Seneca, Neron’un kendisine hayatı bağışlamayacağını bildiği için olsa gerek, âdeta kendini teselli etmek istiyor, ölüme hazırlıyor gibidir. Özellikle intihar konusuna ayrılan 70. Mektup’ta, insanın kendi eliyle kendi canını almasının güçlü niteliği işleniyor, bu işi bir başkasına bırakmayan Cato Uticensis gibi ünlü Romalılar övülüyor; ayrıca eski çağda, kendi çağından soylu kimseler, esirler, köleler arasından, koşullarına katlanmayı reddeden ve en zor durumlarda bile kendine ölümü sağlayabilen insanlardan övgü ile söz ediliyor.
Toplum içinde büyük bir övgü kazanmış, en yüksek mevkilere çıkmış, sürgün acısına katlanmış, sonunda intihara zorlanmış bir kişi olan Seneca, öleceğini bilerek yazıyor son mektuplarını. Büyük bir yaşam deneyiminden geçmiş bir insanın yaşama veda ederken kimi zaman isyan, çok zaman tevekkül içinde doğruluğuna inandığı yollar, mutluluk çareleri bunlar. Mektup şeklinde olduğu için, her zaman günlük konulardan yola çıkarak ahlak konusuna, felsefeye dönen Seneca, başkalarının hatalarını, belki de kimi zaman kendi hatalarını dile getiriyor.
70. Mektup
Aradan çok uzun bir süre geçtikten sonra gördüm Pompei’yi, şu senin kenti. Gençliğimin hayallerine döndüm yeniden. Gençken orada yaptığım her şeyi sanki yine yapabilecekmişim gibi geldi bana; daha dün yapmışım gibi hissediyordum çünkü. Hayatın kıyılarını dolaştık Lucilius, bizim Vergilius’un dediği gibi, sanki denizdeyiz de, “Kara ve kentler gerilerde kaldı.”-1
Bu kısacık zaman içine sığan koşuda ilk önce çocukluğumuzu gömdük, sonra delikanlılığımızı, ardından gençlikle ihtiyarlık arası, ikisinin sınırları içinde kalmış ara zamanı; sonra ihtiyarlığın en iyi yıllarını gömdük; en sonunda insan türünün ortak sınırları görünmeye başladı. Çok çılgın olduğumuz için, buranın kayalık olduğunu sanıyoruz. Yok, öyle değil, bir limandır bu; gün olup varılması, hiçbir zaman reddedilmemesi gereken bir liman. Bu limana daha erken yaşlarında götürülürse insan, deniz yolculuğu hızlı geçti diye yakınan gemiciden daha çok şikâyet etmemeli. Çünkü kimileri vardır, bilirsin, ağır esen yellerin oyuncağı, tutsağı olur; boğucu bir dinginlikten bıkar, yorulur; kimileri vardır, inatçı esintiler çarçabuk ulaştırır onu yerine. Bizim başımıza da aynı şey gelmiştir diye kabul et. Yaşam kimilerini, pek kararlı olmasalar bile, varmaları gereken yere çarçabuk götürür atar; kimine de bilirsin işkence eder, sıkıntıyla yakar kavurur.
Böyle bir hayatı sürgit yaşamamalı insan. Çünkü yaşamak iyi değildir başlı başına; iyi olan, iyi yaşamaktır. Bu yüzden bilge gerektiği kadar yaşayacak, yaşayabildiği kadar değil; nerede, kimlerle, nasıl yaşayacağını, ne yapacağını gözden geçirecektir. Ne kadar yaşayacağını değil, nasıl bir yaşam süreceğini düşünür hep. Can sıkıcı ve sükûneti bozan birçok şeyle karşılaşırsa kendini kaldırır ortadan; hem de bunu son anda, zorunlu kaldığı anda değil, kaderden kuşkulanmaya başlar başlamaz, acaba hemen oracıkta işi bitirivermek gerekli mi diye, etrafına dikkatle bakınıp da öyle yapar. Kendi eliyle mi ölecek, yoksa başkasının elinden mi olacak ölümü; erken midir, geç midir, bunlar önemli değildir onun için. Çünkü ölümden büyük bir kayıp gibi korkmaz, damdan akan bir damlayla kimse büyük zarara uğramaz. Önemli olan erken ya da geç ölmek değildir, sorun iyi ya da kötü ölmektedir. İyi ölmek de, kötü yaşamak tehlikesinden kaçmak demektir. Bu yüzden şu Rodoslu adamın -2 sözünü hiç erkekçe bulmuyorum. Tiran, adamı bir kafese koymuş ve sanki vahşi bir hayvan besler gibi besletmiş. Biri yemek yememesini öğütlediği zaman adam, “İnsan soluk aldığı sürece her şeyi umabilir!” dermiş. Bu iş doğru olsa bile, yaşam her pahaya satın alınmamalı. Edinilecek kârlar nice büyük, nice kesin olsa da, güçsüzlüğümü açıkça itiraf ederek elde etmek istemem onları. Demek ben ölmeyi bilen insanın üstünde kaderin hiç de güçlü olmadığını düşünecek yerde, yaşayan insanın üstünde kaderin her şeye gücü olduğunu düşünmeliyim, öyle mi?
