Birkaç ayak merdivendi. Hem inerken, hem de çıkarken binlerce kez saymıştım basamakları, ama sayı silinmiş belleğimden. Kaldırımdaki ayağıma bir, ilk basamakta onu izleyen ayağıma iki diyerek mi sürdürmeliydim, yoksa kaldırımı saymamalı mıydım, buna karar verememiştim bir türlü. Basamakların yukarısında da aynı ikilemle boğuşuyordum. Öteki yönde de, yukarıdan aşağıya doğru demek istiyorum, bir şey değişmiyordu, kesinlikle abartmıyorum. Nerede başlayacağımı da bilmiyordum, nerede bitireceğimi de, işin özü bu işte. Birbirinden farklı üç sayıya ulaşıyordum böylece ama hangisinin doğru olduğunu bilmiyordum. Sayı belleğimden silinmiş derken, üç sayıdan hiçbirini anımsamıyorum demek istiyorum. Belleğimin bir yerlerinde gizlendiğinden zerrece kuşku duymadığım bu sayılardan birini anımsayabilsem, yalnızca onu anımsamakla kalırdım, evet, yalnızca onu, öteki ikisini bu sayıdan çıkarsayamazdım. İki sayıyı bulduğumu varsaysak bile, üçüncüsünü ele geçirmek olanaksızdı benim için. Hayır, üçünü de bilmem için üçünü de tek tek anımsamam gerekiyordu. Anılar bitiriyor insanı. Öyleyse size önemli gözüken belli şeyleri düşünmemeniz gerekiyor, daha doğrusu düşünmeniz gerekiyor, yoksa bunların belleğinizde yavaş yavaş canlanma tehlikesi beliriyor. Toparlarsak eğer, her gün, günde birkaç kez, belli anlarda düşünmelisiniz bunları, hepsi de bir sis bulutuna gömülüp tanınmaz hale gelene kadar uzun uzun düşünmelisiniz. Düzen böyle.
Aslında pek önem taşımıyor basamakların sayısı. Anımsanması gereken şey basamakların azlığıydı, bunu da tuttum belleğimde. Bir çocuk için bile yüksek sayılmazdı, her gün inip çıkarken gördüğü, bazılarının üzerinde bilye ve adını anımsamakta güçlük çekeceği başka oyunlar oynadığı öteki tanış merdivenlerle karşılaştırıldığında. Benim gibi yaşını başını almış bir adam için nasıldı, eh bunu siz değerlendirin artık.
Düşüşü önemsemiyorum bu nedenle. Kapının çarpılarak kapandığını işittim düşüşüm sürerken, rahatlattı bu beni tam düşüşümün ortasında. Demek beni sokağa çıkıp izlemeyecek, ellerinde sopalarla gelen geçenin önünde bir temiz pataklamayacaklardı. Niyetleri bu olsa, holde toplanan kalabalık dayağı keyifle izlesin ve gereken dersleri çıkarsın diye kapıyı kapatmaz, açık bırakırlardı. Öyleyse bu defalık beni dışarı atmakla yetinmiş, ileri gitmemişlerdi. Su birikintisinin içine iyice yerleşmeden önce bu uslamlamayı tamamlayacak zamanı buldum.
Bu koşullar altında hiçbir şey hemen ayağa kalkmaya zorlamıyordu beni. Dirseğimi kaldırıma dayadım, bu ayrıntıları anımsamam ne tuhaf, avucumun içini kulağıma yasladım, artık hiç de yadırgamadığım durumumu düşünmeye koyuldum. Ama yeniden çarpılan kapının zayıf ama yadsınmaz gürültüsü, daha şimdiden akdiken ve yaban gülleriyle bezeli, büyüleyici bir manzaranın doldurduğu düşümden kopardı aldı beni; tehlikeyi yakınımda hissediyordum, ellerim kaldırıma dümdüz yapışık, kaçmaya hazırlanan dizlerim gergindi. Ama havada döne döne bana doğru süzülüp gelen şapkamdan başka bir şey değildi. Kendi tanrılarına göre çok dürüsttüler doğrusu. Bu şapkayı pekâlâ alıkoyabilirlerdi, ama onlara ait olmadığı için geri veriyorlardı bana. Ama büyü bozulmuştu.
