Carl Sagan doğanın kendisinin haşmetin kaynağı olduğuna inanıyordu. Alan Lightman bu düşünceyi Seküler Transandantal Deneyimlerinde güzel bir biçimde ifade ediyordu. Yine de bu dünyevi görkemi yakalamayı başarmış olanlar bilim insanları değil; aralarında Virginia Woolf’un, Hans Christian Andersen’ın da bulunduğu şair ve yazarlardı.
Bize genç şairin merak ve hayatın taşkınlığına, hayatın kendisine, ölüme, umut ve mutluluğa dair düşüncelerini açan Sylvia Plath’in Günlükleri hayatın transandantal basitliği hakkında acı verici bir şekilde güzel görüşleri ortaya koyuyor.
1951 Temmuz’unda, 19. Yaş gününden birkaç ay önce Sylvia Plath günlüğüne yazıyor:
Nispeten ıssız, taşlı bir kumsalda, çıkıntıları denizin içine doğru giren kocaman bir kaya vardır. Bir tırmanışın ardından, pürüzlü yüzeyden bir sonraki yüzeye doğru yükselirken, kişi en sonunda ayaklarını koyabileceği doğal bir tabakaya ulaşır ve hemen önünde uzanan dalgaların alçalıp yükselmesini ya da ufukta gezinen yelkenlilerin ışığı, gölgeyi ve yine ışığı yakaladığı koyun ötesini izler. Güneş bu kayaları yaktı ve büyük, devamlı medcezirler bu iri kaya parçalarını un ufak etti, onları hırpaladı ve insanlar kumsalda onların üzerine basıp geçerken takırdayan ve yer değiştiren, pürüzsüz bir taş haline geldiler. Yeryüzünün kabuğundaki kademeli değişimin kaçınılmazlığının berrak hissi beni ziyaret ediyor; tüketen bir aşk, Tanrı’dan değil, isimsiz kayalardan, isimsiz dalgalardan, isimsiz pejmürde çimenlerden gelen ve hepsi onları gözlemleyenin tetikteki bilinciyle tekrar tanımlanıyor. Güneşin kayaları ve eti yakmasına, rüzgârın çimenleri ve saçları dans ettirmesine, muazzam büyüklükteki kör bilinçsizlik ve doğal güçler katlanabiliyor ve o hassas, mucizevi bir şekilde dokusal organizma her şeye bir anlam yüklüyor; ancak biraz daha ileri gittiğinde, bocalamaya başlıyor, başarısız oluyor ve en sonunda sessiz, yüzsüz, kimliksiz bir anonimliğe bürünüyor.
Bu deneyimle birlikte, bütün ve pak, güneş tarafından kemiğime kadar ısırılmış, tuzlu suyun buz gibi kesiciliği ile tertemiz yıkanmış, kurutulmuş ve ilkel şeylerin arasında gezinmekten kaynaklanan, aşınmamış sükûnet ile beyazlamış hissediyorum.
Aynı zamanda bu deneyim insan dünyasına daha az şehvet ve aldatıcı küçüklüklerden arınmış bir şekilde dönebileceğime dair inancı aşılıyor. Naif ve çocuksu bir inanç bu, belki de, doğanın sonsuz basitliğinden doğan. Bu öyle bir his ki diğer insanların düşünceleri ya da tutumları nasıl olursa olsun; bu temel basitliğe inanan başka bir insanla rüzgârda ve gün ışığında dürüstçe paylaşılabilecek hayata dair eşsiz bir doğruluk ve güzellik var.
Maria Popova
Çev: Hande Karataş