Maxima Superbia, vel Abjectio est maxima sui ignorantia.
En büyük kendini beğenme de, kendini horgörme de, en büyük kendini-bilmemedir.
Spinoza, Ethica, Pars IV, Prop. LV
Der Inhalt der Rede des Geistes von und über sich selbst ist also die Verkehrung aller Begriffe und Realitaeten, der allgemeine Betrug seiner selbst und der anderen; und die Schamlosigkeit, diesen Betrug zu Sagen, ist eben darum die größte Wahrheit.
Tinin kendinden ve kendi üzerine konuşmasının içeriği, öyleyse, bütün kavramların ve gerçekliklerin çarpıtılması, kendini ve ötekileri genel olarak aldatmadır; bu aldatmayı dile getirmekten utanmama da, tam bu yüzden, en büyük doğruluktur.
Hegel, PhG, VI, BIa
Wer sich selber nicht glaubt, lügt immer.
Kendine inanmayan, hep yalan söyler.
Nietzsche, (Yaz 1883), KGW VII/1, S.441
1.
En başta da bu problem duruyormuş — Defter’den okuyorum:-
YOL’u arayan kişi, ne olduğunu bilmiyor. Olmak istediği beğenisi ile yaptıklarında; beğenisini biliyor ama yaptıkları? Neden ve Niçin yaptığını bilmiyor. Beğenisi ve yaptıklarını bağdaştırmak için, neden yaptığını bildiği bir şey yapıyor. Yine de… gerçek kendisi sorusu uyanıyor: “Ben bu muyum?” Bilge birisi cevap verir: “Ne yaparsan O’sun. Kendini yaptıklarınla yapacaksın. İlk adım sormandı; şimdi cevap vere vere yürüyeceksin.” (16 Mart 1972)
O zamandan bugüne (3 Mayıs 1994) çok yürüdüğüm de söylenebilir; hiç, de: hep, bu problem’in çevresinde dönüp durmuşumdur, belki de ——
Belki de, değil…
O zamanlar bildiğimi sandığım o beğeni’nin ne olduğunu bugün anımsamıyorum bile; Ben bu muyum? sorusu ise, hiç değişmemiş halde, duruyor. O bilge’likten, o zaman ne kadar uzak idiysem, bugün, bir o kadar uzağım.
***
Bu da, kanlı-canlı, umutlu gençlik ile yaşamın ortasını çoktan geçmiş bezgin yaşlılık arasındaki farktan ötürü olmasa gerek — zaten, hiç değişmeden duran; belki, kişinin ‘genç’ ya da ‘yaşlı’ olmasıyla farketmeyen bir şey…
Kişinin kendisi— işte: gerçek kendisi…
— Temel bir değişmezlik olarak kalabiliyorsa —ve bir temel sorun olmuşsa— temel bir sorun olarak da kalacak, demektir.
2.
Orestes’e gönderide bulunarak (aynı gün) sürdürmüşüm:-
—Asıl sorun bilgi: Bu durumdan sonra ne yapacağını bilmek. Fakat o duruma gelmek? Nasıl?
O durum’u da anımsamıyorum. Fakat, sonraki yıllarda ‘bilgi kuramcısı’ olma yolundaki çabalarım, belki, ucundan, anlam kazanıyor.
Oysa hep bir bulanıklık vardı: Bunların ‘asıl’ sorunuma hiç mi hiç yaramadığı duygusu — hatta, “sahici ben”imin, bu çabalar sonucu sanki ‘ben’den gittikçe daha da uzaklaştığı duygusu…
Gene bu anlamda olacak, şöyle ‘seslen’mişim, son olarak:-
“Kim bilir sen nasıl böyle oldun? Bir dağ çiçeği gibi kimse görmeden serpildin. Kendin bile göremeden ve bilemeden. Şimdi ise hem kendin görüyor hem de başkaları, ama önce kendin gör, sonra başkaları.” — Bu, Orestes’e seslenen Koro’nun bir repliği olarak düşünülmüş olabilir.
Başkaları ne görüyordu ya da görür; bilmem, ama, ben hiç göremedim… (Bunun bir ‘meta’-uzantısı da, ‘açıklık-seçiklik’ vadeden felsefenin durumuyla ilgili: felsefeyle uğraşmak acaba vadettiğinin tam tersi sonucu mu doğuruyor?
