“Artık her okul çocuğunun da bildiği gibi, yeni bir Žižek kitabı, özel bir sıra izlemeksizin, Hegel, Marx ve Kant tartışmalar; sosyalizm öncesi ve sonrasına dair çeşitli anekdotlar ve düşünceler; Kafka’nın yanı sıra Stephen King ve Patricia Highsmith gibi popüler yazarlar üzerine notlar; operaya (Wagner, Mozart) göndermeler; Marx Kardeşler’den aktarılan şakalar; müstehcen ve hatta cinsel feveranlar; Spinoza ve Kierkegaard’dan Kripke ve Dennett’e kadar felsefe tarihine ilişkin müdahaleler; Hitchcock filmlerinin ve daha başka Hollywood yapımlarının analizleri; güncel olaylara göndermeler; Lacancı doktrinin anlaşılması zor noktalarının tetkiki; bazı çağdaş kuramcılarla (Derrida, Deleuze) girilen polemikler; karşılaştırmalı teoloji ve son zamanlarda da nörobilimsel “gelişmeler” ve bilişsel felsefe üzerine açıklamalar içerecektir. Bunlar, Eisenstein’ın “cazibeler montajı” diye adlandırdığı, bir “numaralar” silsilesinin birbirini izlediği ve izleyiciyi kendinden geçmiş bir büyülenme halinde tuttuğu bir tür kuramsal varyetedir. Bu mükemmel bir gösteridir; tek sakıncası, sonunda okuyucunun sunulan fikirler veya en azından akılda kalan esas görüşler üzerine kafası karışmış halde kalakalmasıdır. Žižek’in bütün kitaplarının art arda okunması bu sorunu daha da büyütür diye düşünebilir insan; fakat aksine, büyük kavramların üzerindeki sis kalktıkça sorun da bir biçimde basitleşir. Zaten başka bir yol da mümkün değildir. Tam da bu sebeple bu yeni cilt – 1999’da yayımlanan Gıdıklanan Özne adlı yardımcı kitapla birlikte, “sistem”in (eğer bu bir sistemse) bir bütün olarak taslağını oluşturma veya hiç değilse tek devasa bir ifade halinde sunmayı iddia eden bu cilt – böylesi bir kavrayışı esinler.
Bu kavrayışın hem doğrulandığını hem de doğrulanmadığını söylemek diyalektik olacaktır. Kitabın başlığını açıklayan ve Žižek’in felsefesini kesin bir yöntemle temellendirme peşinde olan ilk bölüm oldukça zordur, ona daha sonra döneceğim. Sonraki bölümler – Heidegger ve siyaset, bilişsel felsefe ve çıkmazları, anti-semitizm, günümüz siyaseti üzerine olan bölümler- çok berrak ve bir o kadar da etkilidir ve hiç şüphesiz, yine ideolojik spektrumun her iki ucunda yer alan insanları sinirlendirmeye ve kışkırtmaya yeten önemli açıklamalardır (şeyleştirme kuramının safdil bir pratisyeni olarak itham edilerek ben de arada nasibimi almışım). Her ne kadar yavan olsa da, bu kitapta da espriler ve güncel filmlere ilişkin yorumlar eksik kalmamış (Žižek Hitchcock’u bilinç dışından olmasa bile, bünyesinden atabilmiş gözüküyor – zaten onu bilinç dışından silmek asla mümkün değil).
Artık önemli bir yapıt haline gelmiş olan bu kitapta üzerinde ısrarla durulan şeye gelirsek, diyalektikten başlayacağım, ki Žižek, diyalektiğin çağdaş pratisyenlerinin en iyilerinden biri. Eski kalıba göre Hegel tezden senteze, antitez üzerinden ulaşan basmakalıp bir ilerleme izler. Žižek bunun tamamen hatalı olduğunu anlatır: Hegel’de gerçek anlamda bir sentez bulunmaz, dolayısıyla diyalektik faaliyet bütünüyle farklı bir şekilde anlaşılmalıdır. Bir dizi örnek gösterir bunu kanıtlamak için. Yine de, bu saçma klişe tamamen yanlış değildir. Hegelci diyalektikte üç aşamalı bir hareket vardır ve hatta Hegel’in bunu örneklediğini söyleyerek devam eder Žižek: saçma klişe ya da “görünüş”; ustalıklı düzelti, altta yatan gerçeklik ya da “öz” ve nihayet, görünüşün gerçekliğine dönüş, böylece baştan beri, “hakiki” olanın görünüş olduğu ortaya çıkar.
