Dünyadaki en şahane dahi mi yoksa en büyük aptal mı olduğunuza karar veremediğiniz zamanların tesellisi.
“Kötü yazarlar özgüven sahibi olmaya daha yatkındırlar, iyi yazarlar kendilerinden şüpheye sıklıkla düşerlerken” diyor Charles Bukowski verdiği bir söyleşide. Kendinden şüphe etme iç dünyalarının unsurlarını dış dünyaya açan kişiler –sanatçılar– için oldukça bilinen bir durum. Genç Bir Sanatçıya Mektuplar’da Anna Deavere Smith “kararlılık şüpheye ve alçakgönüllülüğe müsaade eder ve her ikisi de oldukça kritik bir rol oynar” diye bildiriyor okurlara. Her ne kadar başarısız bir sanata yol açan kibre panzehir niteliğinde ve yaratıcı deneyimlerin ayrılmaz bir parçası olsa da, bizler kendimizden şüphe etme durumunu kolaylıkla ya da içten bir şekilde kabul etmeye hazır değiliz. Bunun yerine, bu durumdan kaçınırız, yargılarız, önüne bir çit çekerek aynı mekanikliği yeniden üretir dururuz. Bu durumun kaçınılmaz dönüşlüğü de kendinden nefret etme biçiminde olur. “Kendinizden şüphe ediyor oluşunuzu bir ayıp olarak görmeyin” diye tavsiyede bulunuyor Zadie Smith “Yazmanın On Kuralı” adlı kitabında.
Ancak çok az kişi kendinden şüpheyle acı verici bir dansa kendini bırakabildi. Kendinden şüphe, sanatçının korku ile evrensel ve zaruri dansıdır. Bu gerçeği anlayan çok az kişiden biri – yaratıcılık ve bilinç, ruh hakkında yazmanın zorluğunu kabul eden – Virginia Woolf’tur.
1928 tarihli, devrim niteliği taşıyan aynı zamanda edebiyattaki en uzun ve en çekici aşk mektubu olarak addedilen Orlando: Bir Biyografi adlı kitabında Virginia Woolf, her sanatçının yaratım aşamasında karşılaştığı o ıstıraplı kendinden şüpheye yakalanıyor:
Kompozisyon oluşturmanın zorluğuyla kısmen de tanışmış herhangi bir kimseye tüm hikâyeyi detaylı olarak anlatmanın bir anlamı yoktur. Kısaca süreç şu şekildedir; yazdığında iyi görünmüştür; okunduğunda berbat; düzeltilmiş, kesip biçilmiş, ekleme yapılmıştır; yazarken ya coşku ya da çaresizlik içindedir. Geceleri güzel, sabahları berbat geçmiştir. Yeni fikirler bulmuş ve ardından onları kaybetmiştir. Kitabını gözünün önüne getirmiştir. Yemek yerken karakterlerin yerine kendini koymuş, yürürken onları seslendirmiştir. Bir ağlamış bir gülmüştür. Biçemler arasında sendeleyip durmuştur. Önce destansı ve görkemli bir anlatımda karar kılmış, daha sonra fikrini değiştirip yalın ve basit yazmaya karar vermiştir. Bir an Tempe diyarlarında bir an Kent ya da Cornwall alanlarında bulmuştur kendini. Dünyadaki en şahane dahi mi yoksa en büyük aptal mı olduğuna bir türlü karar verememiştir.
Maria Popova
Çev: Hande Karataş