Joan gibi valiz hazırlayın! Joan gibi yemek yiyin! Kickstarter’daki gözlüklerinden satın alın! gibi ifadeleri üretmiş olan Joan Didion fetişi ışığında, New York’un Danziger Galerisinde bulunan Didion by Wasser sergisi ortaya çıktı. Julian Wasser’a ayrılmış olan küçük bir odada onun Didion ve Corvette Stingray’ini konu alan çarpıcı çekimleri bulunuyor ve bu odada Didion’un gülerken, kahkaha atarken, huzursuz görünürken, yani sıradan bir insan gibi görünen fotoğraflarını bulabilirsiniz. Bu, yazarın kusursuz biçimde üretilmiş olan imgesine casusluk etmek gibi hissettiriyor.
Didion’u kahkaha atarken görmek de akıllara yazarlar için kişisel tarzın ne demek olduğunu sorusunu getiriyor – hem kendi tercihleri hem de haklarında yazılar yazdıkları kıyafetler açısından. Bazı yazarlar bir zamanlar dikkatlerini modaya çevirmişler; size onlardan 25 özel hikaye sunuyoruz.
John Cheever, palto giymeli misiniz yoksa giymemeli misiniz sorusu üzerine;
Blake Bailey’in muhteşem biyografisi olan Cheever: A Life (Cheever: Bir Yaşam) kitapta Bailey yazarın paltolarla ilgili düşüncelerinin içerisine dalıyor:
O kış Cheever, Commonwealth Bulvarında uzun, afallatıcı yürüyüşler yapıyordu; dondurucu soğuğa rağmen nadiren palto giyiyordu (babası onu palto giyen birisinin İrlandalı gibi gözüktüğü konusunda uyarmıştı). En sonunda bir serserinin yanına oturdu ve ikisi, bir şişe şarabı paylaşarak birbirilerine yakınlaştılar. Bir polis onu tutuklamakla tehdit ettiğinde Cheever polise uykulu ve aristokratik serzenişte bulundu: kelimeleri uzatarak, “Benim adım John Cheever” dedi (Cheevah). “Sen aklını kaçırmışsın.”
Leanne Shapton, bir elbiseye âşık olmak üzerine;
Women In Clothes (Giysilerde Kadınlar) adlı kitaptan alınan bu alıntıda Shapton en büyük hatadan bahsediyor: aynı elbiseyi giymiş olan iki kadın.
Bugüne kadar bu elbise benim bir parçam gibiydi. Onun varlığını unutmuştum, onu elbise dolabımı tamamlayan bir işaret olarak ele almıştım. Tıpkı F. Scott Fitzgerald’ın “Bernice Bobs Her Hair” (“Bernice Saçlarını Kısa Kestirir”) hikayesinde bir karakterin dediği gibi: Bir partide ne giydiğinin bilincindeysen, yanlış seçim yapmışsın demektir.