Bunun popüler kültürle nasıl bir bağlantısı olabilir? Bir Hollywood filmini ele alalım, örneğin, Fritz Lang’ın Woman in the Window’unu (Penceredeki Kadın, 1944). (Fritz Lang artık kitle kültüründen ziyade elit kültürün bir ürünü sayılıyor olabilir, her neyse…) Edward G. Robinson iyi huylu bir profesördür, huzurlu kulübünden ayrıldığı gecelerden birinde bir aşk ve cinayet ağına yakalanır. Bir gerilim filmi seyrettiğimiz hissine kapılırız. Daha sonra yine kulübe sığınır, yorgunluktan uykuya dalar ve uyanır: her şeyin bir rüya olduğu anlaşılır. Lang’ın Hollywood’un mutlu sonlara ilişkin ucuz ısrarına teslim oluşuyla, film yorumunu da bizim yerimize yapmış olur. Fakat gerçekte -yani, hakiki görünüşte- Edward G. Robinson “katil olduğunu hayal eden sessiz, sevecen, nazik, burjuva profesör değil, gündelik hayatında sessiz, sevecen, nazik, burjuva profesör olduğunu hayal eden bir katildir.” Dolayısıyla Hollywood’un uyguladığı sansür, hayatın müstehcen, iğrenç, antisosyal ve vahşi yanını bastırmak için geliştirdiği bir tür püriten ve tutucu orta-sınıf mekanizması değildir: daha ziyade, bunu açığa çıkarmanın tekniğidir.
Žižek bu yorumlayıcı eserinin her sayfasında bu paradokslardan büyük haz alır gibi görünüyor: fakat bu da “saçma bir ilk izlenim” aslında (bu, Žižek’in en sevdiği tabirlerdendir). Aslında paradoks-etkisi yorumun ustalığından kaynaklanan ikinci uğrağı iptal etmek için tasarlanmıştır (size böyle görünüyor olabilir ama gerçekte ortaya çıkan şey şudur…): paradoks ikinci düzene aittir, böylece paradoks gibi görünen şey aslında yalnızca ilk izlenimin kendisine bir dönüştür.
Veya şöyle de ifade edebiliriz: bu bir paradoks değildir, bu bir sapkınlıktır. Hatta diyalektik, sağduyulu ampirist bir gerçeklik görüşünün reddedildiği ve altının oyulduğu bu kökleşmiş, insanı çileden çıkaran sapkınlığın ta kendisidir. Fakat bu gerçeklik görüşü, beraberinde getirdiği, sağduyulu ampirist gerçeklikten daha zekice ve ustalıkla yapılmış gibi görünen gerçeklik yorumlarıyla birlikte çökertilir, ta ki bu yorumların da “ilk izlenimler”in bir parçası olduğu anlaşılana kadar. Bu nedenle diyalektik, felsefeden ziyade kurama aittir; çünkü felsefe hep kendi kendine yeten sağlam bir sistemin, kendi kendilerinin nedeni olan, birbirlerine bağlı bir grup kavram hayalinin peşinde olmuştur. Bu hayal tabii ki, yeryüzünde bir kuruma dönüşmüş, kurulu düzen içindeki, “olan”ın aşkın olmayan antik alemindeki diğer her şeye suç ortağı olmuş bir meslek haline gelecek olan felsefenin, bu değişimden geçtikten sonraki kopyasıdır. Kuramın ise, mutlak bir sisteme, kendisine ve “hakikat”lerine dair ideolojiden muaf bir iddiada bulunmadığı için, hiçbir öncelik hakkı bulunmaz. Hatta her zaman güncel dilin varlığıyla suç ortaklığı içindedir, tek yapabildiği her tür olumlayıcı beyanı ve önermeyi çözüp açıklığa kavuşturarak felsefeyi çökertmektir ve bu, asla tamamlanmayacak olan bir görevdir. Diğer bir deyişle, felsefe-sonrası düşüncenin Marx ve Freud’un damgasını vurduğu iki büyük bölümü, kuramın ve pratiğin birliği olarak çok daha iyi tanımlanmış olur: yani, pratik bileşen her zaman “kuramın birliği”ni kesintiye uğratır ve tatmin edici bir felsefi sistem haline gelmesini engeller. Alain Badiou, son zamanlarda, dünyaya kavramsal olarak müdahale etmenin bu yeni, lekeleyici biçimini ifade etmek için “antifelsefe” tabirini türetmiştir. Bu, Žižek’in de üzerinde hak iddia etmeye çok hevesli olduğu bir tabirdir.
