Bir erkek, otuzuncu yaşına girdiğinde, başkaları onu genç diye nitelendirmekten vazgeçmezler. Ama o, kendinde herhangi bir değişiklik bulmamasına karşın tereddüte düşer; sanki artık kendini genç göstermeye hakkı yoktur. Ve bir sabah, sonradan unutacağı bir gün, uyanır, yerinden doğrulamadan ansızın öylece yatıp kalır, sert ışık demetleri altında bütün silahlarını ve yeni gün için gerekli bütün cesareti yitirmiş olarak. Kendini korumak için gözlerini kapattığında, gerisin geriye bakar ve yaşanmış her anla birlikte bir baygınlığa doğru sürüklenir. Batar, batar, çığlık bir türlü yükselmez (o çığlık da alınmıştır artık elinden, her şey alınmıştır!) ve bir dipsizliğe doğru yuvarlanıp gider, ta ki bütün duyularını yitirene, o güne kadar olduğunu sandığı her şey çözülene, silinene ve yıkılana kadar…
Ahmet Cemal, Ingeborg Bachmann’dan çevirdiği bu bölümü kurşun kalemiyle yazıp 1989’un Mart’ında armağan etmişti bana. Tabii ben o gün otuz yaşına basmıyordum ama Ingeborg Bachmann da erkek değildi ona bakarsanız. Aslolan sözü edilen duyguyu kavramaktı. Nitekim ‘otuz yaşın kötü başladığını’ anlattığım eski bir öyküde (Yürekte Bukağı / 1978) F.S. Fitzgerald’ın şu saptamasına yer vermiştim:
Yaşam, bir çatlayıp dağılma işlemidir zaten, gelgelelim oyunun en çarpıcı bölümünü oluşturan vuruşlar —dıştan gelen ya da dıştan geldiği sanılan büyük, beklenmedik vuruklar— anımsadıklarınız, özürlerinizi yükledikleriniz, zayıf anlarınızda dostlarınıza açtıklarınız etkilerini hemen göstermezler öyle. İçten gelme bir başka tür vuruk vardır ki ancak onunla baş edemeyeceğiniz kadar geciktiğinizde duyarsınız varlığını, bir bakıma artık eskisi kadar sağlıklı biri asla olamayacağınızı sezdiğiniz bir gün. Birinci tür çözülüşün çabuk olup bittiği sanılır oysa ikinci, neredeyse biz bilincine varmadan olup bitmiştir de ansızın fark ediliverir.
O öyküde, Ingeborg Bachmann’ın aynı yapıtından bir başka alıntının yer alması rastlantıyla açıklanabilir mi? Sanmıyorum. Çünkü iki yazar da nicedir kanıksandığı sanılan dıştan—gelme vurukların birikip birikip bir içsel çözülmeyle patlayacağı beklenmedik bir an’ın niteliğini tartışıyorlar, benim gibi. Sonradan unutulacak ama eninde sonunda anımsanacak kaçınılmaz bir gün söz konusu. Bu patlama, biraz da kanıksanmış —vuruklar— deposunun kabarmasıyla bağlantılı olduğundan bir deneyim ve yaş dağarcığı gerektirebilir. Ama o ânın ne zaman gelip çatacağını kestirmek güç: Otuzuncu yaşta mı, kırkta mı, elli de mi? İnsanların nirengi noktası diye belledikleri bu yaşlar, bu büyülü sayılar, pekâlâ kişiye göre değişebilir; yazarın okurla paylaştığı ortak bilinçaltına seslenmesini kolaylaştırabilir. (Zaten benim amacım da buydu.) Oysa önemli olan, ‘bitirilen’, ‘basılan’ ya da ‘gün alınan’ yaş değil ilk vurukların sindirilmesiyle ilk çözülüşün başlangıcı arasındaki sürenin yoğunluğu, o süreye sığdırılan deneyimlerdir.
Çoğu çocuk gibi ben de on yaşımdayken falan, insanların kırk yaşında ihtiyarladıklarına, pekâlâ ölebileceklerine inanırdım. Yıllar geçince, bu ölümcül tarihi ellilere erteledim. Gençliğin delibozuk kıvılcımlarının orta yaşın usul harına dönüşmesi bir yoksunluk değil, tam tersine bir zenginlik getiriyordu; zamanla onu fark ettim. Orta yaş, cırtlak renkleri bastırmada, dingin ara tonları parlatmada ustaydı doğrusu. Uzun süre kalmaya değer bir molaya benziyordu. Ben de kısa bir süre o yaşta oyalanmaya karar verdim. Bachmann ve Fitzgerald’la yollarımızın ayrıldığı bir dönemeç bu. Ne de olsa özel günleri kutlamanın bir sevinç zorlaması getirdiğini yine on yaşımda falan fark etmiştim, ola ki Hıristiyan bir aileden gelmediğim için. Ne yılbaşılar umurumdaydı, ne de karabasana dönen toplu şenliklerle bayramlar. Belki de o yüzden özel günlerde alman kararların kısa bir süre sonra işlemeyeceğini de çok küçükken kavradım. Sağolsun, inişli—çıkışlı yapımın da katkısı oldu; baştan beri her sıradan dıştan—gelme vuruğu abarttığım, her çözülme ânını çarçabuk atlattığım apaçık ortadayken kendime özel bir çözülme ânı yakıştırmam güçtü, yalancılığın daniskasıydı. Üstelik ‘eskisi kadar sağlıklı’ olduğum bir günü özleyemezdim, o gün hiçbir zaman olmamıştı ki kastedilen sağlık düşüncesini bir yerinden yakalayabileyim!
Çok sevdiğim iki yazarla yollarımız bu dönemeçte ayrılıyor, ama tuhaftır, Lucretius’la birleşiyor. Rahmetli, “Ne kadar uzun yaşarsan yaşa, sonsuzluğu kısaltamazsın. Hep aynı kalır ölümden sonraki süre,” gibi bir laf etmemiş miydi? Ben de orta yaşta bir mola vermekten yanayım. Her an’ını değerlendirmek kaydıyla ama kısa.
s.7—9
Tomris Uyar
Yüzleşmeler
Bir Uyumsuzun Notları (1995—1999)
Can Yayınları