Not: Bu metin, benlik adlı (in progress) kitabın, III. Bölüm’ünün başlangıç parçalarının ilk biçimlerinden oluşmaktadır.
Belli değil.
Herhalde ‘açıklık’ getiriyor bazı şeylere: kavramlarda daha az bulanıklık, bağlantıları daha sağlam kavrayış, konmuş kavram ilişkilerinden konmamış kavramlara daha kolay geçiş, anlam bağlamlarını daha açık görüş — ama, sanki, çok temelde duran —kişinin ‘burnunun dibinde’ olan— bir şeyleri —bir şeyi—, örtüyor, kapatıyor, bastırıyor…
— Kişinin kendini kavrama aracı olarak, işe yarıyor mu, felsefe denen uğraş? (Herakleitos “Kendimi aradım” demişti — acaba “buldum” da diyebilir miydi?..)
Bilmiyorum. ——
— İşte — öyleyse!…)
3.
Kuşku.
Temelde bu.
Temel bir güvensizlik…
Epey sonra, bir gün (17 Haziran 1979), sarsıcı bir yaşantımdan —eylemim de eylemsizliğim de sayılabilecek bir ‘yaptığım’dan— sonra şöyle akıl yürütmüşüm:-
Önemli olan olabildiğince içten olmağa çalışmak — her içtenlik girişiminin yanıbaşında yürüyen, bıyık altından gülen, her içtenliği âdi bir içten pazarlılıklığa dönüştürmeğe çalışan boşunalık/ aldanma duygusuna karşın… (Belki de hep bu duyguyla birlikte; onu kaybetmekten kaçınarak.) ((Bütün bunları buraya yazmak zaten buradan kaynaklanmıyor mu? — Hem içten, hem de refleksiyon…)) (((Bu da!…))) ad inf.
4.
“Sahici ben”.
Bu (burada tırnak içine almak zorunda olduğum) kavram, “felsefe” denen uğraşın en temel sorunudur — diye bir lâf edince bile, nasıl, aynı akıl yürütmeyi sürdürdüğüm sonraki günlerden birinde (28 Haziran 1979) yazdığım öne çıkıyor:-
İnsanın kendisini gerçekten bilinçlendirmesi; hatta bilinçlendirmeğe çalışması, ne kadar zor… En sonunda hep bir bayatlık, sıradanlık, yapmacıklık duygusu; beylik, kocaman lâflarla: “özgürlük yaşantısı”! Shit!!
***
Var mı, “sahici ben” diye bir şey?…
(Felsefe tarihinin en keskin ‘kuşkucu’larından ikisi için, yok — üçüncü en keskini; hep öyle olmamağa çalışanı için de, çok kuşkulu, olup olmadığı…!)
Sanki, var da; bilinmesi olanaksız yani: kişinin kendi, değiştirilemez, bozulmaz, gözardı edilemez kocaman bir gerçeklik olarak ‘orada’ duruyor da, kişinin kendisini bilmesi, kavraması —ve, evet, olması, olanaksız…
Nasıl oluyor bu?!..
***
Bu yalnızca kişinin, kendi kendisine, sanki, ancak ‘içeriden’ ulaşabilmesinden dolayı uzak kalıyor diye de olamaz — kişiye ‘dışarıdan’ bakan öteki kişiler, gerçi, kişi üzerinde bir sürü yargıda —bilgi savı taşıyan belirlemelerde— bulunabiliyorlar; ama, onların da ‘bilgi’si, o, ‘asıl/ sahici kişi’ye ulaşamıyor, hiçbir zaman.
Oysa, ‘bilgi’ ile ‘eylem’ arasında bağ kuran felsefe görüşleri yerindeyse, kişinin özgür olması —sadece kendinden kaynaklanan eylemlerde bulunabilmesi—, kendi kendisini —sahiden / gerçekten— bilmesine dayanmak zorunda oysa, kişi, ‘özgürlük yaşantısı’nı yaşadığında, özgür olduğunu en ‘içinde’ duyumsadığında bile, kendisi konusunda yanılıyor olabilirse ne yol kalıyor?!..
5.
Ama, gene:-
“Özgür kişi”: bunun da felsefenin en üst ülküsü olduğunu söylemek zorundayım — bu lâfa karşılık da, gene o zaman (aynı gün) yazdıklarıma eklediğim önerme (‘dize’!) var:-
Tutsaklıklara bağlamışız özgürlüğümüzü.
