En insani koşullanmalarımızdan biri herhangi bir başarımızın kusursuz kişiliğimizin bir sonucu olduğunu düşünme; başarısız olduğumuzda bunun sebebini dış güçlere bağlama eğilimimizdir. Kendimize tanıdığımız bu, ‘öncelik hakkı’ çok açık ki sorunludur; çünkü bizi hayatımızda sahip olduğumuz fırsatları tırnaklarımızla kazıyarak elde ettiğimizi; makûs bir talihin yarattığı imkânsızlıkları ise bir şekilde layık olduğumuzu düşünmeye iter. İşin aslı, güçlü, kültürel bir akıntı bizi; kültüre, politikaya, ekonomiye, kısaca benliğimiz dışında gelişen her türlü dış unsura bağlı olarak herhangi bir yöne sürükleyebilir. Peki, iyi ya da kötü olsun tüm dış etkenler ortadan kaldırıldığında, bizden geriye ne kalır? En derinlerimizde yatan kişi aslında kimdir?
Genç Sylvia Plath (27 Ekim 1932–11 Ocak, 1963) işte tam olarak bu konuya, güzel günlüklerinde karakterine uygun bir tutku ve şiddetle değiniyordu.
1950 sonbaharına ait bir yazısında Plath, özgür irade, ayrıcalıklı körler ve bizi biz yapan şey üzerine kafa yoruyordu. Şöyle yazıyor:
Ben kederden ne anlarım? Sevdiğim hiçkimse ölmedi ya da işkenceye maruz kalmadı. Hiçbir zaman yiyecek yemeğe ya da yatacak bir yere ihtiyaç duymadım. Beş sağlam duyu organıyla ve çekici bir dış görünüşle ödüllendirildim. Bu yüzden küçük, rahat koltuğumun üzerinde felsefe yapabiliyorum. Amerika’daki en önde gelen üniversitelerinden birine gidiyorum; Birleşik Devletler ‘de iki bin tane seçkin kız öğrenciyle birlikte yaşıyorum. Ne kadar şikâyetçi olabilirim ki bu durumdan? Çok değil. Öz saygıma daha fazlasını eklemenin ana yolu, kendime, burs aldığımı ve eğer özgür irademi eğitmeseydim ve lise boyunca ders çalışmamış olsaydım asla burada olamayacağımı söylemek yalnızca. Fakat biraz düşününce… Bunun ne kadarı özgür iradeydi? Ders çalışmak için eve gelme dürtüsü, akademik olarak başarılı olma, kabul edilmediğim erkekler ve kızlar dünyasına yeni bir alternatif bulma gereği… Ebeveynlerim bana bunların ne kadarını aktardı? Ve yazma eğilimim ben daha henüz çocukken başlamış olan içe kapanıklığımdan ve Mary Poppins ile Winnie-the-Pooh’un perili dünyasında büyümüş olmamdan ileri gelmiyor mu? Bu beni sınıf arkadaşlarımdan ayıran şey değil miydi? – Her zaman A almam ve diğerlerinden ‘farklı olmam’? – Çok emin değilim ama bu, insan elinin dokunuşuna sahip bir hayvan olarak sürüye geri dönmek gibi bir ‘fark’Üstü kapalı bir egoizmle kendimi genel sürüden ayırma yolum olabilir bu ama neyse ne.
Bir yıl öncesinde Plath annesine yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
Özgür olmak istiyorum- insanları ve hayat hikâyelerini öğrenme özgürlüğüne sahip olmak istiyorum… Dünyanın farklı yerlerine gitme özgürlüğüne sahip olmak istiyorum… Böylece benimkiler dışında farklı ahlak kurallarının ve genel geçer yargıların olduğunu öğrenebilirim.
Empatiden gelen merakı ve diğer kültürlerin diğer insanlarda yaratacağı etkilerin farklı olacağının güçlü farkındalığıyla Plath günlüğünde özgür irade sorununa geri dönüyor:
Özgür iradeye gelince, insanın içinden geçemeyeceği kadar dar bir çatlağı vardır onun… İnsanın çevresi, irsiyetti, zamanı, olayları ve yerel toplumları tarafından oluşmuş. Eğer tepelerdeki mağaralardan birinde, bir İtalyan ailenin çocuğu olarak doğmuş olsaydım daha 12 yaşında bir fahişe olurdum yaşayabilmek için (neden?) bu, önü açık tek yol olurdu. Eğer sözde kültür eğilimleri taşıyan New York’lu zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelseydim, üzerimde kürk ceketimle onlarla birlikte sosyete partilerine katılır ve yeni dostlar edinirdim. Bunu nasıl biliyorum? Bilmiyorum. Yalnızca tahmin ediyorum. Ben ben olmazdım. Ama ben benim şimdi ve milyonlarca insan artık telafi edilemez bir şekilde kendi, çeşitli ‘Ben’lerine sahip. Bunu düşünmeye bile katlanamıyorum. “I” (İngilizce. ben) ne kadar keskin bir harf; ne kadar güven verici üç çizgisi; bir tanesi dikey, gururlu ve iddialı… kısa ve yatay olan diğer iki çizgi ise takribi olarak uygun ve şık… Kalem kağıdı kazır… ben ben ben.. ben… ben.. ben…
Maria Popova
Çeviri: Hande Karataş (tabutmag)