Anne, yaşamak istemiyorum… Şimdi beni iyi dinle, hayat oldukça güzel ama bir türlü onu yaşamayı beceremiyorum. Bunu açıklayamıyorum bile. Bunun kulağa ne kadar aptalca geldiğini tahmin edebiliyorum… nasıl hissettiğime dair en ufak bir fikrin olsaydı… Hayatta olmak… Evet, hayatta olmak ama bir türlü yaşayamamak. Ah, bütün sorun bu. Canlı kanlı bir taş gibiyim, gerçekliğin dışına hapsolmuş… Anne, bilir misin bu duyguyu, duyumsayabilir misin? Keşke – ya da sanırım böyle olmasını dilerdim- keşke, bir şey uğruna ölüp de bir kahraman olsaydım, fakat ölememek ve hala… Hala bir duvarın arkasında saklanıyor olup insanların benim uyum sağlayamadığım yerlere kabul edilmelerini izlemek, ancak gri sisin sardığı o duvarın arkasından konuşmak, yaşamak ama bir türlü erişememek ya da daima sakim şeylere erişmek… Tümden yanlış yapmak… Yanlış olan her şeyi… İnan bana(inanabilir misin?) Ait olmak istiyorum, yanlış ülkede doğan bir Yahudi gibiyim. Bir parçası değilim, üyesi değilim… Yalnızca donakalmışım.
Anne Sexton nadiren karanlık bir dehaya tabi olan, oldukça popüler, Pulitzer ödüllü bir şairdi. Tıpkı çağdaşı Sylvia Plath gibi öz- dramatize ve öz-yıkım konusunda pekala yetenekliydi. Weston, Massachusetts’de delirmiş bir ev kadını, ışık doğru açıyla vurursa güzel, “şeytanlar tarafından ele geçirilmiş bir cadı” – kendi ifadesiyle “uğursuz göğün peşinde geceleri daha cesur” idi. Hem Sylvia hem de Sexton ibretlik öykülerin ilham kaynağı olarak son buldular. Plath 1963 yılında, Londra’da kafasını bir fırına sokarak hayata veda etmişti, bunun üzerine Sexton psikiyatrisine şöyle demişti: “Sylvia’nın ölümünden rahatsızlık duyuyorum. O bana ait olan bir şeyi çaldı, o ölüm benim hakkımdı!” Bundan tam olarak on bir yıl sonra, 1974’te kırkbeş yaşındayken kendisine bir bardak votka doldurduktan sonra garaja girip kapıyı kapatmış, eskimiş kırmızı Cougar’ının radyosunu açıp egzoz dumanıyla ölmeyi beklemişti.
Bu o ana özel bir eylem değildi oysa. Sexton’ın yetişkinlik hayatı boyunca aralıklı olmak üzere intihar teşebbüsleri olmuştu. Ya da diğer bir deyişle, doz aşımından ölüm ile uzun bir flört dönemi yaşamıştı. Çantasında haplar taşımış, alkolün içinde boğulmuştu. İlk şiirlerinden birinde “Havada asılı ölümün aroması, tıpkı çürük patatesler gibi” yazıyordu.
Çok kez akıl hastanelerine girip çıkmıştı. Doktorlar Sexton’ın ruh hallerini değiştirip öfkesini, translarını, füji durumlarını, korku verici akıl karmaşalarını, kendinden iğrenme nöbetlerini kırma yoluna giderek onun histerisini, aneroksisini, depresyonunu ve insomniyasını tedavi etmeye çalıştılar.
Anne Sexton, Ophelia’nın büyüyüp anne olmuş, banliyöde yaşayan umutsuz biçimiydi. Odadaki tüm oksijeni sömüren bir obsesifti. Şimdi se, ölümünün ardından, bir şair, kendi mitinin yaratıcısı olarak, ailesine yaşattıklarına karşın ününe ün katıyor. Hikayenin Sexton tarafından anlatılan kısımları hiç de hoş sayılmazken, kendi ailesi bu hikayenin en rahatsızlık verici ve net kabuslarında yer buluyor. Edebiyat bir, hayat sıfır.
Sexton hem bir kurban hem de bir katildi. Kurnaz, egosantrik ve deliydi. Kendi çocuklarını istismar ediyordu. Öfke nöbetleri sırasında kızı Linda’yı sıkıca kavrayıp onu boğuyor ve dövüyordu. Öyle ki yine bir öfke nöbeti esnasında küçük kızı odanın karşısına fırlatmıştı. Linda, yaşı büyüdükçe annesi tarafından cinsel istismarlara maruz kaldığını, itiraf etmişti. Şairimiz yirmi dört yıllık evlilik hayatı boyunca ise sayısız kez yasak ilişkiye girmişti. Bu ilişkilere dahil olanlardan biri ise psikiyatrisi idi. Buna benzer pek çok kirli ve dağınık anı Middlebrook’un ‘Anne Sexton: Bir Biyografi’ kitabında anlatılmaktadır.
Şairin eserleri, şairin mahvettiklerini bağışlayabilir mi?
Anne Sexton fiziken hissedilebilecek bir kederdi. Her büyük ailenin bir ya da iki sorunu vardır; fakat Anne Sexton’ın durumu farklıydı: keder ve mucize birbirine dolanmıştı Dehşet verici bir anafor onu geriye çekerken kırk beş yıl boyunca hayata katlanmayı başarabilmiş olmasının ve dibe batmadan hemen önce şiirlerini kıyıya taşıyabilmiş olmasının mucizesi.
Lance Morrow
Faithfulnes / Skin
Çeviren: Hande Karataş