F. Scott Fitzgerald, gömlekler üzerine;
Muhteşem Gatsby kitabının çarpıcı bir sahnesinde Fitzgerald dikkatini Gatsby’nin gömleklerine çeviriyor ve onun müsriflik içeren elbise dolabını şöyle anlatıyor:
Bir gömlek yığınını aldı ve onları birer birer, önümüze atmaya başladı; saf ketenden ve kalın ipekten ve ince flanelden yapılmış olan gömlekler yere düşüp masanın üzerinde rengarenk bir düzensizlik oluştururken, katlanmış halleri bozuluyordu. Biz hayran hayran bakarken, o biraz daha alıp savurdu ve masanın üstündeki yumuşak ve zengin yığın yükseliyordu – mercan, elma yeşili, lavanta, soluk turuncu ve çivit renginin çeşitlerinden oluşan çizgili ve helezon desenli ve ekoseli gömlekler. Daisy birden, gergin bir ses ile yüzünü gömleklerin üzerine koyarak hiddetle ağlamaya başladı. Hıçkırarak, ‘Öyle güzel gömlekler ki’ dedi, sesi gömleklerin içerisinde kaybolmuştu, ‘beni hüzünlendiriyor çünkü hayatımda hiç bu kadar – bu kadar güzel gömlekler görmedim’
Chimamanda Ngozi Adichie, moda ve ciddiye alınmak üzerine;
“Zeki bir Kadın Neden Modayı Sevemez?” adlı Elle 2014 yazısından:
Batı kültürü ile ilgili bir şey öğrendim: ciddiye alınmak isteyen kadınlardan, ciddiliklerini çalışılmış bir umursamazlık ile ispat etmeleri bekleniyordu. Özellikle ciddi kadın yazarların güzel giyinmemeleri daha iyiydi ve eğer güzel giyinirseniz, o kıyafet üzerine çok fazla bir şey düşünmemişsiniz gibi görünmek en iyisiydi. Modadan bahsedecekseniz, bunu ya özür dileyerek ya da onu küçümseyerek yapmalıydınız. Seçimleriniz popüler olanlardan ne kadar uzaksa o kadar iyiydi. Kıyafetlerle ilgilenmenin kabullenebilir olacağı tek durum bir demeç verirken, sinirli, seçici ve karşı kültüre aitmiş gibi bir imge yaratmaktı. Yalnızca kıyafetlerden zevk almakla ilgili olmamalıydı.
Sylvia Plath, elbiseler üzerine;
Günlükler: Sylvia Plath adlı kitaptan (Plath ve kıyafetler hakkında daha fazla detay istiyorsanız, Elizabeth Winder’ın Pain, Parties, Work: Sylvia Plath in New York, Summer 1953 (Acı, Partiler, İş: 1953 Yazında, New York’ta Sylvia Plath) adlı kitabına bakabilirsiniz:
Elbise dolabından ara sıra henüz giyilmemiş olan sarı elbisenizi almanız; koyu renkli teninizin üzerinde tutup, gülümseyip “Ah Dick, seni görmek ne kadar güzel. Dur; hareket etme. Sana bir bakayım” demeniz. İki gün daha yaşam, ondan sonra da Dick.
Dorothy Parker, Vogue dergisinin şık kadınları üzerine;
Bir Paris Review röportajından:
Altyazılar yazıyorum. ‘Bu minik pembe elbise bir sevgili elde etmeni sağlayacak’ gibi şeyler. Komik, onlar Vogue’da çalışan sade kadınlar; şık değiller. Nazikler ve kibarlar – hatta tanıştığım en kibar kadınlar onlar – fakat öyle bir dergide herhangi bir işleri yok. Küçük, komik şapkalar giyiyorlar ve dergilerinin sayfalarında modelleri sert bebeklikten çıkarıp zarif minik sevgililere dönüştürüyorlar. Şimdi de editörler bu şekilde: hepsi şık ve dünyevi; birçok model bir Bram Stoker’ın zihninden ortaya çıkmış ve altyazı yazarlarına gelince – yani eski işime – onlar da golf kulüplerinin tahta masaları için, parça başına yetmiş beş dolar alarak onlara – ‘yani aslında her şeye sahip olan arkadaşlarına’ – kürk kaplamalar öneriyorlar. Medeniyetin sonu geliyor, gördüğünüz gibi.
Tom Wolfe, beyaz takım elbisesi üzerine;
Guardian dergisinde bir makaleden:
Takım elbise (şu anda onların neredeyse 40 tanesine sahip) birçok amaca hizmet ediyor. Beyaz takım elbise öncelikle yerlilerin teninin içerisine giriyor (daha önce Wolfe’un en zalim arkadaşı Norman Mailer şunu ilan etmişti: ‘Aklıma sürekli, beyaz takım elbise giyen bir adam için saçma bir şeyler gelip duruyor, özellikle New York’ta’). Daha sonra, Wolfe’un konularını zararsız hale getiriyor ve çoğunlukla ona yazacak bir şeyler sağlıyor. Ayrıca Wolfe şunu belirtmeye de bayılıyor: ‘Eğer çoğu yazar kendilerine karşı dürüstlerse, yapmak istedikleri değişiklik şudur: onlar fark edilmeden önce kendileri olmak’. Bulması gereken tek şey kendi terzisinin davranışları gibi şaşırtıcı bir ses bulmaktı.
