GEÇMİŞ, HER ZAMAN tartışmalıdır. Geçmişe gönderme yapma yetkisini bellek ve tarih aralarında paylaşamazlar. Çünkü tarih anılara her zaman güvenemez, bellekse hatırlama haklarını (yaşam, adalet, öznellik hakları) merkeze almayan bir yeniden inşadan kuşku duyar. Geçmiş üzerine bu iki bakış açısı arasında kolay bir anlaşma sağlanabileceğini düşünmek iyimser bir istek, hatta bir klişedir.
Geçmiş, kamusal ya da özel kararların ötesinde, adalet ve sorumlulukların ötesinde, kolay kolay baş edilemez bir şey içerir. Bu şey, her neyse, psikoloji, entelektüel ya da ahlaki patoloji tarafından bastırılabilir yalnızca, ama hep oradadır, uzak ve yakındır; en beklenmedik anlarda boy gösteren bir anı, hatırlanamayan ya da hatırlamak istenmeyen bir olayı sarmalayan sinsi bir bulut gibi bugünün peşini bırakmaz. Karar vererek ya da aklımızı kullanarak geçmişten vazgeçemeyiz; sadece iradeyle geçmişi hatırlamak da mümkün değildir. Geçmişin geri dönüşü her zaman kurtarıcı bir hatırlama anı değildir, bugünün baş göstermesi, bugünün yakalanmasıdır.
İnsanın kendi kendine hatırlamama kararı vermesi, bir kokuyu duymama kararı vermesine benzer. Anılar tıpkı kokular gibi istenmese de aniden hücum eder. Nereden geldikleri bilinmeden uzaklaştırılmaları mümkün değildir; tam tersine insanı peşlerine düşürüp daha çok hatırlamaya zorlarlar, çünkü ilk andaki izlenim hiçbir zaman tam değildir. Anılar ısrarcıdır, çünkü bir noktada egemendirler ve (her anlamda) kontrol dışıdırlar. Başka bir deyişle, geçmiş kendiliğinden bugün olur. Anı bugüne muhtaçtır, çünkü Deleuze’ün Bergson’a dayanarak söylediği gibi, anının kendine özgü zamanı şimdiki zamandır: Demek ki hatırlamak için tek uygun zaman, yani anıların sahip çıktığı, anılara özgü zaman şimdiki zamandır.
Geçmişten söz edilmeyebilir. Bir aile, bir devlet, bir hükümet bu konuda yasak uygulayabilir, ancak anıları taşıyan özneler topyekûn yok edilmedikçe (ki bu korkunç sonu Nazilerin Yahudi kıyımı bile gerçekleştiremedi) anılar sadece belli ölçülerde ve biçimsel olarak yok edilebilir. Öznel koşullarda ve “normal” politikalar uygulandığında geçmiş her zaman bugüne geri döner. Bir zamanın (o zaman) başka bir zamanı (bugün) inatla istilası Nietzsche’yi rahatsız etmiş, bugünün itkilerini bastıran “anıtsal tarih”e ve tarihselciliğe karşı savaş açıp bu istilayı lanetlemiştir.
Oysa “bugün yüreğine baskı yapan yükten nasıl olursa olsun kurtulmaya ihtiyacı olan kişiye” uygun düşecek tarih, tam tersine, “yargılayan ve mahkum eden”, “eleştirel tarih”tir.1 Nietzsche’nin ortaya attığı bu iddia (ki Walter Benjamin de Nietzsche’nin bu iddiasına kulak vermişti) simgesel iktidara dönüşen, düşüncenin belli bir yöne çekilmesine yol açan tarih anlayışına karşıydı. Anıtsal tarih, yaşamı üreten “tarihdışı” itkiyi, bugünün geçmişle değil gelecekle ilişki kurmasını sağlayan gücü, boğuyordu. Nietzsche’nin kendi dönemindeki hasımlarına karşı geliştirdiği tarihselcilik eleştirisi dikkat çekmek istediği mesele açısından bugün de geçerliliğini koruyor.