Yine de, Žižek’in bu küçük yorumlayıcı hilelerindeki felsefi olmasa bile kuramsal içerik ne olabilir? Öncelikle Žižek’in bütün eserlerine hükmeden (ki bunun hangi yollarla gerçekleştiği de açıklanmalıdır), hiçbir biçimde sınıflandırılamayan o şahısla başlayalım. Jacques Lacan’ın geç dönem seminerlerinden birinin başlığı “Les Non-Dupes Errent”dir. Buradaki espri, bu gizemli önermenin (“uyanık olan, hata yapar”), Lacancı külliyatın en eski formülüyle, “le nom du pere”le, Baba’nın adıyla, yani Oidipus kompleksiyle, aralarındaki ses benzerliği hilesinde yatar. Ancak, geç dönem Lacan’ın Baba’yla hiçbir alakası kalmamıştır; bunun yerine aldatmanın yapısıyla ilgilenmeye başlamıştır. Herkesin bildiği gibi hakikat en iyi maskedir; tıpkı ne iş yaptığı sorusuna, “Elbette ki casusum” yanıtını verip, kahkahayla karşılanan casusun örneğinde olduğu gibi. Hakikatin bu tuhaflığı, yani kendisini en tam haliyle aldatmada ve yalancılıkta ifade etmesi, tahmin edileceği gibi, analizde önemli rol oynar. Ve yine tahmin edileceği gibi, hatanın zorunluluğunun diyalektiği, Žižek’in görünüş ile özün diyalektiği olarak adlandırdığı şeyin en incelikli şekilde açığa çıkarılması ve hatta görünüşün nesnelliğinin de en kusursuz olumlaması (Paralaks’ın en derin konularından biri) o filozof-olmayan filozofta ya da anti-filozofta, Hegel’de bulunabilir. Bir diğer önemli modern diyalektikçi, Theodor Adorno (Žižek’le genel tonları bakımından karşılaştırıldığında, birini komedya, diğerini de tragedya olarak niteleyebiliriz belki de), Hegel’in, Mantık Bilimi’nin o muhteşem gürleyen akorunun, “Öz görünmelidir!” iddiasının, görkemli çağdaşı Beethoven’a en çok yaklaştığı yer olduğunu gözlemler.
Görünüş üzerindeki bu ısrar hiç beklenmedik bir şekilde bizi şu can sıkıcı postmodernizm ve postmodernite sorusuna getirdi şimdi; ki bu, yüzey adına özlerin, kurgu adına hakikatin, Nietzsche’nin ebediyen yinelenen şimdi-ve-burada’sı adına derinliğin (geçmiş, şimdi veya gelecek) toptan reddinden başka bir şey değildir şüphesiz. Žižek bir yandan postmodernizmi “postmodern felsefe” ve görelilikle özdeşleştirir (bu gelişmelere düşman olan başka insanlarla da paylaşır bu özdeşleştirmeyi; bu insanların bir kısmı nuh nebiden kalmadır, diğer kısmıysa böyle bir etiket altına girmeye direnenlerdir), bir yandan da çığır açan bir değişim teklifini onaylar, bu değişime “değişim” adını vermememiz ve ne dereceden olursa olsun kapitalizmden başka bir şey olmadığını kabul etmemiz şartıyla – ki bu da, bugünlerde hemen herkesin çekinmeden kabul edeceği bir öneridir. Zaten, Žižek’in temel savları, dönemsel çerçevenin dışında düşünülemediği gibi, kapitalizmin yeni uğraklarından ayrı da düşünülemez; Freud’un ilk büyük keşiflerini yaptığından beri ortaya çıkan değişimlerin kuramsallaştırılmasında da zaman zaman Lacan görevlendirilmiştir.