Bu şapkayı nasıl betimlemeli? Neden diye de ekleyeyim. Başım büyümesini tamamlamış olmasa da, artık iyice büyüdüğünde, babam, “Hadi oğlum, şimdi gidip şapkanı alacağız”, demişti; sanki dünya kurulalı beri bu şapka kendine ayrılan bir yerde bizi bekliyordu. Dosdoğru gitti şapkayı buldu. Düşüncelerimi belirtmeye hakkım olmadı, şapkacının da. Kendi kendime sık sık sormuşumdur hep, daha o günlerde yaşlanmış, her yanı şişip morarmış babam, genç ve güzel, en azından körpe olduğum için beni kıskanıyor muydu, niyeti aslında beni aşağılamak mıydı diye. İşte o günden sonra şapkasız dışarı çıkmak yasaklandı bana, güzelim saçlarımı rüzgârda savuramayacaktım artık. Arada sırada tenha bir sokakta şapkamı çıkarır, elimde tutardım ama yaprak gibi titrerdim korkuyla. Sabah akşam fırçalamak zorundaydım onu. Her şeye karşın zaman zaman görüşmek zorunda kaldığım yaşıtlarım dalga geçiyorlardı benimle. Alaylarında şapkanın bir günahı yok, en gülünç yanımı makaraya alıyorlar doğallıkla, “kaba insanlar bunlar”, diyordum kendi kendime. Ruhu yalnızca kendi varlığının izine düştüğü zaman bile kıvranıp duran ben, çağdaşlarımın duyarlıktan yoksun davranışlarına şaşırıp kalmışımdır hep. Ama belki kibarlıkları böyle davranmaya itiyordu onları, kamburun koca burnuyla alay edenleri anımsasanıza. Babam öldüğünde bu şapkadan kurtulabilirdim, bir zorunluluğum kalmamıştı artık, ama yapmadım bunu. Ama nasıl betimlemeli bu şapkayı? Daha sonra, evet, daha sonra.
Ayağa kalktım ve yürümeye koyuldum. Kaç yaşındaydım, anımsamıyorum. Başıma biraz önce gelenler yaşamımı etkileyecek, iz bırakacak şeyler değildi aslında. Ne beşik, ne de mezar gibi kalıcı olacaklardı. Daha doğrusu başka beşiklere, başka mezarlara öylesine çok benziyorlardı ki, kayboluyordum içlerinde. Ama gücüm kuvvetim yerindeydi derken abarttığımı sanmıyorum, kanımca insanın yetilerine bütünüyle sahip olması anlamına geliyor bu söylediğim. Öyle ya, sahip olmaksa sahiptim onlara. Karşıya geçtim, beni biraz önce dışarı bırakan eve doğru çevirdim bakışlarımı, ayrılırken asla geriye bakmayan ben yaptım bunu. Ne kadar da güzeldi! Pencerelerde sardunyalar duruyordu. Yıllar boyu bu sardunyalar için kafa yormuştum. Kurnazdır sardunyalar ama onlardan istediğim sonucu almayı başarmıştım sonunda. Bu evin kapısına büyük bir hayranlık duymuştum hep, birkaç ayak merdivenin üzerindeydi bu kapı. Nasıl betimlemeli onu? Yeşil renkli ağır bir kapıydı, yaz ayları yeşil beyaz yatay çizgili bir örtü geçirilirdi üzerine; güm güm vuran dökme demirden bir çekicin çıktığı bir deliği ve mektup kutusuna ait bir yarığı vardı bu örtünün; yaylı bakırdan bir levha toz, böcek ve sineklerden koruyordu kutuyu. Şimdilik bu kadar betimleme yeter de artar. Kapı aynı renkte iki sütunun arasındaydı, zil sağdakinin üzerindeydi. Perdeler gelişmiş bir beğeniyi yansıtıyordu. Bacadan yükselen duman bile, çevre evlerden süzülenlere oranla daha hüzünlü, daha mavi genişleyip dağılıyordu. Üçüncü ve son kattaki pencereme baktım, ardına kadar açılmıştı arsızca. Evde genel temizlik bütün hızıyla sürüyordu. Birkaç saat sonra pencere kapanacak, perdeler çekilecek, oda ilaçlanarak mikroptan arındırılacaktı. Tanıyordum onları. Seve seve ölebilirdim bu evde. Birden bir düş gördüm sanki, kapı açıldı ve ayaklarım dışarı çıktı.
Çekinmeden bakıyordum, perdenin ardından beni gözetlemediklerini biliyordum çünkü, oysa canları istese kolayca yapabilirlerdi bunu. Ama tanıyordum onları. Her biri kendi köşesine çekilmiş, kendi işleriyle uğraşıyordu.
Oysa hiç zararım dokunmamıştı onlara.