Son yirmi-otuz yıldır, içinde bulunulan “an”ın karşısında geçmişin egemenliği zayıflıyor gibiydi (postmodernitenin her şeyi “silip süpürdüğünden” dem vuran klişeleşmiş söylemler geçmişin feshedilişini ya kutsuyorlar ya da yasını tutuyorlar), buna karşılık aynı dönem bir yandan da müzeleştirme, heritage, gösteri olarak geçmiş, Potemkin köyleri ve tarihi “tema parkı” yılları oldu. Raphael Samuel buna “korumacı çılgınlık”2 diyor: Tarihi romanların, 19. yüzyıldan Troya’ya uzanan çoksatar romanlarla filmlerin, çoğu zaman costumbrismo’dan, töre romanlarından ayırt edilemeyen özel hayat hikayelerinin, kısacası Nietzsche’nin öfkeyle antikacılar tarihi diye adlandırdığı şeylerin şaşkınlık veren yeniden doğuşu. Charles Maier ise şöyle diyor: “Batı toplumları kendi kendilerini arkeoloji nesnesi yaptıkları bir dönem yaşıyorlar.”3
Bu yeni-tarihselcilik ne tarihçileri ne de ideologları tatmin ediyor, tıpkı Victoria dönemi doğa tarihinin Darwin’in evrim teorisini savunanları tatmin etmediği gibi. Yine de, bütün bunlar tarih üzerine çalışmaların geç kapitalizmin simgesel pazarına etkin bir şekilde katıldığını gösteriyor, tıpkı tarihin 19. yüzyıl sonunda eğitim kurumlarında ayrıcalıklı bir yer bulmuş olması gibi. Her zaman aynı yönde olmasa da, akademik tarihin ve popüler tarihin konuları değişti. Bir yandan, toplumsal ve kültürel tarih, özne kavramını ve olayların önem sırasını değiştirerek çalışmalarını modern toplumların marjinal kesimlerine kaydırdı ve ayrıntının ve somutun poetikasına eklemlenen gündeliğin özelliklerini öne çıkartmaya başladı. Öte yandan, pazara yönelik bir tarih çizgisi artık sadece tarihçilerin gizlediği ya da dikkate almadığı kalıramanlık öyküleri anlatmakla kalmıyor, aktörlere yakın bir bakış açısı benimsiyor ve böylece yaşamları yeniden inşa edecek bir hakikati açığa çıkardığına inanıyor.
Kullanılan kaynaklar değişmemiş olsa bu perspektif değişiklikleri gerçekleşemezdi: Sözlü tarihin akademik tarihçilerin nezdinde artık önemli bir yeri var, son yirmi-otuz yıldır sözlü tanıklıklar meşru (hatta zaman zaman “belirleyici”) kaynaklar olarak görülüyor. Öte yandan yakın dönem geçmiş zaman öyküleri neredeyse tümüyle belleğin işleyişine dayanıyor, disiplinlerdışı bir ivme kazanarak kamusal iletişim alanına, siyasete yayılıyor, hatta bazı durumlarda devletten destek alıyor.
Geçmiş Manzaraları
“Geçmiş manzaraları” (Benveniste’nin ifadesine göre) birer inşadır. Geçmişte yaşanan zaman yok edilemediği, insanı kâh esir alan kâh azat eden acımasız bir takipçi olduğu için, geçmişin şimdiki zamana yaptığı akınlar ancak anlatı yöntemleri -ve bu yöntemler sayesinde anlamlı ve yorumlanabilir bir sürekliliği görünür kılan bir ideoloji aracılığıyla örgütlendiği ölçüde anlaşılabilir. Geçmişten, bugünü askıya almadan ve çoğu kez geleceği de ima ederek söz edilir. Geçmiş hatırlanır, anlatılır; ya da hikayeler, kişiler, onların isteyerek ya da istemeyerek, aleni ya da gizli, belli amaçlarla ya da bilinçsizce gerçekleştirdikleri eylemler aracılığıyla gönderme yapılır geçmişe; kişiler kendilerini denetimlerinin dışında kalan etmenlerden az çok bağımsız kılacak gruplar kurarlar. Söylemin böyle şekillenmesi belli bir toplum ve bunun sonucu olarak da belli bir doğa kavrayışı ima eder. “Geçmiş manzaraları”na belli bir ton katılmış olur böylece.
