SAİD’İN ölümüne ne kadar yandım anlatamam. Halbuki fazla bir ahbaplığımız, arkadaşlığımız da yoktu.
Yirmi yıl kadar önce bir kahvede tanışmıştık. Ayağını iskemlemin altına dayamış, yüzüme bakıyordu. Parklarda dolaştığımızı da hatırlıyorum. Orhan da vardı. Birkaç defa da beraber içtik. Bizi aynalı, mermer masalı, fıçılı meyhanelere götürmüştü.
İlk okuduğum yazısı bir yolculuk hikayesidir. İskeleye gidip gidip bir gemiyi seyredişini anlatıyordu. Bu gemi ile ya Fransa’ya gitmiş, yahut gelmiş; böyle bir şey.
Arkadan Boğan Kayığının hikayesi gelir. Bu hikâyede karşılıklı iki cins insan vardır. Bir yanda soğan kayığının biçimine vurulan biri; öte yanda soğanlardan edecekleri kârı düşünenler. Sait bu soğan kayığının biçimine vurulan adamdı. Ölünceye kadar da hiç değişmedi.
Anlattığı insanlar da çoğu zaman onun gibi şair tabiatlıydı. İşte ağzından mavi dumanlar çıkaran, cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşayan adam. İşte bütün haftalığını bir günde harcıyan Panco. İşte hikâyeciye şairce oyunlar oynayan Yani Usta. İşte topal martı ile konuşan balıkçı.
Sait çok iyi bildiği bu insanların yaşama kavgasını pek anlatmıyordu. Bu kavganın hikâyesi nedense onu ilgilendirmiyordu. Bizler ondan bu hikâyeyi istiyorduk. Gelgelelim anlatmıyordu işte.
Artık anlatamaz da. Ama bizler, bu bizlere en yakın insanların yaşama sevinci ile ilgili davranışlarını, derinlemesine, gine en çok onun hikâyelerinde bulacağız. Onun hikâyelerini okuyup sokağa çıktığımız zaman bir evin damını, uzakta uçan bir kuşu, yaprakların arasından denizi görünce birileri arkamızdan “hişt hişt!” diye seslenecek.
Oktay Rifat
Yeditepe Dergisi, 1 Haziran 1954, Sayı:62