Ama gün olur gerçek ölüm kapımızın ardında olduğu zaman, kesin hüküm verildiğini bilse bile, o infazına el uzatmaz insan. Tabii kendi yararınaysa el uzatması, o başka. Ölüm korkusu yüzünden ölmek aptalca bir şeydir; öldürecek biri mi geliyor, bekle onu. Neden onun önüne geçeceksin? Bir başkasının düzenlediği vahşiliği neden üstleniyorsun? Celladını kıskanıyor musun, yoksa koruyor musun onu? Sokrates açlıkla yaşamına son verebilirdi, zehirle değil de yememekten ölebilirdi. Ama hapishanede ölümü beklerken otuz gün geçirdi; her şey olabilir düşüncesiyle, bu kadar uzun zamana birçok umut sığabilir diye düşündüğü için değil, yasalara uymak için, Sokrates’in son dakikalarından dostları yararlanabilsin diye! Zehirden korkup da ölümü hor görmekten daha budalaca ne var? Drusus Libo’nun halası Scribonia güçlü bir kadındı. Soylu olduğu kadar budala da olan bu genç adam, o çağda herhangi bir insanın ve kendisinin hiçbir çağda olmaması gerektiği kadar hırslıydı. Hasta olup senatodan eve sedye ile getirilirken, arkasında küçük bir cenaze alayı vardı çünkü bütün yakınları, artık bir sanık değil de bir cenaze olan adamı alçakça bırakıvermişlerdi. Ölümü kendisi mi uygulamalıydı, yoksa beklemeli miydi diye düşünmeye başladı. Scribonia ona, “Başkasının işini yapmak hoşuna mı gidiyor?” dedi ama onu ikna edemedi. Adam kendini öldürdü, haksız da değildi. Çünkü yaşarsa üç ya da dört gün sonra düşmanının keyfince ölecek olan kişi, başkasının görevini üstleniyor demektir. Böylece ölümünü dıştan bir güç bildirince sana, görevini üstlenmek mi yoksa beklemek mi gerekir diye bütün dünyaya ilan edemezsin. Ondan yana ya da karşıtına çekilebilecek birçok haller vardır. Eğer işkence ile sağlanan ölümle basit, kolay bir ölüm arasında tercihte kalsa insan, neden bu ikinciyi yeğlemesin? Denize açılacağım gemiyi, oturacağım evi seçer gibi, yaşamdan çekilirken de ölümü kendim seçeceğim. Ayrıca nasıl ki daha uzun hayat iyi değilse, daha uzun süren bir ölüm de daha kötü bir ölümdür; ölümde her şeyden çok yüreğimizin sesini dinlemeliyiz. Onun eğilimi nereye ise oraya gitmeli. İster kılıcı seçsin, ister ipi; ister damarlara yayılan zehir bitirsin işini de köleliğin zincirlerini kırsın. Başkalarına yaşamının hesabını vermek zorundadır insan, ama ölümünün hesabını kendine vermeli. Hoşa giden ölüm en iyisidir. Şöyle düşünmek akılsızca bir şey: “Kimisi benim için pek cesurca davranmamış diyecek, kimisi çok düşüncesizce davranmış diyecek, kimisi de başka bir ölüm biçimi daha yürekli olurdu diyecek.” Sen ise kimin ne dediği önemli olmayan bu konuda, kararın sana bağlı olduğunu düşünmek istiyorsun. Bir tek şeye dik gözlerini: Yakanı kaderin pençesinden alabildiğine tez kurtarmaya! Hareketlerini kötüleyecek insanlar her zaman bulunacaktır zaten. Öyle bilgelik iddiasında olan insanlar göreceksin ki, kendi canlarına kıymayı reddederler, kendi kendilerinin katili olmayı günah sayarlar. Doğanın vereceği sonucu beklemek gerek derler. Böyle söyleyen kimse kendisine özgürlük yolunu tıkadığının farkında değildir. Değişmez yasanın bize sunduğu en iyi şey şu: Hayata bir tek giriş yolu, ama çeşit çeşit çıkış yolları verilmiştir. Ben, işkencelerin arasından sıyrılmak, felaketleri yarıp geçmek elimdeyken, ya hastalığın ya da insanların vahşetini mi bekleyeyim? Hayatta yakınamayacağımız bir tek şey var: Kimseyi tutmaz hayat. Herkes yalnız kendi hatası yüzünden mutsuz olursa, insanlık iyi bir durumda demektir. Hoşuna mı gidiyor yaşamak? Yaşa! Yok, gitmiyorsa, geldiğin yere gitmek senin elinde! Baş ağrını dindirmek için çok kez kan aldırırsın, bedenini hafifletmek için bir damarını açtırırsın. Burada koskoca bir yarayla göğsünü delik deşik etmen gerekmiyor ki! Bir neşterle açılır o büyük özgürlüğe giden yol, bir küçük çentikle ulaşılır huzura.