Yaygın dolaşıma giren popüler tarih anlatıları söz konusu olduğunda, kapalı bir yorumsama çevresi içinde, olayların yeniden inşasıyla anlamlarının yorumu birleştirilerek evrensel görüşlere dönüşmeleri sağlanır. 19. yüzyılın ünlü tarihçilerinin heves ettikleri bu sentezlerin bugün kimi zaman imkansız, kimi zaman değersiz, genelde ise kavramsal olarak yanlış olduğu görüşü ağır basıyor. Evet, kırk yıl önce Hans-Robert Jauss’un da işaret ettiği gibi, artık kimse 19. yüzyıl filologları ve tarihçilerinin planladığı gibi genel bir edebiyat tarihi yazmayı düşünmüyor. Uzman olmayanların oluşturduğu okur kitlesine yönelik akademik olmayan anlatılar her zaman bir sentez öngörüyor.
Bir bilim dalı olarak tarihin yöntemini oluşturan kurallar (ki bunlar akademik iktidar kavgalarını da kapsar) geçmişi yeniden inşa kiplerini denetler, ya da en azından, ortaya konacak üretimin kabul edilir olmasını güvence altına alan epistemolojik bir ideal olarak görülürler. Yeniden inşa kipleri açıkça tartışılıyor olsa da, buradan yola çıkarak kamuoyunda çok ilgi çekecek bir tarih yazılacağı sonucuna varamayız. Böyle olması daha çok yazımına ve seçilen konuların sadece uzmanların dikkatini çeken konular olmamasına bağlıdır. Bunun yanı sıra, akademik tarihçinin dar kafalı bir bakışla yöntemin kurallarına sıkı sıkıya uyulması gerektiğini kanıtlamaya kalkışmak yerine, bu kuralların tam da daha iyi bir tarihyazımı sağladıkları için önemli olduklarını gösterebilmesi gerekir.
Buna karşılık, popüler tarih geçmişin bugüne saldırısını işlevselleştiren stratejilere duyarlıdır ve bunu gözler önüne sermenin tamamen meşru olduğuna inanır. Güncel kamusal alanda yanıt bulamazsa başarısız olmuş ve hiçbir önemi kalmamış demektir. Akademi dışında kalan çalışmalar (bu çalışmaları yapan kişiler akademik eğitim almış tarihçiler de olsa) bugünün sağduyusunu dikkate alır, kamunun inançlarına kulak verir ve kendini onlara göre yönlendirir. Bu, böyle çalışmaları basitleştirmez, sahteleştirmez, sadece çağdaş toplumsal imgelemle bağ kurmalarını sağlar. Toplumsal imgelemin baskıları bir sınırlama olarak değil bir avantaj olarak benimsenip kabul edilir.
Kamu üzerinde etkin olan bu popüler tarih de aynı açıklayıcı formüle başvurur; kökeni ve nedenselliği açıkladığı varsayılan erekselci bir ilke, somut olarak her bir parça için uygun olup olmadığına bakılmaksızın, geçmişin bütün parçalarına uygulanır. Akademik tarihin birçok ilke tarafından belirlendiğini düşündüğü olayların, tek bir basit düzenleyici ilke tarafından belirlendiği varsayılır. Hipotezler alanının böyle daraltılması kamuoyunun ilgisini sürekli kılar ve ileri sürülen savlara ve anlatılara akademik tarihte görülmeyen bir netlik getirir. Anlatıya başvurmakla kalmaz, (akademik tarihte sıkça ve kasıtlı olarak anlatının terk edilişinin tersine) onsuz yapması mümkün değildir; ancak anlatının düğüm noktaları ve çözülmeleri üzerine kurulu bir “zaman çizgisi” oluşturarak süreksizliğin bütünlüklü görünmesini sağlar.