Doğduğum bu kenti çok az tanıyordum, yaşamımdaki ilk adımlarımı da, daha sonra yolumu iyice karıştıran öteki adımlarımı (o kadar çoktular ki yitip gitmiştim karmaşalarında) da burada atmıştım. Seyrek çıkardım evden. Arada sırada pencereye yaklaşır, perdeleri aralar, dışarı bakardım. Ama hemen ardından odanın derinliklerine koştururdum, yatağım duruyordu orada. Bütün bu havayla kuşatılmış kötü hissederdim kendimi, sayısız görüntünün karmaşasında yitip giderdim. Ama o günlerde gerektiğinde eyleme geçebiliyordum. Ama gözlerimi önce bize o benzersiz yardımın geldiği göğe kaldırdım: yollar yoktu orada, bir çöldeymişçesine özgürce avarelik edebiliyor, görmenin sınırlarını saymazsak bakışlarımızı hiç engellenmeden sınırsızca dolaştırabiliyorduk. Daha gençtim o zaman, ovalarda yaşamak güzeldir düşüncesiyle tuttum Lüneburg fundalığına gittim. Ova düşlüyordum, fundalığa gittim. Çok daha yakın fundalıklar vardı ama bir ses, “Size en uygunu Lüneburg fundalığı”, diyordu bana. Belki de adı çekici geliyordu. Ama Lüneburg fundalığı hiç sarmadı beni, hem de hiç sarmadı. Düş kırıklığına uğrayarak döndüm geriye, aynı zamanda da rahatlamıştım. Evet, neden bilmiyorum ama düş kırıklığına uğramadım hiç, oysa ilk günlerde sık sık yaşardım bu ruh halini, aynı anda ya da kısa bir süre sonra da yadsınmaz bir rahatlama hissetmezdim üstelik.
Yoluma koyuldum. Yürüyüşüm de yürüyüştü doğrusu! Bacaklarımın alt kısmı kaskatıydı, doğa beni dizsiz yaratmıştı sanki, ayaklarım yürüyüş ekseninin iki yanına doğru inanılmaz biçimde açılıyordu. Buna karşılık gövdem, sanki ödünleyici bir düzeneğin etkisiyle, özensizce doldurulmuş bir torba gevşekliğinde, kalçaların ani darbeleriyle sarsılıyordu. Bu bozuklukları düzeltmeye çalıştım sık sık, gövdemi sertleştirip, dizlerimi bükmeye, ayaklarımı birbirine yanaştırmaya çalıştım ama beş altı adım attıktan sonra hep aynı sonuç çıkıyordu karşıma, yani dengemi yitiriyor, boylu boyunca seriliyordum yere. Yaptığına hiç dikkat etmeden, soluk alır gibi yürümeli insan, oysa ben yürüyüşüme dikkat ettiğimde, biraz önce betimlediğim biçimde yürüyor, kendimi denetlemeye başladığımda da attığım birkaç düzgün adımın ardından düşüyordum. Ben de kendim gibi olmayı yeğledim sonunda. Bana kalırsa bu davranışım, kişiliğimin oluşumunu yönlendiren, doğallıkla etkiye fazlasıyla açık bulunduğum yıllarda edindiğim ve bir türlü kurtulmayı başaramadığım bir eğilimimden kaynaklanıyor az da olsa; bir iskemlenin arkasına tutunarak attığım ilk adımlardan orta son sınıfa kadar göz alabildiğince uzanan dönemden söz ediyorum. Sabahın erken saatlerinde, on on buçuk sularında her zamanki gibi altıma kaçırdıktan sonra, hiçbir şey olmamışçasına günümü sürdürmek ve bitirmek istemek gibi berbat bir huy edinmiştim o sıralarda. Pantolonumu değiştirmek ya da bana yardım etmek için kendini paralayan anneme durumu açmak düşüncesi bile nedense katlanılmazdı benim için, böylece yatana kadar donuma doldurmuş bir halde, bacaklarımı aça aça sürüklenir dururdum, yapış yapış olan kıçım yanar, ortalığa leş gibi kokular yayılırdı. İşte sakınımlı yürüyüşümde göze çarpan bacakların gergin ve geniş devinileri, gövdenin umutsuz salınımları bu nedenleydi kuşkusuz, çevremdekileri kandırmak içindi, kaygılardan arınmış, sevinç ve coşku dolu olduğumu göstermek ve kalıtsal romatizmama bağladığım katı ve bükülmezliğim konusundaki açıklamaları inanılır kılmak içindi. Gençlik ateşinden yana payıma ne kadar düştüyse, tükendi vaktinden önce, ekşi, kuşkulu birine dönüştüm; hep gizlenecek yerler, yatay konumlar peşindeydim. Gençliğe özgü umarsız çözümler, hiçbir şey açıklamıyor bunlar. Hiç tedirginliğe kapılmadan düşünelim ince ince, sis öyle kolayca kalkmayacak.