Bizi bu konuda tembel yapan, atılımlarımızı engelleyen şey nedir o halde? İçimizden hiç kimse gün olup bu konuttan çıkıp gitmek gerektiğini düşünmez, tıpkı mahalleye olan bağlılıkları, alışkanlıkları yüzünden hakarete bile katlanan. eski kiracılar gibi. Bu bedene karşı özgür olmak ister misin?
Sanki hep göçüp gidecekmişsin gibi otur. Gün olup bu ortak yaşamdan yoksun olacağını çıkarma aklından. O zaman çekip gitmek zorunlu olduğunda daha güçlü olacaksın. Ama her şeyi sonsuza dek isteyenlerin kendi sonları ne zaman gelecek akıllarına? Birçok hazırlık gerektiren bir şey de şu: Başka hazırlıklar belki de boşu boşuna yapılır, örneğin insan fakirliğe karşı ruhunu hazırlamıştır ve böylece varlığımız yerinde kalmıştır. Acıyı hor görmeye karşı silahlanmışızdır ve bu yüzden dinç, sağlam bir bedenin sağlığı bu erdemimizi denemeyi gereksiz kılmıştır. Yakınlarımızın acısına cesaretle katlanmayı kendimize salık vermişizdir, böylece bütün sevdiklerimizi kader bize bağışlamıştır. Ama bir tek bu konunun uygulama günü kesin olarak başımıza gelecektir.
İnsanın kölelik engellerini atmasını sağlayacak bu güçlü ruhun yalnız büyük insanlarda bulunduğunu düşünme. Hançerle çıkaramadığı ruhunu elleriyle koparıp atmayı bir tek Cato’nun yapabileceğini de sanma sakın. Çok daha aşağı koşullarda yaşayan insanlar, büyük bir atılımla güvenli bir yere kaçmışlardır. İstedikleri gibi ölmek ellerinde olmadığı, istedikleri ölüm aracını kendileri seçemedikleri için, ellerine geçen her şeyi yakalayıp, aslında zararlı olmayan o aracı zora koşup bir silah yaratmışlardır ondan. Çok olmadı, hayvanlarla gladyatörlerin dövüştüğü bir oyunda Germenlerden birisi bir sabah gösterisi için hazırlanırken, bağırsaklarını boşaltmak için tuvalete gitmiş çünkü ancak orada tek başına, gözcü olmadan kalabiliyormuş. Orada pislikleri temizlemek için kullanılan süngerin bağlandığı tahta parçasını sapına kadar boğazına tıkmış, nefes borusunu tıkayarak boğmuş kendini. Bu davranış bir hakaretti ölüme, kesinlikle öyleydi, kirli, yakışıksız bir ölümdü bu; doğru, ama ölürken de mızmızlık etmek akılsızca bir iş değil mi? Ah, güçlü adam! Ah, kaderini seçmeye layık olan adam! Seçebilseydi, ne kadar korkusuzca kullanacaktı hançerini! Ne büyük cesaretle yükseklerden derin denizlere atılacaktı ya da bir uçurumdan atlayacaktı aşağı! Dört yandan kıskıvrak engellenmişken, kendine vereceği ölümü ve silahı kendisi yarattı; ölmek için istemekten başka bir engel olmadığı anlaşılsın diye! Herkes nasıl isterse öyle yorumlasın bu çok haşin adamın eylemini, yeter ki iğrenç bir köleliğe pis bir ölümün yeğ tutulması gerektiğini düşünsün!