Popüler tarihin büyük açıklayıcı şemaları, üzerine bir anlam hattı dayattığı geçmişin malzemesinden görece bağımsız olarak işler. Bu şemaların düzenleyici gücü denk düştüğü “sağduyu”dan beslenir. Okullarda öğretilen “ulusal tarih” de bu modeli uygular: Bu modele göre tarih anıtsal kahramanlar, dışlanmışlar ve lanetliler grubu ile günümüze dek uzanan birleştirici bir gelişim hattından oluşur. Kimi ülkelerde eğitim kurumlarının meşruiyetinin zayıflaması, kimilerindeyse işin içine yeni özneler ve perspektiflerin girmesi, geleneksel tarzdaki “ulusal tarihleri” etkilemiştir.
Akademik olmayan tarihyazımı çeşitleri geçmişin hücumuyla yüzleşirken mesleki pratikler ve yöntemlerden daha az etkilenirler ve güncel entelektüel, duygusal, etik ya da politik gereksinimlere göre şekillenirler. Arjantin’de (ve öteki Latin Amerika ülkelerinde) 1960’lar ve 1970’ler üzerine yazılanlar, özellikle de tanıklıklara dayanan tarihyazımı, bu türdendir. Bu anlatılar kamusal çevrelerde kabul görür, çünkü görünüşte geçmişle ilgili sorulara tümüyle yanıt verirler. Olayları anlamlandırdıkları için teselli sunarlar ya da eylemi desteklerler. İlkelerinin basit oluşu toplumsalı kavramayı kolaylaştırır ve okurların sağduyusuna ters düşecek çelişkiler içermez, tersine sağduyuyla beslenir ve onu besler. Saygın akademik tarihten farklı olarak bir varsayımlar sistemi değil, kesinlikler ortaya koyarlar.
Bu tür tarihyazımı, güçlü ve kapsayıcı açıklayıcı ilkelerin yokluğunda, geçmişin neden olduğu huzursuz edici güvensizliklere yanıt verir. Kuşkusuz tarihyazımının ticari biçimleri (çünkü medyanın egemen olduğu toplumlarda yayılma böyle gerçekleşir) çalışmalarını sadece yöntemin rutin işleyişine dayandıran profesyoneller arasında güvensizlik, eleştiri, hatta hınçlı çekememezlikler doğurabiliyor. İçinde yaşadığımız toplumların simgesel boyutu piyasa tarafından örgütlendiği için, ölçütler başarı ve tüketicilerin sağduyusuyla çakışmaktır. Bu yarışta kaybeden kullandığı yöntem nedeniyle akademik tarihtir; ama sadece bu yüzden değil, aynı zamanda kendi biçimsel ve kurumsal kısıtlamaları nedeniyle de mağluptur. Bu kısıtlamalar nedeniyle akademik tarihçi alanının dışında meşruiyet aramaktan ziyade, ki böyle bir eğilim meslektaşları arasında güvensizlik doğurabilir, disiplin içi kurallara kafa yormaya yönelir. Popüler tarihyazımının meşruiyeti ise piyasada elde ettiği başarıya bağlıdır.
Özneye Dönüş
Son yirmi-otuz yılda etnografyadan esinlenen birçok tarihçi ve toplumbilimci dikkatlerini büyücülük, delilik, şenlikler, popüler edebiyat, köylülük, gündelik stratejiler üzerinde yoğunlaştırarak sıradışı ayrıntıların, normalleşmeye karşı gelen o şeyin, bir anormallikle kendini gösteren öznelliklerin (deli, katil, hayalperest, cinli, büyücü) peşine düştüler; çünkü bu örnekler maddi ya da simgesel iktidarın dayattıklarının çürütülmesi anlamına geliyordu. Bu arada sadece çizilen toplumsal yol haritasını izlemekle yetinmeyip tartışmalara, ihlallere, değişimlere öncülük ettikleri anlaşılınca “normal” öznelere ilgi de arttı. Michel de Certeau, öncü ve yaratıcı toplumsal etnografya makalesinde4 bir fabrikadaki işçilerin nasıl en ufak politik ve ideolojik değil de kültürel yenilik olanaklarını çıkarları doğrultusunda kullanarak stratejiler geliştirdiklerinden söz ediyor: patronun gereçlerini evlerinde kullanmak ya da ürettiklerinin küçük bir bölümünü gizlice götürmek gibi… Bu gündelik başkaldırılar, Certeau’nun deyişiyle “güçsüzün kurnazlıkları”, gözlerini sadece önemli toplum hareketlerine, hatta genellikle sırf bu hareketlerin yöneticilerine diken okuryazarların dikkatinden kaçmıştır. Böylece tüm uygulamaların kültürel detaylarında kimliğin nasıl olumlanmaya başladığını da fark edememişlerdir. Beklenecek bir şeydir bu; madunların yaratıcılığıyla ilgilenmeyen bir “geçmiş manzarası” çizen bakış açısı, yönteminin kısırdöngüsü içinde gözlem yapma imkanı da bulamayacaktır çünkü.