Hava güzeldi. Kaldırıma olabildiğince yanaşık ilerliyordum sokakta. Harekete koyulduğumda en geniş kaldırım bile dar geliyor bana, tanımadığım insanlara rahatsızlık vermekten tiksiniyorum. Bir polis memuru durdurdu beni, Yol taşıtlara, kaldırım yayalara ayrılmıştır, dedi. Tevrat’tan bir alıntıydı sanki. Özür niyetine bir şeyler mırıldanıp kaldırıma çıktım yeniden, dile getirmekte güçlük çekeceğim bir dağınıklıkta yirmi adım daha ilerledim; bir çocuğu ezmemek için kendimi yere atmak zorunda kaldığım ana kadar sürdü bu. Ziller takılı küçük bir koşum takımı vardı üzerinde, anımsıyorum bunu, kendini bir midilli ya da bir katana sanıyordu herhalde, neden olmasın. Zevkle ezerdim onu, çocuklardan nefret ederim, üstelik ona böylece yararım da dokunmuş olurdu ama misilleme yapmalarından korkuyordum. Herkes hısım akraba, umudunuzu kıran da bu oluyor. İşlek sokaklarda bu pis küçük yaratıklara arabaları, çemberleri, emzikleri, kaydırakları, minik otomobilleri, şekerleri, nineleri, dedeleri, dadıları, balonları ve bütün pis küçük mutluluklarına katkıda bulunan her neyse işte, onlar için özel yollar düzenlenmeli bence. Düştüm böylece, düşüşüm sırmalar ve danteller kuşanmış, en azından yüz kilo ağırlığında yaşlı bir kadını da beraberimde sürükledi. Bağırtıları nedeniye kısa sürede bir kalabalık toplandı başımıza. Kalçası kırılmıştır diye umutlanmıştım iyice, yaşlı kadınların kalçası kırılır kolayca, ama daha kötü olsunlar, daha da kötü. Karışıklıktan yararlanıp, bağıra çağıra, anlaşılmaz lanetler yağdıra yağdıra kaçmaya çalıştım, sanki kurban benmişim gibi; kurban bendim aslında, ama kanıtlayacak durumda değildim bunu. Linç etmiyorlar bebeleri, her ne yapsalar daha baştan aklanıyor onlar. Ben zevkle yapardım bunu, elimi sürerdim demiyorum, hayır, sertlik yanlısı biri değilim kesinlikle, ama ötekileri cesaretlendirir, iş bitince içki ısmarlardım onlara. Ama fırtınaya yakalanmışçasına yola koyulduğumda yeniden bir polis memuru durdurdu beni, tıpatıp ilkine benziyordu, öyle ki aynı kişi miydi diye sordum kendime. Kaldırımın insanların ortak malı olduğunu anımsattı bana, açıktı, bu ulama girmiyordum ben. “Suya inmemi mi önerirsiniz?” dedim, bir an bile Heraklitos’u düşünmeden. “Nereye inerseniz inin ama her yeri tek başınıza işgal etmeyin”, dedi. “Madem adam gibi bir yerden bir yere gidemiyorsunuz, evinizde kalsanız daha iyi olmaz mıydı?”, dedi. Ben de aynı duyguları paylaşıyordum. Ayrıca benim bir evim olduğunu düşünmesi de çok hoşuma gitmişti. Bir cenaze alayı geçti o sırada, bazen geçer ya. Şapkaların dalgalandığını, binlerce parmağın kıpırdadığını gördüm aynı anda. Beni istavroz çıkarmaya zorlasalar, seve seve çıkarırdım doğrusu: burun, göbek, sol meme ucu, sağ meme ucu. Ama onlar özensiz ve yabanıl dokunuşlarla istavroz çıkardıkça, ölü, dizleri çenesinin altında, elleri herhangi bir konumda külçe gibi yatan, saygınlıktan uzak birine dönüşüyordu. En ateşlileri yerlerinde kımıldamadan durdu, dudaklarından mırıltılar döküldü. Polise gelince, gözleri yumulu, eli kepinde dondu kaldı. Cenazeye gelen faytonların içinde coşkuyla konuşan insanlar görüyordum bulanıkça, ölü bay ya da bayanın başından geçmiş olayları anlatıyorlardı herhalde. Ölünün erkek ya da kadın oluşuna göre cenaze arabasının farklı düzenlendiğini işitmiştim bir yerlerde, ama farkı oluşturan neydi, bir türlü öğrenememiştim bunu. Atlar osuruyor ve sıçıyorlardı, panayıra gidiyorlardı sanki. Diz çökmüş kimse görmedim.