Üst-benliğin yeni tanımına bakalım. Üstbenlik artık bastırma ve yargılamanın, tabu ve suçluluğun olgusu olmaktan çıkmış, ebedi emri “Tadını çıkar!” [“Enjoy!”] olan müstehcen bir şey haline gelmiştir. Tabii ki, içsel olarak yönlendirilen Viktoryen de aynı şekilde kendi özgül tarihsel bastırmalarının ve yüceltimlerinin tadını çıkaracak, onlardan haz duyacak şekilde yönlendirilmiş olmalıdır; fakat bu jouissance muhtemelen, tüketim toplumunun ve zorunlu serbestliğin (Marcuse bunu “yüceltmenin baskıcı çözülüşü” olarak adlandırır) öznesinin, kendi arzularını “özgürleştirme” ve onları tatmin ederek “kendini gerçekleştirme” gibi umutsuz bir zorunluluğa tabi kılınmış bir öznenin aldığı hazdan farklıdır. Yine de, psikanaliz her zaman, ebedi bir insan psişesinin kuramsallaştırılması ile kültürün ve gelenek-göreneklerin tarihsel tekilliği arasında ustalık gerektiren ve kaypak bir denge kurar: vazifeye esir olmuş bir Viktoryen ya da hazzı amaç edinmiş bir postmodern olmanız fark etmez, tarihsel tekillik bizi dönemselleştirme yapmaya iterken arzunun asla tatmin edilemeyeceğinin hatırlatılmasıyla “ebedi” model korunmuş olur.
Böylece Žižek’in temel izlekleri arasında en çok ısrar ettiği noktaya varmış olduk: yani, ölüm arzusu, Thanatos, veya Žižek’in tercih ettiği tabirle “ölüm dürtüsü”. Modern kuram, zaten Freud’un ölüm arzusundan bir türlü kurtulamaz; özsaygıya sahip her entelektüel, fare kapanının daha gelişkin bir modeli olan bu ölüm arzusuna ilişkin yeni bir kuram icat etmeyi kendine görev edinir (çünkü Freud’un oluşturduğu versiyon kimseyi memnun edememiştir). Fakat meselenin Žižek (ya da Lacan) versiyonunda paradoksal (ya da sapkın) olan her şeyi olduğu gibi korumak da bir borçtur; çünkü burada Thanatos’un ölümle hiçbir alakası yoktur. Dehşetiyse, bizzat yaşam, saf yaşam, hatta ölümsüzlük ve yalnızca ölümün bizi merhametle kurtardığı bir lanet olarak vücut bulmasında yatar (Uçan Holla ndalı ‘daki bütün abartılı imalar, Gezgin Yahudi’nin hatta vampirin, ölmeyenin ve sonsuza dek yaşamaya mahkum olanın bütün mitik çağrışımları bununla alakalıdır). Yaşayan organizmalar olarak varolageldiğimiz için ölüm dürtüsü içimizde yaşayan şeyin ta kendisidir, yaşam öykülerimizin kaderini ve hatta varoluşsal deneyimimizi az da olsa etkileyen bir yazgıdır: Thanatos bizim sayemizde yaşar (“bizim içimizde ama bizden fazla”); tür-oluşumuzdur; ve bu yüzden Thanatos’un (geç dönem Lacan’ı takip edersek) arzudan ziyade dürtü olarak adlandırılması ve önümüze asıp sallandırdığı o imkansız jouissance‘ın biteviye yeniden yarattığımız ve daha sonra ya yerine başka bir şeyi geçirdiğimiz ya da tatmin ettiğimiz can sıkıcı yeknesak arzulardan ve gelip geçici heveslerden ayırt edilmesi daha uygundur.
