Fyodor Dostoyevski’nin Bratya Karamazovyi (Karamazovgiller) adlı romanında Dmitryi’ye söyletilen bir cümlede hazır bulunur: neden acaba bütün Ruslar filozofturlar, ve bu içlerine işlemiştir? Çok tuhaf bir durum, çünkü benim bildiğim Vladimir Solovyov dışında Rusya herhangi bir sistematik filozof yetiştirmemiştir —çünkü bence buna zaten ihtiyacı yoktur ve yazarları eleştirmenleri düşünme gücünün belli bir miktarını ayakta tutmaya yetip artmışlardır bile.
Ruslar yalnızca Dostoyevski’nin söylediği gibi filozof olmakla kalmadılar, aynı zamanda felsefi bir projeyi hayata geçirmeye kalkışan tek tarihsel uygarlığı oluşturdular. Projenin kendisinin önemi (Marksizm veya başka bir şey) apayrı bir konudur —mesele daha çok felsefeyi bu kadar ciddiye almaktır ve bu Rus Devrimine kadar varabilmiş bir süreçte gerçekleşmiş bulunuyor.
Ama Sovyetler deneyimi totaliter değil (Hannah Arendt’in ve takipçilerinin sandığının aksine) bambaşka türden bir totallik ve saflık taşır. Marksizm okunur ve devrim “uygulanır” —ve bu Anglo-Sakson dünyadakinden çok farklı bir “pragmatizm” türüdür. Tarih bir “bakalım görelim” sürecine hemencecik dönüşebilir. Anglo-Sakson pragmatizmi ise bir nevi ikiyüzlülüğü hep korumuş olan burjuva ideolojisine denk düşer. O bir felsefedir ve her “doğrunun” faydaya ve iş görmeye dayanması gerektiğini kabul ederken de öyle kalır: yani bir felsefe. Kimse önerilmiş bir felsefeyi uygulamaya geçirmeye kalkışmayacaktır, çünkü İngiliz-Amerikan pragmatizminin doğası zaten yapılıp edilmekte olan işlerin bir dökümüyle, giderek meşrulaştırılmasıyla sınırlanmış bir haldedir. Yalnız Rus pragmatizmi böyle bir şeyi göze almıştır —bir felsefe mi var, tamam uygulayalım bakalım…
Karikatürize ettiğimi düşünebilirsiniz —asla öyle değil. Yalnızca Sovyetler Birliği’nde felsefe her türlü ekonomik, siyasi ve kültürel faaliyetin temeli ve yönlendirici ilkesi olarak kabul edilmiştir. Bu felsefenin oldukça özetlenmiş ve kötüye kullanılmış bir Marksizm-Leninizm olması bence burada tartışmakta olduğum konu açısından o kadar önemli değil. Daha doğrusu, 19. yüzyıldan beri Rusya’da yeşeren felsefi kültürün niteliğine uygun olan şeyleri Sovyetik deneyimden, baskılardan, perseküsyondan filan ayıklayıp bir kavram haline getirmeye çabaladığımızda orada işte bahsettiğim bu tuhaf pragmatizmin ta kendisini buluruz. Ve Dostoyevski’den Sokurov’a bu pragmatizm ilginç bir yaşam sürdürmüş, biricik bir deneyim oluşturmuş gibidir.
Rus aydını (ki “intelligentsia” terimine bir somutluk kazandırmıştır) Berdyayev’in gösterdiği gibi kendine mahsus bir insan türüdür —ve bu “kendine mahsusluk” bütün Ondokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatının her köşesinde belirir. Mesela Solovyov anarşist-nihilist olarak başladığı felsefi hayatını mutlak ortodoks bir dindarlığın —yani argümanları en uca kadar götürülmüş bir dinselliğin— doruğunda tamamlayacaktır. Ruslar önlerinde felsefenin Batılı bir versiyonunu görmeye dayanamıyorlardı: hep bir hic et nunc’un, burada ve şimdinin iğvasına kapılıyorlardı. Belki de bu yüzden “tamam artık Sovyetler faslını kapatıp şu kapitalizmi de deneyelim bakalım” tipinden bir davranışa girmelerinin nedeni de budur. Lenin’in yazıları ve eylemleri tam manasıyla bir “deneysel devrim teorisi” oluşturur. Bu yüzden onu yüzyıl sonra hala alıntılayıp duran bir “sol literatüre” ve “pratiğe” çok fazla burun kıvıramıyoruz.