Michel de Certeau’nun varsayımları, “yeni özne” tarihinin ideolojisiyle öylesine kaynaşmıştır ki bu ideolojiyi keşfeden kuramcılardan biri olduğundan çok az söz edilir (de Certeau’ya bugün Fransız tarihçiliği ya da Britanya materyalizminden çok Homi Bhabha’nın çevresi atıfta bulunur). Yeni geçmişin yeni özneleri kimler denecek olursa: ihtiyaçtan erdem doğuran, yaşam koşullarım fazla göze batmadan kurnazca değiştiren, farklı Marksist ekollerden esinlenen ideoloji, hegemonya ve maddi koşul kuramlarında varsayılandan çok daha bağımsız davranan şu “kaçak avcılar”. Bu öznelerin alanında başkaldırı ve kimliği koruma ilkeleri baş gösterir; “kimlik politikaları”nın kendi kendini kurdukları için değer verdikleri iki özellik yani.
Akademik çevrelerde genellikle ortaklaşa ve monografi biçiminde üretilen “gündelik hayat hikayeleri”, özellikle konularının “romansı” niteliği nedeniyle zaman zaman daha geniş okur kitlelerine ulaşır. Geçmiş, bir gelenekler tablosu olarak geri gelir; bu tabloda değer verilen şeyler ayrıntılar, özgünlükler, kural dışı ve bugün rastlanmayan ilgi çekici şeylerdir. Konu gündelik hayat olunca kadınlar (ki özel ve kamusalın bu boyutunda uzmandırlar) tabloda önemli bir yer tutarlar. Geçmişin öteki tür anlatımında pek önemsenmemiş olan bu marjinal özneler kullanılacak yöntemlerde yenilikler gerektirir ve sistematik olarak “anı söylemleri”ne -günlükler, mektuplar, fıkralar, menkıbelere- kulak verme eğilimi doğar.
Geçmiş ve geçmişteki kişilerin ideolojik ve kavramsal yeniden düzenlemesi, kültür sosyolojisi ve bugünle ilgili kültürel çalışmaların gerçekleştirdikleri tematik ve yöntemsel yeniliklerle örtüşür.
Richard Hoggart’ın öncü kitabı The Uses of Literacy’de (Okuryazarlığın Kullanımları) aktardığı aile yaşamı, işçi sınıfının ev düzeni, tatilleri, yoksulluk durumunda harcamaların idaresi, aile içi eğlenceleri, gelecekte sadece kültürel araştırmalara değil geçmişin yeniden inşasına da temas edecek araştırmalar için bir program taslağı sunuyor. Hoggart bu programı 1957’de, büyük bir kuramsal yenilik işareti olarak lanse edilmezden önce tamamlamıştı. Hoggart’ın çalışmalarında, çocukluk ve gençlik anıları ile deneyimlerini, bu kişisel boyutu kuramsal bir temele dayandırmak zorunluğu hissetmeden kullanması 20. yüzyılın ellili yıllarında sosyal bilimciler arasında kuşkuyla karşılanabilirdi. Kitabın Fransızca baskısının önsözünde Jean-Claude Passeron okurları uyarıyordu: Karşılarında henüz tam olarak meşruiyet kazanmamış bir konuyu yenilikçi bir yaklaşımla ele alan bir metin bulacaklardı. 1970’te Passeron kendini hâlâ şunu yazmak zorunda hissediyordu: “Otobiyografik bir deneyimin kendi başına yöntemli bir gözlem protokolü oluşturmayacağı bir gerçek… Ancak Hoggart’ın yapıtı, betimlemelerin canlılığı kimi zaman altta yatan düzenlemeyi gizlese de, etnografık envanter bölümlemesine ve başvurulan işlemsel kavramlara uygun bir gözlem düzenine göre yazılmıştır.”5 Kısacası Passeron Hoggart’ı yeniden disiplinin sınırları içine sokmaya çalışıyordu, çünkü geçmişte, 70’li yıllarda, birinci tekil şahıs ve öznel deneyimlere başvurmanın öne sürülen bilgileri zayıflattığı düşünülebilirdi.