David Foster Wallace, bandanası üzerine;
David Lipsky’nin yazmış olduğu Although Of Course You End Up Becoming Yourself (Sonunda Elbet Kendiniz Olacaksınız) adlı kitabın ilham vermiş olduğu The End of the Tour filminden:
Tucson’da bandana takmaya başlamıştım çünkü hava sürekli yüz dereceydi. Gerçekten çok sıcak olduğunda öyle terliyordum ki terim kâğıtların üzerine damlayabilirdi. Aslında o yıl bandana takmaya başladım ve 87 yılında Yaddo’da bu durum bana çok yardımcı oldu, çünkü daktilonun üzerine de damlayabilirdi ve bir şok geçirmekten korkuyordum. Daha sonra bandana ile daha iyi hissettiğimi keşfettim. Sonra bir kadınla tanıştım ve bana birçok çakramızın olduğunu ve bunlardan en büyük olanlarından birisinin isminin balina deliği olduğunu ve kafatasımızın üstünde bulunduğunu söyledi. Ve birçok kültürde de başınızı kapalı tutmanız iyi bir şey olarak algılanıyor. Daha sonra aklıma ‘aklını başına topla’ deyimi geldi, bilirsiniz… O benim için bir güvenlik örtüsü… İnsanların onu bir özentilik, marka ya da bu tarz bir şey olarak görmesi beni biraz ürpertiyor. Çünkü o daha çok bir zayıflıktır; bir güçsüzlük belirtisidir – kafamın patlayacak olmasından korktuğumun belirtisi.
Gay Talese, iş kıyafeti üzerine;
Bir Paris Review röportajından:
Yatak odamızın bulunduğu üçüncü kattan, elbiselerimin bulunduğu dördüncü kata gidiyorum. Bir ofise gidiyormuş gibi giyiniyorum. Kravat takıyorum… Evet. Şehir merkezinde, Wall Street’te ya da avukatlık bürosunda bir ofise gidiyormuş gibi giyiniyorum; aslında gerçekte yaptığım şey aşağıya inip depoya gitmek. Depoda küçük bir buzdolabı var ve portakal suyu içip; keklerimi yiyerek kahve içiyorum. Daha sonra kıyafetlerimi değiştiriyorum… Evet, doğru. Bir kravatım ve kazağım var. Bir de fularım.
Henry David Thoreau, kıyafet zevksizliği üzerine;
Tabii ki Walden‘dan:
Kadınlar ve erkeklerin yeni desenler konusundaki çocuksu ve vahşi zevkleri; aslında onlara bu neslin bugün ihtiyacı olan tek özel figürü keşfedebilme şansı veren çiçek dürbünleri aracılığıyla, onların sarsıntı ve şaşılığı üretmelerini sağlıyor. İmalatçılar bu zevkin garip bir şey olduğunu anladılar. Belirli bir renkteki birkaç ip dolayısıyla birbirinden farklı olan iki desen arasından bir tanesi kolaylıkla satılacak, diğeri ise rafta bekleyecek. Fakat bir mevsim geçişinden sonra da, genellikle olduğu gibi, diğeri en modaya uygun şey halini alacak. Aynı şekilde, iğrenç gelenek olarak adlandırılan şey dövme yaptırmak değildir. Dövmenin cildin derinlerine yapılması ve silinmesinin imkânsız olması konuyla alakalı tek vahşi şey değildir.
Mark Twain kıyafetler konusuyla dalga geçiyor;
Bunun kaynağı gizemini koruyor. Acaba Mark Twain’in sözü mü?
İnsanı insan yapan kıyafetlerdir. Çıplak insanların toplumlarda çok az etkisi vardır ya da hiç etkisi yoktur.
