“Hepimiz, sosyal dünyalarımıza, görünmez fakat çelik gibi güçlü kablolarla bağlıyız.”
Adrienne Rich, sevgi üzerine düşüncelerinde, ilişkilerin gerçeklerimizi geliştirdiğini öne sürmüştür. Fakat görünen o ki ilişkiler aynı zamanda bağışıklık sistemimizi de geliştiriyor. Öncü bağışıklık uzmanı olan Esther Sternberg, The Balance Within: The Science Connecting Health and Emotions (İç Denge: Sağlık ve Duyguları Birleştiren Bilim) adlı eserinde bunu inceliyor – kitap duygusal stresin, psikolojik yıpranma ve hastalık konusundaki hassaslığımızı nasıl etkilediğini inceleyen bir araştırmadan oluşuyor.
Sosyalleşmiş her insanın onaylayabileceği gibi; bireyler arası ilişkiler stres tecrübelerimizde önemli bir rol oynuyor – hem katkı sağlayarak hem de hafifleterek. Ayrıca bağ kurma biçimimiz de – psikolog Barbara Fredrickson buna “pozitif yankılanma” diyor – eski bağ kurma deneyimlerimiz aracılığıyla şekillenir ve bu da bizim limbik (beynimizin içgüdü ve duyu merkezi) yollarımızı geliştirir. Sternberg bu geliştirici modellerin kavramsal kökeninin izlerini sürüyor:
Beyinlerimizin bir yerinde ilişkilerimizin haritasını taşıyoruz. Annemizin kucağı, en iyi arkadaşımızın eli, sevgilimizin sarılışı – yalnızken tüm bunları yanımızda taşıyoruz. Eğer düşersek onların bizi tutacağını bilmek bize iç huzur sağlıyor. Bu bilgiden ortaya çıkan hissi tanımlamak için “beşik”, “köklü”, “bağlantılı” kelimelerini kullanıyoruz; sosyal psikologlar buna yerleştirilmiş his diyorlar. Bunun zıttı muhtemelen daha tanıdık bir terim olacaktır – ona da yalnızlık diyoruz.
Bu yüzden; bir insan, bir odada tek başına oturuyorken, diğer insanlara oldukça yalnız görünebilir; fakat bu insan zihninin içerisinde, eğer yerleşik ise, haritalanmış bir ilişkiler dünyasına sahip olacaktır – gereken zamanlarda sevgi ve destek için aranabilecek olan kişilere doğru giden bir harita. Fakat diğerleri, aramızdaki Gatsby’ler, büyük bir kalabalığın içerisinde bulunup hala çok yalnız hissedebilirler. Birçok muhteşem edebi eser aslında bu kopukluk hissine gönderme yapmıştır. Bedenlerimizin ötesindeki kuvvetli güçlerin bizleri diğer insanlara bağladığı hissimiz öyle sabitleşmiştir ki; bu soyut bağlantıları tanımlamak için “bağlayan zamanlar”, “aile bağları” ve “bağlanma” gibi ifadeler kullanıyoruz. Bu ifadelerin uyandırdığı duygular ise hormonlarımızı, sinir kimyamızı ve bağışıklık tepkilerimizi etkileyen en büyük güçler arasındadır – ve bunlar aracılığıyla da sağlığımız ve hastalık direncimiz de etkilenir.
Bu duyguları erken bir zamanda kodlarız ve onları, fiziksel deneyimler ve anıların bağlantısı olan bazı nesneleri kullanarak, sembol ve ayinler aracılığıyla devam ettiririz. Sternberg bu başlıca yapıların uzun süren yankılarını yakalıyor:
Çok küçük bir çocuk annesinin sarılışı için fiziksel bir hatırlatıcı taşıyacaktır: güven hissi veren bir eşya, favori bir oyuncak, evin ve sevginin kokusunu taşıyan bir şey… Nişan yüzüğünün ve alyansın da bir parça altın aracılığıyla sevgiliyi anımsatma gücü vardır… Hepimiz, sosyal dünyalarımıza, görünmez fakat çelik gibi güçlü kablolarla bağlıyız.
