Günümüz çalışma süreci içinde zaman “kazanılmaktan” çok denetlenir, yani özne-dışı haline getirilir. Marx’ın eleştirisi henüz gerçekliğini yitirmemişti: Verimlilik Smithçi hikâyede olduğu gibi kayıp zaman üzerinden kazanılmış görünüyordu. Ama bugün modern şirketler zaman kaybetme yöntemlerini örgütlüyorlar. Google’da çalışan birisi iki toplantı arasında köpeğini gezdirmeye götürebilir, pijamayla gelip işyerinde duş alabilir ya da şirket yerleşkesi içinde “scooter”a binebilir. Fransız şirketler de çalışanlar rahatlasın diye “off” günler ayarlar. Zaman kaybının işe entegre olması sorunun tam olarak çalışma ritminin hızlandırılmasında değil hızlanmanın sağladığı şeyde, yani zaman denetiminde yattığını açıkça gösterir. Tabii ki hızlanma denetimin gerçekleştiği zorunlu alandır. Ayrıca bahşedilen ritim kesintileri süre bitimlerinin kıskacını gevşetmez. Ama hızlanma, denetlemeyi, giderek daha çok bir “özdenetime” dönüşen bir denetimi gizler.
Zamanın denetlenmesi aslında zordur. Bunu başarmak için sömürülen öznenin işbirliğini sağlamak gerekir. En iyi yolu kişinin kendisinin denetçisi olmasını sağlamaktır. Çünkü çalışmada denetlenmesi gereken zamandır, denetim giderek bir özdenetime dönüşür. İster el emekçisi, ister zihin emekçisi, ücretli çalışan ya da bireysel girişimci olsun, hepsi kendisini zaman üzerinden denetler. Bir işyerinde ya da evden çalışmada herkes kronometreyle yaşar. Zaman, denetimin modus operandi’si oldu. Sözgelimi kadrolu memurlar XIX. yüzyıldaki işçilerin yaşadığı denli zorlayıcı türden bir denetime tabiler artık. Ajandaları paylaşılır. Özgürlük sağlayan hiçbir zaman aralığı oluşmamalıdır. Zaman yetersizliğinden yakınmaları sürekli yinelenir.(1) Satış temsilcileri gibi denetlenmesi en zor meslekler artık yeni bilgi ve iletişim teknikleriyle mümkün kılınan bir zaman denetimi altında.(2) Dahası, Marx’ın imalathane döneminin başlayışıyla birçok zanaatkârın giderek ücretli konumuna “düştüğünü” görmüş olduğu gibi,(3) günümüzde de birçok serbest meslek sahibi taşeronluğun gelişmesiyle ücretli çalışan konumuna düşer. Nitekim kendi hesabına iş yapabilip, gerekirse eleman istihdam edebilirken, bir yandan da verdiği vadelerle çalışma ritmini belirleyen bir üst işletmenin ritmine bağımlı olunabilir. Bu durumda kişinin kendi zamanı kesintisiz bir denetim altına girer.
Dijital alandaki gelişme zaman üzerindeki denetimi, dolayısıyla da kişinin özdenetimini artırır. Kısa süre öncesine kadar el konulamaz görülen öznel zaman dijital gözetimin yeni gereçleriyle “denetlenebilir” kılındı. İlk kapitalizm emek fazlasını nesnel zamanın daraltılması yoluyla devşiriyordu, ikinci kapitalizm ise onu, yalnızca çalışmaya ayrılan zaman olan öznel zamanın gözetimi yoluyla devşiriyor. İster fabrikada ya da bilgisayar başında çalışılsın, ister kadrolu memur ya da üniversitede araştırmacı olunsun, herkes bir iş günü içerisinde kaçınılmaz olarak ölü zamanlar bulunduğunu bilir. Üniversitedeki araştırmacı da ortak bir araştırma projesine katıldığında artık fiilen çalışılan zamanı hesaplamak zorunda. “Yalnızca fiilen çalışılan süre için ücret ödenmesi”(4) kararı verildiğinde çalışma hayatında bir şeyler olup bitti. Bu açıdan bakıldığında, her çalışmanın, istense de istenmese de, “ölü zamanları” olduğunu göz önünde bulunduran XIX. yüzyıl kapitalizmine göre geri adım atıldığı görülüyor. “Ölü zaman”, Luc Boltanski ile Ève Chiapello’nun, fiili çalışma olmaksızın çalışmanın parçası olan ve sözgelimi “işgünü içerisine parça parça yerleştirilmiş molaları, eğitim zamanlarını”(5) içeren o zamanı belirtmek için kullandıkları tuhaf bir ifade. Ne ki şunu söylemek gerekiyor, bu ölü zamanlar yaşanan zamanlardır daha doğrusu fiilen çalışılmış iş zamanını canlı bir zaman kılan şeydir.
