En insani koşullanmalarımızdan biri herhangi bir başarımızın kusursuz kişiliğimizin bir sonucu olduğunu düşünme; başarısız olduğumuzda bunun sebebini dış güçlere bağlama eğilimimizdir. Kendimize tanıdığımız bu, ‘öncelik hakkı’ çok açık ki sorunludur; çünkü bizi hayatımızda sahip olduğumuz fırsatları tırnaklarımızla kazıyarak elde ettiğimizi; makûs bir talihin yarattığı imkânsızlıkları ise bir şekilde layık olduğumuzu düşünmeye iter. İşin aslı, güçlü,
“Hiçbir yere ait olmadığını -her yere ait olduğunu, yani bu hiçbir yer demektir- fark ettiğinde özgürsündür ancak” demişti Maya Angelou 1973 tarihinde Bill Moyers ile yaptığı sıradışı sohbetinde. Ev ve ait olma gibi konular Maya Angelou’nun çalışmalarının -özünün-kaynağını oluşturuyor ve aynı zamanda Ellyn Spragins’in 2006 tarihli antolojisi Ne Öğrendim: Gençliğime Mektuplar’ın kalbinde yer alıyor. Angelou

Franz Kafka: Aşk ve Sabır

1920 yılında bir Mart sabahı, Gustav Janouch isimli Çekoslovakyalı bir genç, babasının çalıştığı İşçi Kaza Sigortası Enstitüsü’ne gelmişti. Gelecek vaat eden on yedi yaşındaki bu genç şair adayının enstitüyü ziyaret amacı, babasının meşhur iş arkadaşı, enstitüye on iki yılını vermiş, Dönüşümün yazarı Franz Kafka ile tanışmaktı. (3 Temmuz 1883 – 3 Haziran 1924) İkili kısa
Yarım yüzyıldan daha fazla bir süredir sevilen şair Mary Oliver (10 Eylül 1935) var oluşumuzla ve bunun da ötesi oluşumuzla bağlantı kurabilmemiz için, bizi, hem kendimizi hatırlamaya hem de kendimizi unutmaya davet ediyor. Titrek bir ışığa benzeyen şiirlerinin yegâne amaçlarından birinin bu olduğunu söylemek tuhaf olmaz. Şiirlerinde bize çevirdiği aynalar aracılığıyla kendimizle yüzleşme şansını bulurken,
Mozart‘ın ve Haydn‘ın bir öğrencisi olan Ludwig van Beethoven (1770–1827) tarihin en etkileyici ve sevilen bestecileri arasında yer alıyor. Kendimi ne zaman kötü hissetsem, 9. Senfonisini arka arkaya dinler dururum. Ruhu güzellik ile tepelere taşıma kabiliyetine sahip bir adamın zamanın en nefes kesici mektup yazarlarından biri olması hiç de şaşırtıcı değil. Beethoven hiç evlenmedi, fakat
1606 yılında oldukça yaratıcı bir aradan sonra Shakespeare, şaheserlerinden üçünü kaleme aldı: Kral Lear, Macbeth ve Antonius ve Kleopatra. Peki bu kadar kısa bir süre içerisinde nasıl oldu da böyle başarılı olabildi? Shakespeare uzmanı James Shapiro‘ın yeni kitabı Lear Yılı: 1606 Yılında Shakespeare‘ a göre bir dizi politik ve sosyal olay Shakespeare’in özellikle o yıl
“Gelecek içimize girer” diye yazıyordu Rilke, 1904 tarihli bir mektubunda; “kendini dönüştürebilmek için henüz gerçekleşmemişken içimize girer.” Fakat aynı zamanda geçmiş de gerçekleştikten çok sonra şu anımızın kapılarından içeri girmeyi başarır ve hayatın bu dilimleri var oluşumuzun anlamını saptamada bizler için önemli bir diyalog oluşturur. Virginia Woolf (25 Ocak, 1882–28 Mart, 1941) bir Temmuz sabahı,

Neden Aşık Oluruz?

Adrienne Rich, aşkın düşüncelerimizi nasıl saflaştırdığını açıkladığı yazısında şöyle diyordu: “İki insanın ‘aşk’ sözcüğünü kullanma hakkı olduğu onurlu bir insan ilişkisi bir süreçtir, narin, sert, çoğunlukla bu ilişki içinde yer alan kişiler için korkunç olan. Birbirleriyle paylaşabilecekleri gerçeklerin saflaştığı bir süreç.” Fakat aşkı hem elektrikli hem de öfkeli –korku, dehşet, arzular ve hayal kırıklıkları, özlemler
Asla tatmin olamama duygusundan gelen bir ömürlük hüzne kendini emanet et. Zadie Smith Yazmanın on kuralında işte böyle bir tavsiye de bulunuyordu yazar adaylarına. Fakat bir kimse yaratıcı debinin elektriğini yakalamaya çalışırken nasıl olur da istikrarlı bir memnuniyetsizlikle arkadaşlık edebilir? Yaratıcı yaşamın bu, hiç değişmeyen sorusuna dansçı ve koreograf Agnes de Mille‘in 1991 tarihinde yazdığı
11 Şubat 1963 yılında şair olarak takdir gören ancak bir sanatçı olarak çok tanınmayan 30 yaşındaki Sylvia Plath kendi canına kıydı. Bazı kimseler Sylvia Plath’in yalnızca “zihinsel işkenceler gören bir şair” aldatılmış bir kadın ya da trajik edebiyat sarışın modeline indirgenmesine karşı çıkmış olsa da, kişisel yazılarından anlaşılan onun gerçekten de yaşamın amacını bulmakta güçlük