Ama bizim ülkemizde son yolculuk çabuk tamamlanır, adımlarınızı ne kadar sıklaştırırsanız sıklaştırın, hizmetçilerin bindiği son fayton önünüzden geçip gitmiştir bile, dinlenme sona ermiş, herkes kendi işine koyulmuştur, yeniden kendi başınıza kaldınız işte. Böylece üçüncü kez durdum, kendi isteğimleydi bu defaki; bir faytona attım kendimi. Biraz önce gördüğüm, hararetle tartışan insanlarla tıka basa dolu faytonlar beni çok etkilemiş olmalıydı. Yayları üzerinde sallanan, zıplayıp duran, küçücük pencereli, kocaman bir kara kutuydu, bir köşesine büzülüp kalıyordunuz, içerisi havasızlıktan kokuyordu. Şapkamın tavana değdiğini hissediyordum. Kısa bir süre geçince eğildim ve camları kapadım. Sonra sırtımı gidiş yönüne vererek oturdum yeniden. Dalmak üzereyken biri seslendi, sıçradım yerimden, arabacıydı. Camdan sesini duyurmaktan umudu kesmiş, kapıyı açmıştı. Bıyıklarını görüyordum yalnızca. Nereye?, dedi. Sırf bunu sormak için inmişti yukardaki yerinden. Bense kendimi daha şimdiden uzaklarda sanıyordum. Belleğimi zorlayıp bir sokak ya da anıt adı aradım. “Faytonunuz satılık mı?””, dedim. “Atı istemiyorum”, diye ekledim. Atı ne yapacaktım sanki? Peki faytonu ne yapacaktım? İçinde yan gelip yatacak mıydım? Yemeğimi kim getirecekti? “Hayvanat bahçesine”, dedim. Her başkentte bir hayvanat bahçesi bulunur çünkü. “Çok hızlı gitmeyin”, diye ekledim. Güldü. Hayvanat bahçesine çok hızlı gidebileceğini düşünmem hoşuna gitmiş olmalıydı. Ya da faytonsuz bir yaşam düşüncesi. Ya da gülmesinin nedeni yalnızca bendim, binişimle birlikte faytonu dönüşüme uğratan kişiliğimdi; öyle ki arabacı beni içerde kafam tavanın gölgelerinde kaybolmuş, dizlerim pencereye dayalı gördüğünde, Benim faytonum mu bu, gerçekten bir fayton mu bu, demişti kendine. Hemen atına bir bakış fırlatıp, rahatlamıştı. Ama insanın kendisi neden güldüğünü bilebilir mi hiç? Gülüşü kısa sürdü, benimle ilişkili olmadığını gösteriyordu bu da. Kapıyı kapadı, yeniden yerine tırmandı. Çok geçmeden at yola koyuldu. Evet, size tuhaf gözükse de azıcık param vardı o günlerde. Bu küçük tutar, babamın ölümünden sonra koşulsuz bıraktığı bir armağandı bana, acaba hâlâ çalınmadı mı diye merak ediyorum. Sonra tükenmişti paracıklarım. Oysa yaşamım sürüyordu, kendimce, dilediğince sürdürmeye çalışıyordum yaşamımı. Saltık satın alma olanaksızlığı diye tanımlayabileceğimiz bu durumun getirdiği en büyük kötülük sizi kıpırdamaya zorlaması oluyor. Örneğin, barındığınız yere zaman zaman yiyecek bir şeyler getirtmeniz pek olası değil parasız kaldığınızda. En azından haftada bir gün dışarı çıkmak, kıçınızı kıpırdatmak zorunda kalıyorsunuz bu nedenle. Bir adresinizin de olması kolay değil bu koşullarda, kaçınılmaz bir şey bu. Beni ilgilendiren bir iş için arandığımı bir süre gecikmeyle öğrendim bu nedenle. Hangi yolla anımsamıyorum. Gazete okumuyordum o yıllarda, kimseyle de konuşmuyordum, üç dört kez yiyecek maddeleri konusunda konuşmuş olabilirim belki. Neyse, şu ya da bu biçimde durumu öğrenmiş olmalıyım sonunda, yoksa avukat Bay Nidder’in karşısına çıkamazdım asla, insanın bazı adları unutamaması ne tuhaf, o da kuşkusuz buyur edemezdi beni. Kimliğimi saptadı. Biraz zaman aldı bu. Şapkamın içine kazılı olan adımın madeni baş harflerini gösterdim ona, bu bir şey kanıtlamasa da olasılıkları artırıyordu yine de. “İmzalayın”, dedi. Silindir bir cetvelle oynuyordu elinde, bir sığırı bile öldürebilirdiniz bununla. “Sayın”, dedi. Genç bir kadın kuşkusuz tanık olarak izliyordu bu konuşmayı, parayla tutulmuştu belki de. Para tomarını cebime sokuşturdum. “Doğru değil bu yaptığınız”, dedi. Ben imza atmadan önce saymamı istemesi gerekirdi diye düşündüm birden, böylesi daha tutarlıydı. “Gerektiğinde sizinle nasıl ilişki kurabilirim?” dedi. Merdivenden inerken aklıma bir şey geldi. Paranın nereden geldiğini öğrenmek için hemen yukarı çıktım, Bunu bilmek hakkım, diye ekledim. Belleğimden silinmiş bir kadın adı söyledi. Beni daha kundaktayken, dizlerine yatırmış, sevip okşamıştı belki de. Bazen bu kadarı da yetiyor. Kundakta diye yineliyorum bir kez daha, sonrası sevip okşamalar için çok geçti çünkü. İşte bu paranın sayesinde sıfırı tüketmemiştim öyleyse. Ama tüketmek üzereydim. Yaşamımın kalan yıllarını göz önüne aldığımda yok denecek kadar az bir paraydı, karamsarlığımın beni yanılgıya düşürmediğini sanıyorum.
