“Zamanın ilerlemesinin en iyi yanı” diye yazıyordu Sarah Manguso, “giderek azalmasıyla ölümlülüğün dalgasıyla çevremdekilerle birlikte boğulduğumu izleme ayrıcalığıdır.” Yarım yüzyıldan daha fazla bir süre önce, büyük Alman yazar, hayırsever, Nobel ödüllü Thomas Mann (6 Haziran, 1875–12 Ağustos, 1955) mest eden bir güzellikle, daha sonradan kitaba dönüştürülecek NPR programında bu düşünceyi dile getiriyordu. İnanıyorum: Olağanüstü Adamların
“Sevdiğimiz insanın açtığı yaraları sevmeyi bilmiyorsak, o insanı gerçekten sevmiyoruzdur” diyor büyük Zen ustası Thich Nhat Hanh aşk üzerine aydınlatıcı tezinde. Ancak açılan bu yaralar artık onarılamaz bir hale geldiğinde dahi, aşkı geride bırakmak asla kolay değildir; zira gitmek aynı zamanda sevme işini yapan kendimizden de gitmemiz anlamına gelir. Talihli ya da ahmak olmayanlar için
Carl Sagan doğanın kendisinin haşmetin kaynağı olduğuna inanıyordu. Alan Lightman bu düşünceyi Seküler Transandantal Deneyimlerinde güzel bir biçimde ifade ediyordu. Yine de bu dünyevi görkemi yakalamayı başarmış olanlar bilim insanları değil; aralarında Virginia Woolf’un,  Hans Christian Andersen’ın da bulunduğu şair ve yazarlardı. Bize genç şairin merak ve hayatın taşkınlığına, hayatın kendisine, ölüme, umut ve mutluluğa dair
Ezra Pound’ın şiir yazımında dikkat edilecek hususlarından ve Edward Hirsch’ın nasıl şiir okunması gerektiğine dair bilimsel tezinden asırlar önce, -sosyal ağları icat eden- Fransız aydınlanmacı yazarı ve Filozofu Voltaire (21 Kasım 1694–30 Mayıs 1778), o zamanki çırağı Claude Adrien Helvétius adındaki delikanlıya yazdığı bir mektupta dize yazımıyla ilgili son derece kıymetli bilgiler veriyordu. Bundan yirmi
Kamu görüşü yalnız fikirlerin olmadığı yerde var olur. Oscar Wilde (16 Ekim, 1854–30 Kasım 1900) 20.yy’nin ilk pop ikonu olmakla kalmayıp aynı zamanda kanıtlanabilir bir şekilde en trajik olanıydı. Edebi şöhretinin zirvesinde, sanat hakkındaki kesif düşünceleri ve çarpıcı aşk mektuplaşmalarının arkasında toplumsal olarak kabul edilmeyen romansı nedeniyle düzenli olarak dava edildi. Bu davalardan sonuncusu,  “iftira”
Günlüklerin ve not defterlerinin bir severi olarak, bizi anların kırılgan öznelliğini kaydetmeye yönlendiren, mecbur eden şeyin ne olduğu sorusunu defalarca ve defalarca kez kendime sorarım. Joan Didion’un öz saygı üzerine düşünceleri topladığı 1968 tarihli antolojisinde (Slouching Towards Bethlehem) kusursuz olarak değerlendirdiği, “Not Defteri Tutmak Üzerine” adlı bir denemesi bulunmakta. Bu deneme neredeyse yarım yüzyıl önce
Birinin kendi hayatını tamamen boşa harcamaması da değerli bir başarıdır. “Davetsizce gelmiyorsa yüreğinden, aklından, ağzından ve içinden” diye yazar Charles Bukowski yazar olmanın gerekliklerini konu edindiği meşhur şiiri Demek Bir Yazar Olmak İstiyorsun’da, “sakın yazma”.  Fakat Bukowski’nin kendisi asıl gayesini saptama macerasında –yaratmaya yönelik bastırılamaz güdü-  geç çiçek açanlardandır ve yazıya ilişkin kariyer yapması bile
Gerçeklik dediğimiz boyutta dönüp dolaşan büyülü tuhaflıklardan neyi çıkarabiliriz? “Eğer kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi bütünüyle anladığımız bir noktaya erişebilseydik,” diye yazıyordu Carl Sagan bilim ve spiritüalizm üzerine düşüncelerini paylaştığı yazısında, “yine yanılmış olurduk.” Bundan yüzyıllar önce dünyanın ilk bilgisayar programlamacısı Ada LoveLace de komşusuna yazdığı mektupta aynı fikre değiniyordu;  ve birkaç on yıl sonra aynı
Günlük okuma ve yazma rutinim;  akıl ve şeylerin tango yaptığı müziği durduran; teklifsizce ve özür dilemeden gelen geçici ama şiddetli bir hastalık yüzünden sekteye uğradı. Yetişkinlik hayatımda ikinci kez – ilki besin zehirlenmesiydi- vücudun ve beynin nasıl ortaklaşa çalıştığından emin oldum. Aşırı fiziksel kuvvetsizlik verimli düşüncenin bağlı olduğu çağrışımsallığın kısa devre yapmasına neden oldu ve
Derinden yaşanan deneyimler, başkalarının deneyimleriyle büyük ölçekli bağlar kurmaya yönlendirir bizi. “Hepimiz tek bir soruyuz” diye yazar Mary Ruefle görkemli denemesinde “ve buna verilecek en iyi yanıt sevgi – şeylerin arasındaki bağlantı – gibi görünüyor.” Buna karşın, sıklıkla unutuyor ve diğerlerinden kopuk yaşıyoruz. Parker Palmer’ın bütünlüğün tarifsiz sanatı üzerine yazdıklarından onlarca sene önce, modernitenin en