Madem örneklerimi aşağı bir sınıftan almaya başladım, yine öyle sürdüreyim. Çünkü herkes bu işin çok hor görülen insanlarca bile aşağılandığını anlayınca, bu davranışı daha çok ister kendinden. Hep hayran hayran dinlediğimiz Cato’ları, Scipio’ları ve daha başka birçoklarını eşi benzeri olmayan örnekler diye biliriz. Şimdi ben böylesi bir erdemin İç Savaş sırasında verdiği örnekler kadar, hayvanların dövüştüğü arenalarda da birçok örneği olduğunu açıklayacağım sana. Aradan uzun zaman geçmedi daha, bir köleyi sabah gösterileri için götürüyorlarmış bekçilerin koruması altında. Sanki uyku bastırmış gibi adamın başı öne arkaya sallanıyormuş, sonunda başını arkaya doğru öyle bir sarkıtmış ki, arabanın tekerleklerine değmiş başı. Ve dönen tekerlekler boynunu kırıncaya kadar sımsıkı tutunmuş. Cezasını çekmeye götüren araba, kurtuluşunu sağlamış onun.
Engellerini kırmak ve çekip gitmek isteyen insanı hiçbir şey alıkoyamaz. Doğa bizi duvarları olmayan bir hapiste tutar. İnsanlar da, zorunlu koşulları elverdiği sürece, uygun bir son, bir çıkış yolu için etrafını kollamalıdır. Uygulayabileceği birçok olanağı elinin altında bulunan kişi, seçimini yapmalı, hangi yoldan en iyi şekilde kurtulacaksa onu göz önüne almalıdır. Olanaksızlık içindeyse eğer, en önde gelen fırsatı en iyisi olarak değerlendirmelidir; yepyeni, duyulmamış, bilinmemiş bir şey de olsa! Cesareti kırılmayan kişi, ölüm için çıkar yolu bulacaktır kendine. Görüyorsun, köleler ne kadar güç durumda! Acının kırbacını yiyince uyanıyorlar, en dikkatli gözcülerini bile yanıltıyorlar; ölümü kendine bir buyruk gibi vermekle yetinmeyip ölüm yolunu da bulan insan, işte o insan büyük bir insandır! Aynı görevi yapanlar arasından sana birçok örnek gösterebilirdim. İkinci deniz savaşı gösterilerinde, barbarlardan birisi düşmanına atmak için aldığı mızrağı sapına kadar saplar boğazına: “Neden? Neden?” der, “Bütün işkencelerden, bu rezillikten, alay konusu olmaktan kurtulmayayım bir an önce? Neden elimde bir silahım varken ölümü bekleyeyim sanki?” Bu gösteri öylesine görkemli oldu ki, insanlara öldürmekten çok şerefle ölmeyi öğretti. Peki, mahvolmuş zararlı ruhlarda bulunan bu güçlü yan, neden uzun uzun hazırlıklarla, her şeyin öğretmeni akılla bu gibi felaketlere karşı eğitilen insanlarda bulunmaz? Bu akıl bize kaderin birçok yaklaşımları olduğunu, ama onun değişmediğini öğretir. Gelecek olan ölüm ilk adımını nerede atar, önemli mi bu? Yine aynı akıl: “İnsan nasılsa elinden geldiği türlü ölecek değil mi? O halde eline ne geçerse onunla canına kıy!” diye uyarır. Yaşamanın araçlarını çalmak yanlıştır ama ölümün araçlarını çalmak da en güzel şeydir.
-1 Vergilius, Aeneis III, 72.
-2 Rodoslu Telesphorus’u, dostu kral Lysimachus ölüm cezasına çarptırmış, ama önce burnunu ve kulaklarını kestirip bir kafese kapatmış ve bir hayvan gibi beslemiş onu. Sonra açlığa mahkum etmiş ve ölüme terk ederken halka teşhir etmiş. -ç.n.
s.241—-247
Seneca
Ahlak Mektupları (Epistulae Morales)
Çeviren: Türkân Uzel
Jaguar Kitap, 2018