Şapkamın yanı başına, bölmenin üzerine vurdum yumruğumla, hesaplarım doğruysa arabacının tam sırtına geliyordu. Kaplamadan bir toz bulutu yükseldi. Cebimden bir taş çıkarıp, arabacı durana kadar taşla vurdum. Birçok araba gibi dururken yavaşlamaması, bir anda zınk diye durması çekti dikkatimi. Bekliyordum. Fayton zangır zangır sallanıyordu. Arabacı yukarıda oturduğu yerde, kulaklarını dört açmıştı herhalde. At gözlerimin önündeydi sanki. Kısa molalardaki sümsük hali yoktu üzerinde, canlı gözüküyordu, kulaklarını dikmişti. Pencereden dışarı baktım, yeniden yola koyulmuştuk. Araba yeniden durana kadar bölmeyi yumruk yağmuruna tuttum. Arabacı söve söve indi yerinden. Kapıyı açmasını engellemek için kapadım camı. Hadi daha çabuk, daha çabuk. Yüzü iyice kızarmıştı, mora çalıyordu. Ya öfkedendi ya da yediği rüzgârdan. Faytonu gün boyu kiraladığımı söyledim ona. Saat üçte bir cenazem var, diye yanıtladı. Ah şu ölüler. Düşüncemi değiştirdiğimi, artık hayvanat bahçesine gitmek istemediğimi söyledim ona. Hayvanat bahçesine gitmeyelim, dedim. Hayvanı nedeniyle, uzak olmamak koşuluyla nereye gidersek gidelim bir şey değişmeyeceğini söyledi. Bir de ilkel toplumların konuştukları dillerin kendine özgü yanlarından söz ederler bize. Bir aşevi bilip bilmediğini sordum ona. “Benimle birlikte yersiniz”, diye ekledim. Bu tür yerlerde, yanımda mekânı tanıyan biri olsun isterim. Her iki yanına eşit uzunlukta birer sıranın yerleştirildiği uzun bir masa vardı. Masada karşıma oturup, yaşantısından, karısından, hayvanından, sonra yine yaşantısından, kişiliğinin özellikle iyice zorlaştırdığı yaşantısından söz etti. Her türlü hava koşulunda gün boyu dışarda olmanın anlamını kavrayıp kavrayamadığımı sordu bana. Günlerini, duran faytonlarının içinde, sıcakta, bir müşterinin gelip de kendilerini uyandırmasını bekleyerek geçiren faytoncuların hâlâ varolduğunu öğrendim. Ama çağdışı bir davranıştı bu, çağımızın insanı gün sonunda iyi para kazanmak istiyorsa başka yöntemler kullanmalıydı. Kendi durumumu anlattım ona, neler yitirdiğimi, nelerin peşinde koştuğumu anlattım. İkimiz de anlamak için, anlatmak için elimizden geleni yapıyorduk. Odamı yitirmiş olduğumu, başka bir odaya gereksinme duyduğumu anlıyordu ama gerisi girmiyordu kafasına. Möbleli bir oda aradığım düşüncesine saplanmıştı, başka bir şey anlamak istemiyordu nedense. Cebinden önceki akşamın ya da daha önceki akşamın gazetesini çıkardı, eli titreyerek koşuların sürpriz atlarını işaretlediği aynı küçücük kalemiyle beş ya da altısının altını çizdiği küçük ilanlar bölümünü yeniden gözden geçirmeye koyuldu. Kuşkusuz kendini benim yerine koyarak çiziyordu altını çizdiklerini, ya da hayvanı yüzünden hep aynı mahallede bulunanları işaretliyordu. Odamda eşya adına yatak dışında bir şey istemediğimi, ayaklarımı uzatmak için katlanabileceğim komodin dışında bütün eşyaları dışarı çıkaracağımı söylesem çok şaşırırdı kuşkusuz. Üçe doğru atı uyandırıp yola koyulduk yeniden. Arabacı yukarıya, yanına oturmamı önerdi ama bir süredir faytonun içini düşlüyordum, içeri geçtim yeniden. Adamın altını çizdiği adresleri birbiri ardından, umarım yöntemlice, dolaştık. Kısa kış günü sona eriyordu. Tanıdığım yalnızca bu günler diyorum bazen kendime, özellikle de gecenin gelişiyle süpürülüp atılan şu büyüleyici an. Altını çizdiği, daha doğrusu herkesin yaptığı gibi yanına çarpı koyduğu adresler işe yaramaz çıktıkça çapraz bir çizgiyle karalıyordu üzerlerini. Daha sonra gazeteyi gösterdi bana, aradığım yerlere bir kez daha gitmemem için yanımda taşımamı öğütledi. Kapalı pencerelere, faytonun