Neçayev’den Şestov’a Rus felsefesi (ki teknik bakımdan Batıdakinden çok geridedir) büyük Rus edebiyatının yanında biricik bir çizgi oluşturur; ince, kırılgan, ama bir bakıma çok güçlü, Mesianik bir çizgi. Descartesçı mısınız, o halde hemen gidip uygulayalım… Descartes’ın neyini uygulayacaksınız? Hemen ruhsal dünyayı cismani dünyadan koparalım, bakalım ne oluyor. Batıda yüzyıllardır okunan Descartes felsefesi asla böyle bir girişimi Fransa’da ya da başka bir yerde uygulamaya koymaya kalkmış değildir. Batı metafiziği söyler, uygulanır, ama uygulanmaya “adanmış” değildir. Yalnızca (Nietzsche’nin deyimiyle) bazı “kuyrukluyıldızlar”, Spinoza ve Nietzsche felsefelerini hayatlarının bir ölçüsü ve ritmi haline getirmeyi başardılar —ki bunlar Deleuze’ün deyişiyle “kamusal” değil “özel” filozoflardı.
Bu aynı zamanda Dostoyevski’nin “her şey mübah” formülünün zorunlu bir uzantısıdır. Rus anarşizmi, “her şey mübah ise o halde yapalım” diyen bir tavırdır. Oysa hala bir Alman olan Nietzsche şu entellektüel-ahlaki anekdotu hala sürdürüyordu: Tanrı Öldü, Onu Siz öldürdünüz; nasıl arınacaksınız bu kandan bakalım.
Tarkovski veya Eisenstein seyredenler hemen hissedebilirler ki yukarıda bahsettiğim “somutlaştırıcı ruh” bir Poltergeist gibi her an iş başındadır ve izin verildikçe yolunu bulur… Bu izin kurumsallaştığı andan itibaren —diyelim ki Stalin döneminde— Sovyet projesi çöküşüne zaten girmişti. Benim bildiğim 1960’lı yıllarda o güzelim Leningrad’ın bile gri üstüne gri bir hayatı şenlendirmeyi başaramadığıdır. Ve bu şenlendirmeyi ancak (a) büyük Rus edebiyatı; (b) büyük Rus sineması başarabilmişti, ta ki yok edilene kadar. Bütün bunların Batıda alıştığımız “komünizm” projesiyle bir alakası yok. Olsa bile bambaşka bir tarzda ve bambaşka bir yoldan. Eisenstein’in tutkusal profili ancak komünist adanmışlığını hissedebildiğiniz ölçüde sizin için “şahane” bir eser haline gelebilir. Yoksa filmlerini anlamamışsınızdır. Dziga Vertov basitçe “makineler mi?” diye sormuştu —evet tamam, makineler, Taylorizm ve Stahanovizm: ama benim elimdeki kamera da bir makine —o halde ben de bir işçiyim, bir görüntü işçisi, bir iletişim işçisi. O halde “sinemanın özü” diye anlatılan şeyi hemen “uygulayalım”.
Entegre kapitalizm bir uygulama değil ve Marx’ın bir asır önceki sözünü doğrulamaktan başka bir şey yapmıyor: “kapitalizm pratikte gerçekleşmiş idealizmdir”. Pratikte gerçekleşmek. Rusların ruh haline başvurduğunuzda (ki Marx pek çok sayıda Rus devrimciyle tanışıktı, düşmanlıklar ve dostluklar kuruyordu onlarla) bu “pratikte gerçekleşmek” meselesinin oldukça karmaşık ve eş oranda hayati bir mesele olduğu anlaşılır. Kapitalizm bir idealizm ise demek ki bizimki değildir dersiniz hemen. Ama idealden önce gelen “pratik” pek dayanılabilecek bir durum değildir. İşte böyle bir şeye sadece ve sadece Rus filozofların, Solovyov’un, Lenin’in, Neçayev’in, Berdyayev’in, Kojeve’in katlanabildiklerini düşünüyorum…
Üstelik Kojeve gibi bir Rus, Almanya gibi soğuk nevale bir ülkede Husserl’den ders aldıktan sonra Hegel’in en iyi yorumcularından biri haline geldiği (diğeri de Rustu, yani Aleksandr Koyre) Fransa’da ikinci Dünya Savaşı ardından ve henüz Avrupa Birliği pek samimi bir şekilde telaffuz edilmezken bir Akdeniz Birliği önerebilmişti. Dünya entegrasyonu onun ütopyasıyla kurulsaydı elbette Wilson, Truman ve Marshall doktrinlerini takip ederek bugünkü hale gelemezdi. Belki daha az, belki daha çok acı çekiyor olurduk ama muhakkak ki bambaşka bir şey olurdu.
Bu Rus düşünürlerini bütün Spinozacılığıma, onların bütün irrasyonelliğine rağmen kendime çok yakın buluyorum.
s.117—121
Ulus Baker
Beyin Ekran
Derleyen: Ege Berensel
İletişim Yayınları
Kapak Fotoğrafı / İllüstrasyon: Gabriela Pesqueira