck, yaratıcı görünün berraklığı için gerekli olduğu düşünülen meşguliyet formları ve tekniklerine karşı bizi uyarıyor:
Yaratım süreci, sanatı şekillendiren sürecin ortaya çıkmasını sağlayan süreç ile aynı değildir. Bu nedenle sanat ilk aşama olmayıp ikinci aşama olarak kabul edilmelidir. Ve sanatın ilk aşamasını gerçekleştirmek için doğmuş biri, örneğin bir roman yazarı, kendini ikincil gördüğünden, etkinliği tüm anlamını yitirir. Ne kadar biçim, teknik, kavram ortaya koyarsa koysun, artık o kayalıklara vurmuş ve pervaneleri onu ilerletmeyen bir gemidir. Geminin tüm unsurları bir arada çalışmadığı müddetçe de ilerleyemez.
Buck, başlıca odak noktasının yazar olduğunu ileri sürüyor:
Roman yazarı için asli unsur çevresindeki ya da kendi içindeki insan olma deneyimleridir. Eserlerinin yegâne ölçüsü enerjisinin ne kadar ürettiğine ilişkindir. Onun yarattıkları hala hayatta mıdır? Bu sorulması gereken tek sorudur. Ve ona bunu kim söyleyebilir insanlardan başka? Bu insanlar sanatın ne olduğu ya da nasıl ortaya koyulduğu sorularıyla kendilerini kaybetmemişlerdir. Hayır onlar yalnızca kendi içlerinde, kendi açlıklarında, kendi çaresizliklerinde, neşelerinde ve bunun da ötesinde kendi düşlerinde kaybolmuşlardır. İşte bu kişiler bir roman yazarının eserini yargılayabilecek dürüstlüğe sahiptir ve ölçütleri sanat aygıtı ile oluşmaz, yalnızca eserin gerçekçiliğinin kendi gerçekliklerine bir karşılaştırması ile oluşur.
William Faulkner Nobel Ödülünü kabul ederken yaptığı konuşmasında yazarın rolünü insan ruhunun iyileştirmesi ve onu en yüksek potansiyeline ulaştırması olarak belirlemiş olsa da, Buck buna karşı çıkarak yazarın birincil sorumluluğun, insanın kusurlarına şahit olmak olduğunu ve bu şahit olma durumunda hala hayatta olmanın garantisinin ve onayının verilmesi gerektiğini dile getiriyordu:
Bu süreçte şunu öğrendim ki, bir sanatçı sanatı mükemmel biçimler olarak ele alabilir; soğuk ve sessiz bir galeride ifadesiz duran mermer heykellere bakıp hayranlık duyabilir, fakat onun yeri burası değildir. Onun yeri sokaktır. En çok sokaktayken mutludur. Sokaklar gürültülüdür; kadınların ve erkeklerin ifadeleri ise heykellerin aksine kusurludur. İnsan olarak çirkin, defolu ve eksiktirler, nereden geldikleri ve nereye gidecekleri asla bilinemez. Fakat sonuçta, insandırlar ve bu nedenle sanatın temeline oturtulan şeylerden daha fazla tercih edilecek unsurlardır.
Maria Popova
Çev: Hande Karataş