gıcırtılarına ve trafiğin gürültüsüne karşın yukardaki yerinde tek başına şarkı söylediğini duyuyordum. Cenaze törenine yeğlemişti beni, sonsuza kadar unutmayacaktım bunu. Yiğidinden uzağa düştü kadın, söylediği şarkıdan anımsadığım sözler bu kadarcıktı. Her duruşunda yerinden iniyor, benim de inmem için yardım ediyordu. Gösterdiği kapıyı çalıyor, arada sırada da evin içinde kayboluyordum. İyi anımsıyorum, bunca zamandan sonra kendimi bir evin içinde hissetmek tuhaflaştırmıştı beni. Kaldırımda beni bekliyor, faytona çıkmama yardım ediyordu. Usanmaya başlamıştım bu arabacıdan. Yerine tırmanıyor ve yeniden yola koyuluyorduk. Belli bir anda, şöyle bir şey oldu. Durdu. Uyuşukluğumdan sıyrılıp iniş durumuna geçtim. Ama kapıyı açıp kolunu uzatmaya gelmedi yanıma, ben de yalnız başıma inmek zorunda kaldım. Lambalarını yakıyordu. Severim gaz lambalarını, yıldızları saymazsak, mumlarla birlikte tanıdığım ilk ışıklar olmasına karşın. İkinci feneri ben yakabilir miyim, diye sordum ona, ilkini kendisi yakmıştı çünkü. Kibrit kutusunu uzattı, menteşelerinin üzerinde duran küçük yuvarlak camı açtım, yaktım, fitil küçücük yuvasında, rüzgârdan korunaklı, rahatça ve ışıl ışıl yanabilsin diye kapadım bir anda. Bu sevinci yaşadım. Bu lambaların ışığında ancak atın bedeninin genel hatlarını seçebiliyordum, ama başkaları uzaktan, havada yavaşça ilerleyen iki sarı leke görüyordu. Araba döndüğünde, duruma göre şişkin bir dörtgen biçiminde, kırmızı ya da yeşil bir göz görülüyordu; cam gibi parlayan ışıklı ve keskin bir göz.
Son adrese de bir göz attıktan sonra, arabacı beni rahat edebileceğim, tanıdığı bir otele götürmeyi önerdi. Arabacı, otel, inandırıcı geliyor bana bütün bunlar, gerçeğe çok yakın geliyor. Onun aracılığıyla gideceğim için krallar gibi ağırlanacaktım orada. “Her türlü kolaylık elinizin altında”, dedi göz kırparak. Bu konuşmayı, biraz önce çıktığım evin önüne, kaldırıma yerleştiriyorum. Lambanın altında atın çökük ve nemli böğrünü, arabanın kapı kolunda arabacının yün eldivenli elini anımsıyorum. Faytonun tavanı boynumla aynı yükseklikteydi. “Bir tek atalım,” dedim arabacıya. At gün boyu ne bir şeyler yemiş ne de su içmişti. Arabacıya bunu anımsattığımda, atının günde bir kez, o da ahırına döndüğünde karnını doyurduğunu söyledi. Hayvan iş sırasında azıcık bir şeyler yese, bu bir parça şeker ya da elma bile olsa, karnına ağrılar girer, bağırsakları bozulur, yığılır kalırdı olduğu yere, belki de ölebilirdi kim bilir. Bu nedenle atının yanından uzaklaştığında, yufka yürekli insanların kurbanı olmasın diye, bir kayışla bağlamak zorunda kalıyordu hayvanın çenesini. Birkaç kadehin ardından arabacı evlerine davet etti beni, kendisini ve karısını onurlandırmamı, geceyi evlerinde geçirmemi istedi. Uzak değildi evi. Bütün bu olanları, zamanın getirdiği soğukkanlılıkla değerlendirip, arabacının bütün gün boyunca kendi evinin çevresinde dolanıp durduğu sonucuna varıyorum. Bir avlunun arkasındaki bir ahırın üzerinde oturuyordu. İyi bir mekândı, benim için yeterliydi. Beni inanılmaz büyüklükte bir kıçı olan karısıyla tanıştırıp, ayrıldı yanımızdan. Kadın çok tedirgin görünüyordu benimle yalnız başına kaldığında. Onu anlıyordum, ben kafamı hiç takmam bu gibi durumlara. Bitmesinin de, sürmesinin de bir anlamı yok bunun. Bitsin öyleyse. Ahıra inip, orada uyuyacağımı söyledim. Arabacı karşı çıktı. Ben direttim. Başımın üzerindeki bir sivilceyi gösterdi karısına, kibarlık olsun diye şapkamı çıkarmıştım çünkü. Aldırsa iyi olur, dedi karısı. Arabacı kendisini kabızlıktan kurtaran, çok saygı duyduğu bir doktorun adını verdi.