***
Durum buysa, hiçbir çıkar yolumuz yok demektir: Tutsak olduğumuzu bilmenin özgür olmamızı sağlayamaması bir yana, özgürlüğümüz zaten tutsak olmamızı gerektiriyorsa…
***
Sahicilik / sahtelik sorunu da bu durumdan çıkıyor: En keskin biçimi de, kişinin kendinin bir hiç olduğunu çok içten —içeriden— bir yaşantı yoluyla sezinlemesi — ‘sezinlemesi’ diyorum, çünkü bir ‘açık’ ‘veri’ olabilseydi; işte, ‘açık’ bir şey elde edebilirdi kişi; bu da sorunu çözerdi.
Öyle değil.
Bu ‘içten hiç’lik —kişinin kendi iç hiçliği— ancak bir sezinin sağlayabildiği bir yaşanan duygu olarak ulaşabiliyor kişiye — şimdi, burada, bunun üzerine düşünülürken de, daha ‘açık’ hâle gelmiyor, o durum…
6.
Bugün (10 Mayıs 1994), Camus’nün Sisyphus’unu bir kez daha okurken (O’Brien çev. (1959) 1969), ikinci olarak, şu düşünceye rastladım (p.22):-
“Çünkü [var olduğundan] emin olduğum bu kendi’yi tutmağa [kavramağa] çalıştığımda, onu tanımlamayı ve özetlemeyi denediğimde, parmaklarımın arasından kayıp giden sudan başka bir şey değildir. Onun içine girebildiği bütün görünüşleri tek tek çizebilirim; aynı şekilde, ona atfedilenleri de — şu yetişiş, şu köken, şu çabalama ve şu suskunluklar, şu soyluluk ya da şu alçaklık… Ama görünüşlerin toplaması yapılamaz. Benim olan bu yürek, benim için sonsuza dek tanımlanamaz kalacak. Varoluşumla ilgili sahip olduğum kesinlik ile bu eminliğe vermeyi denediğim içerik arasındaki boşluk, hiçbir zaman dolmayacak. Sonsuza dek yabancı olacağım kendime.”
Bu duyguyu biliyorum gene, biliyorum ki Camus de bunu bir ‘teselli’, çelişik bir ‘hakikat’ —yani, sonunda, gene de rahatlatacak bir doğru— saymayı reddediyor. Ama, bunun bir olgu olarak kabullenilmesi (çünkü, gene Camus’nün, Nietzsche’ye dayalı ilkesini de biliyorum: ‘hiçbir şeyi dışarıda bırakmamak; hiçbir şeyden kaçınmamak’), nasıl bir umarsızlık?
İlk rastladığım düşünce ise, şuydu (p.17):-
“…bir insan, kendini, içten güdü ve eğilimleriyle olduğu kadar, aldatmacalarıyla da tanımlar.”
Buradan çıkabilecek, sahiciyken de sahteyken de kendimiziz, düşüncesi ne kadar su götürür, bilmem; ama, ‘sahici kendi’ arayışı içinde ele alınması gereken bir düşünce.
Denemenin sonlarında (p.99) ulaştığı bir sonuç da şu, Camus’nün:- “Gölgesiz güneş yoktur; geceyi de bilmek gerekir.”
Bunu, burada, aynı yerdeki Sisyphus nitelemesiyle birlikte, yalnızca anmış olayım:
“Gecenin sonunun hiç olmadığını bile bile görmeyi arzulayan bir kör adam”…
Yani iki taraflı bir olanaksızlık: hem “gece” hiç bitmeyecek; hem de, “adam”, zaten, “kör”…
7.
Defter’e dönüyoruz.
(14 Eylül 1981) Wittgenstein’ı anarak (“düşünce huzuru”), sürekli huzursuzluk’tan sözettikten sonra, şöyle düşünmüşüm:-
Bir kez ne olduğumu, ne yapabileceğimi kabullensem, bulabileceğim belki o “huzur”u ama olmuyor bir türlü; sürekli hayallerimin peşinde, kuruntu bir gerçek içinde yaşıyorum.
