Eğer ki boş zaman kültürün temel öğesi ise, boş zamanın getirilerini ürüne nasıl çevirebiliriz? Anaïs Nin‘in Günlüğü‘nde Fransız-Kübalı yazar Anaïs Nin -aşk ve yaşam; sıradışı kültürel öngörülerin kadını ve tüm zamanların en istikrarlı günlük yazarlarından biri- tam olarak bu konuyu ele alıyor.
1947 kışında New York’ta süren koşuşturmacalardan ve hayattan bitkin düşmüş olan Anaïs Nin, Acapulco, Meksika’da bir süreliğine tatil yapmaya karar verdi. Buradaki sakin yerel hayat ve kaçıp geldiği New York’un işkolik kültürü arasındaki farkı gördüğünde şaşkına dönmüştü.
Susan Sontag, tatil fotoğrafçılığının estetik tüketiciliğinden -tecrübe etmek yerine ilkin onları kayıt altına almayı tercih etmemiz ile ilgili olarak- yakınmasından yaklaşık otuz yıl ve sosyal medya üzerinde her anımızı bir zorunlulukmuş gibi listelemeden bir buçuk asır önce, Nin şöyle yazıyor:
Mirador Oteli’ndeki odamın terasında, hamakta uzanıyorum, günlük dizlerimin üzerinde açık bir şekilde duruyor, güneş günlüğün üzerinde parlıyor ve benim için hiç yazma isteğim yok. Güneş, yapraklar, gölge, sıcaklık öyle canlı ki duyuları uyuşturup, hayal gücünü sakinleştiriyor. İşte mükemmellik budur. Resmedip saklayacak bir şey yok. Bu sonsuzluk, seni yok edip bir bütün haline getiriyor.
Ortalama bir beyaz insana göre oldukça alışmadık olan bir şekilde Nin’in pek çok beyaz olmayan arkadaşı vardı ve beyaz Amerikalılar ile beyaz Avrupalıların hayal gücünden uzak, sıradanlaşmış yaşamlarını, hayranı olduğu sanat dalı Jazz’ın geldiği kültüründen aşağı buluyordu. Meksika’daki yerel halkın tümüyle farklı bir mizacı olduğunu gören Nin, kendisinden kaçtığı kültürün aksine, buradaki kültürün nasıl “an” içinde yaşadığı vurguluyor:
Yerliler henüz beyaz adamdan, kendilerini ‘an’dan uzaklaştıracak icatları, kimyasal bir nesnenin içindeki sıcaklığı ölçmeyi ve insanları birer sembole dönüştürmeyi henüz öğrenmemişler. Beyaz adam nesneleri ya çok yakında ya da çok uzakta gösteren; yaşam ve görü arasına bir sınır çeken camlar icat etmeyi başardı: kameralar, teleskoplar, dürbünler… Bu adamın aradığı şey yalnızca şekil… Doku, yaşayan bir sıcaklık ya da insani yakınlık değil.
Bizler, elimizdeki icatların parlayan ekranlarından büyülenmiş bir hale gelmeden yıllar önce Nin şunu ekliyor:
Meksika’da insanlar yalnızca an’ı görüyor. Gözlerin ve gülüşlerin bu birlikteliği inanılmaz neşelendirici. New York’ta insanlar birbirleriyle görüşmemeye kararlı gibiler. Yalnızca çocuklar utanmaz bir merakla yaşıyorlar. Zavallı beyaz adam, sahip olmaktan gurur duyduğu, bedenlerin görünmez olduğu o boyutta kaybolmuş, boş boş dolanıyor. Burada ben tekrar cisimlenmiş olduğumu ve bedenimin kontrolünü ele aldığımı hissediyorum.
Bunları yazdıktan dört yıl sonra Nin, Acapulco’ya geri dönüyor ve yine onun ruhu uyandıran canlılığından büyüleniyor:
Benim için Acapulco tek çare, şehrin kötülüklerinden kurtulmak için… hırs, gösteriş, para kazanma mücadelesi, güç sahibi olmakla kafayı bozmuş ve fark edilmek, tanınmak, spotların altında olmak isteyen bireylerin süregelen bulaşıcı varlığı… Sanki hayat size bir kalabalıktan sıyrılıp yükselme, fark edilme, bireysel olarak var olma karınca ve koyun sürüsünden ayrılıp tek başına olma gereği gibi çaresiz bir hastalık vermiş. Burada, bu bahsettiklerimin hepsi bir saçmalık.
Burada gülüşünle ve varlığınla varsın. Doğanın içinde varsın. Parlayan denizin, iyi yetişmiş bitkilerin, bir parçasısın, güneş ile evlisin, zamansızlık suyuna batırılmışsın, yalnızca ‘şu an’ var ve sen şu an’dan duyularını harekete geçirecek esansları koparabilirsin, sinirin yatışmıştır, aklın sessizdir, geceler bir ninniye dönüşür, gündüzler usta bir heykel tıraşın vücudun kayıp duyularını bir araya getirdiği nazik bir fırındır… Ve yüzdükçe sözde medeniyetin urlarını üzerinden atarsın, bu da her koşulda mutlu olabilmenin bir yoludur.
Maria Popova
Çeviri: Hande Karataş (tabutmag)