Ahırda yatmak istiyorsa, bırak ahırda yatsın, dedi karısı. Arabacı masanın üzerinde duran lambayı aldı, ahırın merdivenlerini önümde inmeye koyuldu, küçük tahta bir merdivendi bu, kadın karanlıkta kalmıştı.Yere bir köşeye, samanların üzerine bir at örtüsü serdi, gece gereksinme duyarım diye de bir kutu kibrit bıraktı. Atın bu arada ne yaptığını anımsamıyorum. Karanlıkta uzanmış yatmıştım, su içen atın çıkardığı gürültüyü duyuyordum, çok kendine özgü bir gürültüydü bu, farelerin ani koşuşmalarını, yukarıda beni çekiştiren arabacı ve karısının boğuk seslerini de duyuyordum. Kibrit kutusunu elimde tutuyordum, ancak özel yüzeylerde yanabilen kocaman bir kutu kibritti bunlar. Gece kalktım, yaktım bir tane. Kısacık süren alevi faytonun yerini saptamamda yardımcı oldu bana. Ahırı ateşe verme isteği doğdu içimde, sonra söndü. Faytonu karanlıkta buldum, kapısını açtım, fareler fırladı dışarı, içine tırmandım. Yerleşmeye çalışırken faytonun dengede durmadığını fark ettim, kaçınılmazdı bu, okları yere dayalıydı çünkü. Canıma minnetti, ayaklarımı karşı sıraya, başımdan yukarıya uzatıp, arkama yaslanabilecektim böylece. Gece boyunca birçok kez atın burnundan soluyarak, camdan bana baktığım hissettim. Koşum takımları çözülmüş olduğuna göre faytonda bulunuşum tuhafına gidiyor olmalıydı. Örtüyü yanıma almayı unuttuğum için üşüyordum ama kıçımı kaldırıp da arayacak halim yoktu doğrusu. Faytonun penceresinden gittikçe daha belirgin biçimde görüyordum ahırın penceresini. Faytondan indim. Ahır öyle karanlık değildi artık, yemliği, asılı koşum takımlarını, başka ne vardı, kovaları, fırçaları az çok seçebiliyordum. Kapıya gittim ama açamadım. At gözlerini ayırmıyordu benden. Hiç uyumazlar mı atlar? Bence arabacının, atı örneğin yemliğe bağlaması gerekirdi. Bu nedenle pencereden çıkmak zorunda kaldım. Kolay olmadı. Ama kolay olan ne? Önce başımı geçirdim, ellerimi avlunun zeminine dayadım, bacaklarım çerçevenin arasına sıkışıp kalmış debeleniyordu. Kurtulmak amacıyla iki elimle asıldığım ot tutamlarını anımsıyorum. Önce paltomu çıkarıp pencereden dışarı atmalıydım, doğrusu buydu, ama bunu düşünebilmek için de kafa gerekirdi. Avluya çıkar çıkmaz aklıma bir şey geldi. Yorgunluk işte. Kibrit kutusunun içine bir banknot sokuşturdum, avluya çıktım yeniden, kutuyu biraz önce çıktığım pencerenin pervazına bıraktım. At penceredeydi. Ama sokakta birkaç adım attıktan sonra avluya geriye döndüm, aldım paramı. Kibritleri bıraktım, benim değildi. At hâlâ penceredeydi. Bıkmıştım bu attan, usanmıştım. Gün ağarmaya başlamıştı. Nerede olduğumu bilmiyordum. Olabildiğince erken aydınlanabilmek amacıyla güneşin yükseleceği yeri kestirip, doğuya doğru ilerledim. Deniz ya da çöl ufku olsun isterdim karşımda. Sabah dışarda olduğumda karşılamaya çıkarım güneşi, akşam dışarda olduğumda, ardına düşerim güneşin, kendimi ölülerin arasında bulana kadar izlerim onu. Bilmiyorum neden anlattım bu öyküyü. Başka bir öykü de anlatabilirdim. Belki başka bir defasında başka birini anlatabilirim kim bilir. Sizler de ne kadar birbirine benzediğini görürsünüz bunların.
s.32—-46
Samuel Beckett
Hiç için metinler ve uzun öyküler
(Atılmış)
Türkçesi: Uğur Ün
Ayrıntı Yayınları