Sir Thomas More, neden modanın koyunlarıyız sorusu üzerine;
Utopia eserinden:
Bir insan nasıl olur da, sırf kıyafetleri diğer insanınkinden daha iyi olan bir yün ipinden yapıldığı için, kendisinin o insandan daha iyi olduğunu düşünecek kadar aptal olabilir? Nihayetinde bütün bu güzel kıyafetleri bir zamanlar bir koyun giyiyordu ve onlar o kıyafetleri hiçbir zaman bir koyundan daha iyi bir şeye çevirmediler.
Joan Didion’un valize konulacaklar listesi;
Vogue‘da yayınlanan The White Album‘den:
VALİZE KONULACAKLAR VE GİYİLECEKLER:
2 etek / 2 yün kazak ya da sıkı elbise / 1 kazak / 2 çift ayakkabı / uzun çorap / sütyen / gecelik, sabahlık, terlik / sigaralar / viski / şampuan / diş fırçası ve macunu / sabun, tıraş makinesi / deodorant / aspirin / reçeteler / ped / yüz kremi / bebek yağıYANIMDA TAŞIYACAKLARIM:
tiftik kumaştan şal / daktilo / 2 not defteri ve kalem / dosyalar / ev anahtarı
James Ellroy, terzi düzeni üzerine;
Paris Review röportajından:
Hayır, fakat bu kumaş çok güzel donatılmış. Bazı insanlar benim yerimi korkutucu buluyorlar. Burası düzenli ve temiz. Her şey yerli yerinde. Elbise dolabıma bakarsanız her şeyin kumaş, tarz ve renge göre dizildiğini göreceksiniz. Hayatımı kolaylaştıracak her şeyi yapabilirim.
L.M. Montgomery, iyi olmak üzerine;
Yeşilin Kızı Anne romanından:
Kıyafetleriniz modaya uygunsa, iyi olmanız daha kolaydır
Dream Hampton, Esperanza Spalding (Amerikalı bir caz sanatçısı) üzerine;
Smithsonian Magazine dergisinin 2012 Aralık sayısından:
Onun gençliği, güzelliği ve yenilikçi modası; onun cazibesinin reddedilemez bir kısmı – örneğin; Grammy ödülünü alırken üzerinde parçalara ayrılmış ağaç kavunlarından şifon bir elbise vardı ve kasıtlı olarak kabartılmış kıvırcık saçları vardı. Village Voice’da müzik eleştirmenliği yapan Greg Tate, Spalding’i ‘Wynton’dan sonra cazın başına gelebilecek en seksi ve en güzel şey’ olarak tanımlıyor.
Judith Thurman, Comme des Garçons isimli moda firmasının kurucusu olan Rei Kawakubo üzerine;
New Yorker makalesinden:
Birisinin giydiği şeyin önemli olduğunu ciddi şekilde doğrulayan insanların çalışmaları ve ortak bir atamızın olduğunu doğrulayan insanlar; ikisi de idealistlerdir. O, Kawakubo’nun anlaşılmaz bir aldatıcılığı olan bikinisinin içerisindeki hali gibi; yaşlanan cılız bir İspanyol samurayıydı ve gülünç bir dünyada anlamsız ama kahramansı bir figür ortaya koymaktan hiç korkmadı: yüce olanı saçma olan yarattı.
Elizabeth Hawes bizlere modanın saçmalık olduğunu söylüyor;
Anything But Love (Sadece Aşk) kitabından:
Ülkemizde her yıl bir buçuk trilyon doların kozmetiğe harcanması ve bunun yarısı kadarının da eğitime harcanmasının mantıklı bir sebebi vardır: Amerika’da doğal haliyle güzel olan kızlar yoktur.
Lisa Birnbach, zengin giyim tarzı üzerine;
The Official Preppy Handbook (Zengin Giyinenlerin Resmi El Kitabı) eserinden:
Zengin kıyafetler mantıklıdır: yağmur kıyafetleri sizi kuru tutar, kış kıyafetleri sıcak tutar; yakalarda düğmeler vardır ve böylece siz polo oynarken yüzünüze çarpmazlar. Kat kat olma durumu, çeşitli hava şartlarına karşı doğal bir tepkidir.