Jouissance ise Žižek’in açıklayıcı kaynakları arasındaki en merkezi veya hiç değilse en baskın kategoridir, bireysel öznelliğe yeni bir bakışın yanında politik ve kolektif dinamiklere ilişkin yeni bir kuram tasavvuru da geliştirebilen bir fenomendir. Saklı anlamları yakalayabilmek için, en iyisi jouissance‘ı bir tür yalıtılmış “nihai belirleyiciliği olan bir olgu” ya da özsel olarak tayin edilmiş bir kuvvet yerine ilişkisel bir kavram olarak anlamaktır. Aslında, bireysel yatırımların, seçimlerin ve takıntıların tekilliğini olduğu kadar toplu şiddeti, ırkçılığı, milliyetçiliği ve benzerlerini açıklayan, jouissance haseti kavramıdır: Öteki’nin (mekanik bir şekilde bir tür bireysel psikolojiye eklenmediği sürece, artık çok yıpranmış olan bu kavram, Levinasçı bir duygusallık içinde buharlaşıp yok olur) tüm boyutunda, yeni bir inşa yolu sunar. Hasetin böyle kavranmasının gücü, gündelik hayatta ve politikada deneyimlediğimiz olumsuzluğu hiç içermiyor gibi gözüken, Rawls’un ve Habermas’ın görüş birliğine dayalı liberal ideallerini sürüklediği kriz bakımından da değerlendirilebilir. Hatta Žižek, çokkültürlülük ve insan hakları retoriği gibi “doğrucu” ve tutucu politik ideallerin güncel biçimlerine ilişkin çok ağır eleştirilerde bulunur; bunlar, radikal bir yeniden yapılanmayı amaç edinmiş ciddi bir hareketin bütün enerjisini tüketmek için hazırlanmış hayran olunası liberal ideallerdir.
Bu ideallerin hepsi, politik eylemin etkili hedefi ya da ereği olarak bir tür nihai kolektif uyumu ve uzlaşmayı varsayar. Bu nihai hedeflerin ütopyacı bir düşünceyle özdeşleştirilmesi doğru olmayacaktır; çünkü aksine, ütopyacı düşünce halihazırdaki toplumsal sistemden sert bir kopuşu varsayar. Bunun yerine, Žižek bu liberal idealleri, ilk kitabı İdeolojinin Yüce Nesnesi’nde “antagonizma yokluğu” diye tabir ettiği ve reddettiği, Lacan tarafından da tespit edilmiş bir hedef olan ve Žižek’in Lacancı doktrini yorulmak bilmeden anlatıp propagandasını yaparken kullandığı merkezi kavramlardan biri olan o çok farklı şeyle ilişkilendirir. Bu, insan öznelliğinin kalıcı bir şekilde bölünmüş olduğuna, kendi içinde bir yarık, bir yara, asla aşılamayacak içsel bir mesafe taşıdığına ilişkin kanaatidir: Lacan bunu özgün Freudyen modellerin olağanüstü karmaşık (ve diyalektik) bir şekilde eklemlenmesi yoluyla tekrar tekrar gösterir. Fakat böyle bir genellemeden bakıldığı takdirde, kolaylıkla toplumsal karamsarlığa ve tutuculuğa yönelen bir görüşten, ilk günaha ve insan doğasındaki ebedi ıslah olmazlığa ilişkin bir görüşten ibaretmiş gibi anlaşılabilir.
Paralaks’ın üstlendiği görev, Lacancı “yarığın” doğurduğu toplumsal ve politik sonuçların böylesi feci yanlış anlaşılmalarının önüne geçmek ve onları engellemektir. Buna rağmen kitap bu işi, yarığa ilişkin hemen akla gelen dolaysız anlamlara veya bireyle kolektivite arasındaki kurucu mesafeye dayanmadan yapar. Bunun yerine, yarılmış öznelliğin çeşitli disipliner alanlardaki kuramsal sonuçlarını yan yana dizer (birinci bölümün zorluğu da buradan kaynaklanır).
Webster sözlüğüne göre, paralaks, “gözlemcinin konumunun değişmesi sonucu gözlemlenen nesnenin de bariz bir şekilde yer değiştirmesidir”; fakat değişimi ya da kaymayı vurgulamaktansa gözlem alanlarının çoğulluğuna vurgu yapmak çok daha önemlidir; çünkü fikrimce, Žižek, basit semptomatik yer değiştirmelerden ziyade, bunların sonucunda meydana çıkan betimlemelerin ya da nesne kuramlarının mutlak kıyaslanmazlığının peşindedir. Böylece bu düşünce bizi, kesin olarak bağlı olduğu o eski postmodern görelilik adlı öcüyle yine karşı karşıya getirmiş olur. (Popüler ifade tarzı
bu skandalı anlatı yoluyla dilsizleştirir: X kuantum kuramının veya modern diktatörlüklerin hikayesini bu şekilde anlatır; Y ise tamamen farklı bir hikaye anlatır. Bu kullanışlı ve herkesçe kabul gören anlatım tarzları, nedensellik, tarihsel faillik, olay, tarih felsefeleri ve hatta bizzat anlatının konumu hakkındaki ciddi felsefi tartışmaları yok eder. Žižek muhtemelen bu nedenle, böylesi bir anlatıyı çoğu zaman dikkate değer bulmaz ve problemlerin kendilerini “postmodern felsefe”ye benzetir.)