Bu olabilir mi? Kişinin gerçekte yaşadığı yaşam —ya da, tek bir yaşantı— kuruntu bir gerçek olabilir mi? Çelişme(zlik) ilkesine de boş verelim: kuruntu ile gerçek’i geçişli —biribirinin içinden geçebilecek— nesneler sayalım — gene: kuruntu (kurmaca, aldatmaca; giderek, yalan) olduğunu bildiğim bir şeyi yaşarken, sahi miyim? — Ne demek burada, ‘sahi’?…
***
Uzunca bir aradan sonra, yeniden ortaya çıkıyor, problem (13 Haziran 1982).
‘Hayal ile gerçek’ üzerine geliştirmeğe çalıştığım düşüncelerin arasında, şöyle deyiveriyorum:-
En ‘hakikatli olmağa çalıştığımda; her şeyi ‘olduğu’ gibi yazmağa çalıştığımda bile, geriye hep bir yalanlanmışlık duygusu kalıyor — kendimi, bu defteri yazmak üzere kandırdığım gibi bir duygu —— şimdi, bu ‘kandırma’yı ‘itiraf’ ederken bile!
O zaman, nerede durulabilir ki?!
Yalanlarımız bile yalansa; yalan söylediğimizi ‘itiraf ederken bile yalan söyleyebiliyorsak, herhangi bir ‘doğruluk’ olanağımız kalıyor mu?
Kendime biraz daha yüklendikten sonra, şöyle yanıtlamışım bu soruyu:-
Kalıyor: Yalanlarımızı ‘itiraf ederken de yalan söylediğimizi itiraf etmemiz, doğrudur. — Ya da, bunun bile, bir kez daha, yalan olması, yine aynı doğruya varır eninde-sonunda…
Bilmiyorum.
— Zaten hemen (bir sonraki sayfada) Kelime ‘mantık’ (logike — “kelâm”) oyunu demişim. Burada Russell’ın “paradoks”larına falan girmeye niyetim yok; ama, şu açık: problem olduğu gibi duruyor…
Bunu, zaten, en başta söylemedim mi?
8.
Devam edelim öyleyse.
Sonradan yayımladığım ‘Hayal-Gerçek Notları’na nedense girmemiş bir düşünce (7 Temmuz 1982) şöyle:-
Kişinin belirli bir anda yaşadığı hep hayalleridir — ya da, aldanmaları; gerçeklerini ise hep sonradan, çok sonradan, geçmişi olarak yaşar — yani: kendisini belirleyen, hep gerçekler olduğu halde, yaşadığı hep hayallerdir.
Aynı çelişik durum, başka bir biçimde ortaya çıkıyor: Hayaller nasıl olur da yaşanabilir ki, kişiyi belirleyen hep gerçekler ise; ve tersi: yaşanan hep hayaller’se, gerçekler yaşanmıyor demektir; yaşanmayan gerçekler nasıl belirliyor kişiyi, o zaman?…
Bu ancak tam anlamıyla kökten (radikal) bir bilisizlik (agnosis) geçerliyse olanaklı olabilir: zaten, gerçeklikle ilgili bütün tasarımlarım, hayalse —yanılgıysa—, kendimle ilgili bütün tasarımlarım da hayaldir kendini-aldatmadır…
Bu, çekilir gibi bir sonuç değil: Kendimizi hiç bilemeyeceksek, nasıl yaşıyoruz — ve, neden?… — Gerçekler’imizi ancak sonradan bilirken bile, yanılgı içinde olabileceğimiz düşüncesi, onları zaten hiç yaşamamış olmamız düşüncesinden daha az çekilir de değil.
Burada, tek çıkar yol —aldatıcı olamayacak, aldanmış olamayacağımız— gibi görünen, içine bütün kendimizi koyarak, içinde bütün kendisi duran bir kişi ile ilişkimizde yaşadığımız dolu bir an —bir an ama bir an; ama, artık hiç unutamayacağımızı bildiğimiz; içimize, en derinlerde bir yerimize kopmazca, kopamazca, koparılamazca yerleştiğini bildiğimiz; ölünceye dek (değiştirmemeğe, bozmamağa, kirletmemeğe çalışarak) taşıyacağımızı bildiğimiz bir ânın anısı: ölürken de, son bir kez anımsamak isteyeceğimizi bildiğimiz, bir anı——— tek bir an düşüncesi-
—Ama, bunun bile aldatıcı —kendimi aldatma— olabilmiş olabileceği düşüncesi———
bu, şimdi (13 Nisan 1995) yazmağa dayanabileceğim bir şey değil———
s.79—85
Oruç Aruoba
Cogito, Sayı: 16, 1998