Her teknoloji – tıpkı yeni bir aşk gibi – doğduğunda sonsuz olasılığın coşkusuyla parıldar. Karanlık tarafları ve nihai çöküşü, çılgınca iyimser bir ruh hali için anlaşılmazdır ve biz de her zaman, güçlü bir devrim vaadiyle kültürün manzarasını süpüren bu yeni ortama kapılırız. Çığır açan astronom Caroline Herschel’in yeğeni olan polimat John Herschel, fotoğraf kelimesini 1839
Varoluşun iki yönlü çekimine acı-tatlı bir serenat. “Bir zamanlar olduğumuz gibi eşsizliğe (tek olmaya) uyanmak ister misiniz?” diye yazar şair Marie Howe -Stephen Hawking’in anısına. Bu, insan olmanın kalbini acıtan temel bir sorudur: Zamanın yaratıcısı olmasına rağmen ya da tam olarak bu nedenle iki geçici antagonizm arasında asılı duruyoruz. Virginia Woolf tarafından açıkça ifade edilen
Dâhice bir eser yazmak neredeyse her zaman feci zorluk içeren bir beceridir. Onun, tamamen ve bütün olarak yazarın zihninden çıkması olasılığına her şey karşıdır. Ursula K. Le Guin‘in “erkek olmak” konusu üzerine yazmış olduğu – yaratıcı kültürde cinsiyet sorunsalı üzerine yazılmış en iyi ve en keskin eser olan – muhteşem düşüncelerinden yarım asır önce; olağanüstü
Twain, Sontag, Bradbury, Hitchens, Didion ve daha fazlası. Harvard’ın üç ayda bir yayınladığı Nieman Reports dergisi bir sayısında, eleştiri konusu üzerine bazı yazarlar tarafından yazılmış notlar bulunduruyordu. Size bunlardan birkaç gözde örnek sunuyoruz. Susan Sontag, As Consciousness Is Harnessed to Flesh: Journals and Notebooks, 1964-1980 (Bilinç Tene Kuşanınca: Günlükler, 1964-1980) eserinden: Eleştiri okumak bir insanın
Marjinal var oluşumuzda; sürekli dinleme eğilimi gösterdiğimiz o büyük gariplikten, içimizdeki sesten başka ne vardır? Eğer şanslıysanız hayatınızda birkaç kez, yazılarında eve dönme hissi gibi bir his, manevi bir kucaklaşma hissettiğiniz bir yazara denk gelmişsinizdir. Bana göre, bu türden bir hissi yaratabilecek olan az miktarda yazar vardır – Virginia Woolf, Ursula K. Le Guin, Italo
Dans, müzik… – sade hayatlarımızda sakince uyumakta olan – bazı vahşi içgüdüleri uyandırır, yüzyılların uygarlığını bir saniyede unutursunuz ve sizi odada delicesine döndüren bu garip tutkuya karşı koyamazsınız. Helen Keller, ilk dans deneyimi üzerine “Ah, ne kadar mükemmel! Ne kadar da zihine benziyor!” demişti. Edna St. Vincent Millay arkadaşına yazdığı bir mektupta “Tatlı Efendimiz İlham
“Gelecek içimize girer” diye yazıyordu Rilke, 1904 tarihli bir mektubunda; “kendini dönüştürebilmek için henüz gerçekleşmemişken içimize girer.” Fakat aynı zamanda geçmiş de gerçekleştikten çok sonra şu anımızın kapılarından içeri girmeyi başarır ve hayatın bu dilimleri var oluşumuzun anlamını saptamada bizler için önemli bir diyalog oluşturur. Virginia Woolf (25 Ocak, 1882–28 Mart, 1941) bir Temmuz sabahı,
Carl Sagan doğanın kendisinin haşmetin kaynağı olduğuna inanıyordu. Alan Lightman bu düşünceyi Seküler Transandantal Deneyimlerinde güzel bir biçimde ifade ediyordu. Yine de bu dünyevi görkemi yakalamayı başarmış olanlar bilim insanları değil; aralarında Virginia Woolf’un,  Hans Christian Andersen’ın da bulunduğu şair ve yazarlardı. Bize genç şairin merak ve hayatın taşkınlığına, hayatın kendisine, ölüme, umut ve mutluluğa dair
Asıl tenhalık vahşi yerlerde bulunur, insani zorunlulukların olmadığı… Kişinin iç sesi artık duyulabilirdir ve kendi içselliğinin büyüsüne kapılabilir. Sonuç olarak, kişi diğer yaşamlara daha berrak yanıtlar verir.  “Kimse doğrudan ruh hakkında yazamaz” diye yazar Virginia Woolf günlüğüne. Bir elin beş parmağını geçmeyecek sayıda yazar yazabilmiştir doğrudan ruh hakkında. Bunlardan biri, kendini türlerin bir çiftçisi ve türlerin
Dünyadaki en şahane dahi mi yoksa en büyük aptal mı olduğunuza karar veremediğiniz zamanların tesellisi. “Kötü yazarlar özgüven sahibi olmaya daha yatkındırlar, iyi yazarlar kendilerinden şüpheye sıklıkla düşerlerken” diyor Charles Bukowski verdiği bir söyleşide. Kendinden şüphe etme iç dünyalarının unsurlarını dış dünyaya açan kişiler –sanatçılar– için oldukça bilinen bir durum. Genç Bir Sanatçıya Mektuplar’da Anna