Söz konusu olan daha temel fark, paralaks düşüncesinin, kendi gözlem sistemimizin işin içine karışması, kendi bakış açımızın ve tartışılan gerçeklikle aramızda yer alan malzemelerin eklenmesi sebebiyle, nesnenin asla bilinmeyeceğini iddia eden eski Heisenberg ilkesiyle karşılaştırılması yoluyla ortaya çıkar. Bu durumda, Kantçı “noumenon” konumuna geri çekilen gerçeğin ya da nesnenin mutlak belirlenemezliğini iddia etmesi açısından Heisenberg hakiki bir “postmodern”dir. Buna rağmen, paralaks düşünümde nesne belirlenebilir, fakat dolaylı olarak, gözlemlerin kıyaslanamazlığına dayanan nirengi sayesinde belirlenir.
Dolayısıyla nesne temsil edilemeyendir: tam da Lacan’ın psişe için kuramsallaştırdığı ve kişisel kimliği daima problematik kılan o yarığı veya o içsel mesafeyi kurar (“insanoğlunun, çevresine hem radikal hem de temel uyum-suzluğu, yanlış-uyumu”). Büyük ikili karşıtlıkların hepsi -özne vs. nesne, materyalizm vs. idealizm, ekonomi vs. politika- bu temel paralaks yarığı adlandırmanın yollarıdır: bunların gerilimleri ve kıyaslanamazlıkları, kayıtsız bir agnostizme veya “hakikatin ortada bir yerde olduğu”nu söyleyen Aristotelesçi ılımlılığa batmamak, veya diğer bir deyişle, bu gerilimleri ve kıyaslanamazlıkları yatıştırmak ya da örtbas etmek yerine sürekli kılmak koşuluyla, üretken düşünce (ki bu da bir yarıktır) için vazgeçilmezdir.
Bu kitapta okur, paralaks kuramının verimliliğini vaka çalışmaları yoluyla değerlendirecektir. Özellikle, bilişsel bilimin çıkmazları -maddi beyin ve bilincin verileri- hakkındaki bölüm, en büyük Hegelci paradoksa (“Tin bir kemiktir”) yaklaşan Spinozacı paralelizmi aşabilen müthiş bir başarıdır. Konu politika olunca, bence, Žižek’in bize verdiği ders canlandırıcı olduğu kadar vazgeçilmezdir de. Marksizmin, politik bir doktrin olmadığına, iktisadi sistemin önceliğinde ve politik durumun (ve bunun yanında, toplumsal, kültürel, psişik ve diğer durumların da) nihai ufkunun kapitalizm olduğu konusunda bıkmadan ısrar etmek zorunda olan ekonomik bir doktrin olduğuna inanır (benim gibi). Yine de, esas hata daima, Marksizmin, nihai belirleyiciliği olan politik bir durumu, nihai belirleyiciliği olan ekonomik bir durumla ikame etmeyi hedefleyen bir “felsefe” olduğunu düşünmektir. Karl Korsch, Marksizme göre, ekonominin ve politikanın iki apayrı ve kıyaslanmaları mümkün olmayan ama aynı şeyi kökten farklı dillerde söyleyen kodlar olduğunu öğretmişti bize elli yıl önce.
Peki bunların gerçek hayatta ve tarihte ortaya koydukları somut birleşimleri nasıl kavramalıyız? Bu noktada, Žižek’in şüphesiz en temel Lacancı paralaks modeline bir göz atalım: Bu, Usta’nm cinsiyetler arasında “cinsel ilişki yoktur” [“iln’y a pas de rapport sexuel”] (Seminer XX) şeklinde ifade ettiği dehşetengiz ve paradoksal düşüncesidir. “Eğer Lacan’a göre, cinsel ilişki yoksa” der Žižek “o halde, gerçek Marksizmde de, ekonomi ve politika arasında bir ilişki yoktur, aynı tarafsız bakış açısından bakıldığında bu iki düzeyi kavrayabilmemizi sağlayan bir ‘üst-dil’ yoktur.” Ortaya çıkan pratik sonuçlar şaşırtıcıdır:
Bunu o eski sevimli Marksist altyapı-üstyapı çiftinin terimleriyle söylersek: bir yandan, gerçeklikte olup biten “nesnel” maddi sosyoekonomik süreçlerin indirgenemez ikiliğini dikkate almalıyız; diğer yandan da, tam olarak politik-ideolojik süreci. Ya politika alanı içkin olarak “steril”se, bir gölgeler tiyatrosuysa, ama yine de gerçekliği dönüştürmek için can alıcı önemdeyse? Bu yüzden, ekonomi gerçek saha ve politika da bir gölge tiyatrosu olsa bile, asıl kavganın politika ve ideolojide verilmesi gerekir.