Çalışmanın canlı zamanı, çalışmanın ne olduğunu bile unutturma riski taşıyan kayıp zamandır. Descartes düşünmek için uzun süre yatağından kalkmazmış, öyle ki yaşam öyküsünü kaleme alan kişi “zihninin ürettiği en önemli şeyleri yatağında geçirdiği sabahlara borçluyuz”(6) diye yazmış. Çalışma içerisindeki iş dışı zaman bir olgunlaştırma çalışmasıdır, düşüncenin beklendiği ya da üzerinde çalışılan ve dikkat göstermeyi, geri çekilmeyi gerektiren şeyin gerçekleştiği zamandır. Öznel zamanın kaybı sömürünün ve baskının kaynağını oluşturur.
“Kayıp zaman çılgınlığını” birebir anlamıyla dile getirmek gerekir. Bir iş günü ya da bir çalışma saati içindeki her bir zaman kesitinin peşine düşmek çalışmak değil, deliliktir. Böylesine kovalanan boşluk kaçınılmaz biçimde gerçek hayatta geri gelir, özellikle işsizlik olarak. Boltanski ve Chiapello “ölü zamanların” reddinin çalışanlar arasında yoğun çalışmaya uyum sağlama kabiliyetine dayayan yeni bir bölünme yarattığını açıklar, “uyum sağlayamayanlar” kendilerini çalışma yaşamının dışına atılmış bulur. Çalışma hayatı dildeki çağdaş krize direnç gösteremez: Canlı olanı ölü diye adlandırırız, hayatımızı kazandığımızı zannederken yavaş yavaş ölürüz. “Ölü” denilen zaman aslında yaşayan zamandır. Çalışmanın ne anlama geldiği artık bilinmediğinden, ölümü yaşamdan neyin ayırdığı da bilinmez. Zaman kaybedince işimizi de kaybederiz. Kåra geçildiği sanılırken bunun tersi olur. “Ölü zamanlara”, insan olmanın özünde bulunan boşluğu yoklamamızı sağlayan o zaman aralıklarına artık tahammül edilmediğinde gerçekten ölürüz. Yaşamak, bizi yaşatan boşluğu taşımaktır, boşluğa karşı tahammülsüzlük de çağdaş insandaki vahim bir maraz. Boşluk bizim yaşam kaynağımızdır. Lacan’a göre her yaratım “ex-nihilo”dur.(7) Marx’ın kapitalist çalışma biçiminin kendi kendini yok etmeye mahkûm olduğuna ilişkin düşüncesi gerçekleşebilir. Kişisel yaratıcılığın kaynağından devşirilmesi bizzat yaratıcılığın koşullarını yok eder, boş kalmış her alanı doldurur, her boşluğu, dolayısıyla her yaratım imkânını ortadan kaldırır. Hangi toplumsal basamakta olunursa olunsun ihtiyaç duyulan enerji ancak boşluktan alındığında üretken olunabilir. Aşını üretken toplumlarımızın iş yokluğu çeken toplumlara dönüşmesi o kadar da şaşırtıcı değil. Zaman kaybedilirse işin kendisi kaybedilir.
1- Luc Boltanski ve Ève Chiapello, Le Nouvel Esprit du capitalisme, age, s. 364.
2- Age, s. 367.
3- “Küçük orta zümreleri oluşturanlar, küçük sanayiciler, tacirler ve rantiyeler, zanaatkârlar ve çiftçiler, bütün bu sınıflar o konumlarından düşerek proletaryaya katılırlar, kâh küçük sermayelerinin büyük sanayi işletmeciliğine yetmemesiyle ve büyük kapitalistlere rekabette yenik düşmeleriyle gerçekleşir bu, kâh ustalıklarının yeni üretim biçimlerince değersizleştirilmesiyle gerçekleşir”, Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Manifesto (1848) (çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s. 61.
4- Luc Boltanski ve Ève Chiapello, Le Nouvel Esprit du capitalisme, age, s. 361. Metinde italik yazılmış.
5- A.e., s. 361.
6- Adrien Baillet, Vie de Monsieur Descartes (1691), Paris, La Table Ronde, 1946, s. 16.
7- Jacques Lacan, L’Éthique de la psychanalyse (1959-1960), Paris, Seuil, 1986, s. 251.
s.22—25
Hélène L’Heuillet
Gecikmeye Övgü
Zaman nereye gitti?
Türkçesi: Şehsuvar Aktaş
YKY →