Jane Austen, cezbetme üzerine;
The Letters of Jane Austen (Jane Austen’ın Mektupları) eserinden:
Bir metresine yedi şilin vereceğim kareli muslin kumaşı almak üzere gittiğim manifaturacının dükkânında, sevimli renkleri olan bir muslin kumaşı beni cezbetti ve belki sen seversin diye ondan on metre satın aldım.
Alexander Chee, performans üzerine;
MFA vs. NYC: The Two Cultures of American Fiction (Edebiyat Fakültesi Master Derecesi, New York’a Karşı: Amerikan Kurgusunun İki Kültürü) eserinden:
İçimde bir roman olup olmadığı sorusuyla ilgileniyordum ve o öğle yemeğine mavi bir saç ve yırtık bir tişört ile ukala bir şekilde gittim. Tüvit ceketli yeni arkadaşım karanlık barda suyunu yudumlarken bana gülümsedi ve sohbetimiz bir şekilde Iowa Yazarlar Atölyesi’ne geldi. Benim kendinden emin, alaycı ve San Francisco’ya dair garip bir punk ukalalığı içeren performansıma ek olarak, o bana en sevdiğim erkek yazarlardan birisi olan Michael Cunningham ile ilgili hikâyeler anlattıkça ben de zihnime notlar alıyordum (o zamanlar sevdiğim erkek yazarların sayısını düşük tutuyordum).
Toni Morrison, Sevilen isimli kitabındaki renkler üzerine;
Paris Review röportajından:
Sevilen adlı kitabımı renklerden arındırdım ve böylece Sethe’in deliler gibi kurdeleler ve fiyonklar satın alarak çocukların sevdiği renklerle eğlendiği şekilde kendisinin de eğlendiği anlar kitapta çok az yer almış oldu. Rengin bütün meselesi, köleliğin neden bu kadar uzun sürdüğü ile ilgiliydi. Kıyafet değiştirerek, kendilerinin görmezlikten gelinmesini sağlayabilecek mahkûmlar sınıfınız varmış gibi bir şey değildi bu. Hayır, onlar tenlerinin rengi ve diğer özelliklerden ötürü damgalanmış insanlardı. Bebek Suggs renkleri hayal ediyor ve “bana bir lavanta getir” diyor. Bu bir lükstür. Çok fazla renk ve görsellere boğulmuşuz. İnsanların bu açlığı ve hazzı hissetmeleri için bu durumu geriye çekmek istedim.
Janet Malcolm, Eileen Fisher üzerine;
New Yorker makalesinden:
Kazak, kayda değer bir giysidir. Askıda – düğmesiz, çıkıntılı, küçük haliyle – hiçbir şeymiş gibi durur fakat giyildiği zaman neredeyse esrarengiz bir şekilde güzelleşir. Kazak giyen herkes onun içerisinde güzel durur.
Diane von Furstenberg, tasarım üzerine;
Otobiyografisi olan The Woman I Wanted to Be (Olmak İstediğim Kadın)’dan:
Olmak istediğim, olduğum ve hâlâ da bir parçası olduğum kadın için tasarım yapıyorum.
Jennifer Egan, modellik üzerine;
James King’in 1996 New York Times Magazine profilinden:
Moda dünyasında modeller her zaman ‘kızlardır’. Başarılı modeller ‘büyük kızlardır’. [Kate] Moss, [Naomi] Campbell ve [Linda] Evangelista gibi yıldızlar da ‘dev kızlardır’. 30 yaşında gözüken, kariyeri boyunca milyonlar kazanmış olan Evangelista için bu terim küçültücü gözükebilir; fakat burada ‘kız’ kelimesi herhangi bir yaştaki modelin oynadığı ayrıcalıklı rolü gösteriyor. Bir şovun ya da çekimin kulisinde geçen ‘kız’ kelimesi; bir kadından daha güzel ve bir kadından daha az karmaşık olan birisini ima eder.
Flavorwire By Elisabeth Donnelly
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)