Bu, sol için, günümüzdeki bitmek bilmez kimlik ve toplumsal sınıf tartışmasından çok daha iyi bir başlangıç noktasıdır (bence, kitabın kapanışında yer alan, “Bartleby”e ilişkin o anlaşılması güç düşüncelerdense, bu konu çok daha yerinde bir düğüm noktasıdır).
Fakat, önceki tartışmanın ışığında, bunun ne kadar diyalektik olacağını sormak da yerinde olacaktır. Bence argüman şöyle gelişecektir: diyalektiğin, olduğu gibi görünüşe dönen üçüncü uğrağı bazen (Hegelci terminolojiyle söylersek) “görünüş olarak görünüş”e, görünüşe hem görünüş olduğunu hem de kendi nesnelliği, kendi gerçekliği olduğunu düşünerek dönme olarak tarif edilir. Paralaksın, nesnel ve öznel olan iki alternatifinde gerçekleşen şey de aslında budur bence. Ne öznenin ne de nesnenin kodunun kendi içinde, işaret ettiği temsil edilemez nesnenin uygun bir temsilini sunduklarının keşfi, tüm bu kodların saf birer temsil olduğunu yeniden keşfetmek, her birinin zorunlu ve eksik olduğuna ve dolayısıyla her birinin zorunlu bir yanlış, vazgeçilmez bir görünüş olduğuna ikna olmak anlamına gelir. (Özne ve nesne düzeninde) ikiden fazla alternatif öne süren, bizi çoğullukla yüzleştiren fakat eşit ölçüde vazgeçilmez kodlara sahip olan daha karmaşık paralaks durumların var olup olmadığını merak ediyorum.
Bu yazıyı bitirmeden Žižek’in projesine dair çekincelerimi açıklamak istiyorum. Paralaks konum, hiç şüphesiz, anti-felsefi bir konumdur; yalnızca felsefi bir sistematizasyondan kaçmakla kalmaz, onun imkansızlığını merkez alır. Elimizde kalan şey felsefeden ziyade kuramdır: ve bunun işlenip geliştirilmesi de haliyle paralakssaldır. Hiçbir ana kod (Lacan’ınkini bile) ve hiçbir kesin tanımlama tanımaz; fakat etikten nöroşirürjiye, köktendincilikten Matrix’e, Ebu Garib hapishanesinden Alman idealizmine varan tüm şekil değiştirmelere rağmen anlamının hala tahmin edilebilmesinde etkili olacak yerel terimlerle ifade edilebilmesi gerekir.
Kuram zaten her zaman temel (ve çözümü imkansız) bir çıkmaza dayanmıştır: şöyle ki, işini yaparken kullandığı geçici terimler zaman içinde (Paul de Man’ın ifadesini kullanırsak) “izlekselleşir”; şeyleşir (hatta metalaşır bile diyebiliriz) ve giderek başlı başına birer sisteme dönüşür. Kuramın kendi kendini tüketen akışının süreci yavaşlar ve durdurulur, kullandığı geçici sözcükler isimlere ve ordan da kavramlara dönüşür, anti-felsefe başlı başına bir felsefe haline gelir. Zaman zaman beni korkutan şey, paralaks görüşün işaret ettiği imkansızlıkların kuramsallaştırılması ve kavramsallaştırılması yoluyla, Žižek’in, büyük ihtimalle, isimlendirilemez diye ifade etmenin iyi olmadığı şeyi basitçe isimlendirerek, yeni bir kavram ve yeni bir kuram üretmiş olabileceğidir.”
Slavoj Žižek —Paralaks
Çev.: Sabri Gürses, Encore 2008
FREDRIC JAMESON
İngilizceden Çeviren: Elis Simson
Cogito —55/2008 / s.10