Ancak, bu yapılar her ne kadar derine yerleşmiş olsa da, ilişkiler de doğal olarak canlıdırlar – büyürler, değişirler ve sürekli olarak Leo “Dr. Aşk” Buscaglia’nın “dinamik etkileşim” süreci dediği şey haline gelirler. David Whyte’ın bitişler ve başlangıçlar üzerine yazmış olduğu sözleri akla getiren bir bölümde Sternberg ilişkilerin genellikle kaçınılmaz olan evrimini – ya da devrimini – inceliyor:
Bir ilişki, zihnimizin anılarda ve anlarda saklandıkları yerden aldığı an iplikleri üzerine kuruludur ve anılar da duygularla birlikte ortaya çıkarlar. Bu kusursuz iplikte bu şekilde birbirine eklenmiş olan anılar, daimi ve bütün gözüken bir ilişki yaratırlar. Böylece, bir çocukluk arkadaşımızı yıllarca görmemiş olsak bile oradan ipi alıp kaldığımız yerden devam edebiliriz; araya hiç zaman girmemiş gibi. Böylece ilişkiler uzun yokluklar zamanında düşünceler içerisinde devam ettirilebilir – çocuklarından uzakta olan aileler, uzak mesafe ilişkileri, seyahat eden eşler gibi. Fakat beynin bu anı zincirini oluşturma kabiliyeti, ilişkide eğer bir kişi diğerinin anılarında bulunmayan bir geçmişe doğru giderse, bazı zorluklar çıkarabilir. Yani, üniversiteye gitmek için evini yetişkinliğin eşiğinde iken terk edip, özgür bir yetişkin olarak geri dönen kişi; ailesinin zihnindeki eski kişi olarak geri dönmeyeceği için ailesinin direnişiyle karşılaşır. İki taraf için de, zincirin yeni bir seyre doğru gelişmesi bir düzeltme süreci gerektirecektir.
[…]Bazen, bu haritanın küçük bir köşesi kabarıp büyüyebilir, yankılanabilir ve aniden tüm dünyamızı yönetiyormuş gibi gözükebilir: âşık oluruz; terk ediliriz; kıskanırız; nefret ederiz. Bu tür duyguların hedefi olan insanlar zihinlerimizde devasa miktarda alanı kaplayabilirler ve yaşamlarımızın bütün köşelerini renklendirerek sosyal ve duygusal görünümümüze egemen olabilirler ve bu da onlar, devasa çabalar ya da zaman aşınması aracılığıyla, doğru yerlerine ve biçimlerine tekrar geri çekilene kadar sürer.
Sternberg bu değişken sosyal dinamiklerin, bizim doğrudan bireysel deneyimimizin ötesinde kültürümüze de nüfuz ettiğini belirtiyor:
Sosyal dünya stres tepkisini etkinleştirebilir ya da onu azaltabilir. Bu kişisel bağlantıların etkileri bir saatlik meditasyondan daha sakinleştirici olabilir. Aynı zamanda stres dolu ve bir koşu bandının üzerinde yirmi dakika boyunca son hızda koşarmış gibi uzun ömürlü olabilir. Aslında, gün içerisinde bizi bir andan diğer ana taşıyıp duran duyusal sinyallerin içerisinde duygularımızı en yoğun şekilde harekete geçirebilen sinyaller bir şekilde başka bir insana bağlıdır. Duygular gerçekten bizi harekete geçiriyorsa eğer; bunu ittikleri ya da çektikleri bu bağlar aracılığıyla yaparlar. Bütün endüstri bu tür sosyal bağların gücü üzerine kuruludur: macera romanları, filmler, kozmetik, moda, reklamcılık, popüler şarkılar. Bir şekilde tüm popüler kültürümüz bu sosyal bağlantıları kapatmak ya da iyileştirmek için uğraşırlar.
Sosyal benliğimiz, stresin nörobiyolojik deneyiminde merkezi bir rol oynadığı için, iyileşmeliyiz:
Görünen o ki sosyal anlaşmazlık, stresin diğer biçimleri tarafından uyarılmayan ek ve benzersiz bir hormonsal tepki doğurur. Bu hormonsal stres tepkisinin benzersiz biçimi, sosyal olarak stres altında olan fareleri uçuk iltihabına yatkın hale getiriyor. Bunu gerçekleştiren, salyada gizlenen hormon, sinirsel olarak büyümüş bir faktör olarak adlandırılıyor. Uçuk iltihabına, yani “uçuk hastalığına” yatkın olan insanlar bu duruma aşina olacaklardır. Tam olarak stresli olduğumuz zaman – belki de az uyku ve çok iş sebebiyle, fakat özellikle kişisel ya da iş ile ilgili durumlarla gelen uzun endişeler sebebiyle –devamlı olarak uçuk sahibi oluruz.
Aydınlatıcı bir eser olan The Balance Within (İç Denge) adlı eserin geri kalanında Sternberg bu duygusal mekanizmanın nörobiyolojik temellerini, hastalığa karşı psikolojik yatkınlığımızda bulunan psikolojik biçimlerin rollerini ve stres tepkimizi nasıl düzenleyebileceğimizi incelemeye devam ediyor.
Brain Pickings by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)