Geçmişi içsel mantığı açısından anlama fıkri (tarihyazımını harekete geçiren ütopyadır bu) iki sorunla karşılaşır. Birincisi, geçmişi anlamak uğruna yeniden inşa edilmek istenenin karmaşık yapısını basite indirgemek pekâlâ mümkündür. İkincisi, geçmişe bir öznenin perspektifinden bakıldığında ve öznelliğe belli bir yer tanındığında 19. yüzyıl ortalarından beri edebiyatta denenen birinci tekil şahıs anlatısı ve dolaylı serbest söylemin yol açtığı olanaklar doğar: anlatılanın öznelleştirilme biçimleri. Bu yenilikler bir bütün olarak ele alındığında, güncel simgesel metalar pazarında ve akademyada görülen eğilimlerin, yani hayatın ve gerçeğin dokusunu deneyimin hatırlanmasına yerleştirerek yeniden inşa etme, birinci tekil şahısın bakış açısının yeniden değer kazanması, öznel boyutun önem kazanması eğilimlerinin, geçmiş araştırmalarından şimdiki zamana dair kültürel araştırmalara kadar yaygınlaşması, şaşırtıcı olmaktan çıkar. Destekleyici ideolojik koşullar oluştuğu için alenilik kazanan bir_programın adımlarıdır bunlar. Yetmişli ve seksenli yıllarda “dile dönüş” diye adlandırılan akımla eşzamanlı olarak ya da onu gölgesiymiş gibi izleyerek, öznele/ özneye dönüş etkinlik kazanmıştır.
Geçmiş toplumların ve içindeki kişilerin, öznellik hakkı ve gerçeğine odaklanan bu yeni ideolojik ve kavramsal düzenlemesi, altmışlı ve yetmişli yıllarla ilgili yeniden inşa girişiminin belkemiğini oluşturmuştur. Benzer bir yenileme kültür sosyolojisi ve kültürel incelemeler için de gerçekleşmiş, bu alanlarda altmışlı yıllarda yapının tuttuğu yeri öznelerin kimliği almaya başlamıştır.6 Yıllarca sadece “ideoloji” ya da “yanlış bilinç”, yani öznenin zorunlu olarak bihaber kaldığı o karanlık itki ya da hükümler deposunu gizleyen söylem olarak görülen öznenin aklı yeniden değer kazanmıştır. Sonuç olarak sözlü tarih ve tanıklıklar, anıları korumak ya da zedelenen bir kimliği tamir etmek için (özel, kamusal, duygusal, politik) hayatını anlatan birinci tekil şahısa güvenini geri kazandırmıştır.
Hatırlamak ve Anlamak
Bu kitap geçmişle ve son onyılların belleğiyle ilgili. Burada dile getirilen itiraz tanıklıkların yasal ve etik kullanımına değil, çeşitli kamusal kullanımlarına yönelik. Kitabın bundan sonraki bölümlerinde tanıklıkların bir Hakikat ikonuna ya da geçmişin yeniden inşasında en önemli kaynağa dönüştürülmesi inceleniyor; ayrıcalıklı bir anlatım biçimi olarak birinci tekil şahıs tanıklığı, bu tanıklığın olmadığı ya da yerinden edildiği durumlarla karşılaştırılıyor. Sesin ve bedenin dolaysızlığına duyulan güven tanıklıklara yardımcı olur. Amacım bu güvenin nedenlerini incelemek.
Askeri diktatörlük döneminde kimi sorunlar üzerinde derinlemesine kafa yorulamıyordu; ya çekinerek ele alınıyordu ya da siyasi koşulların değişmesi beklenerek bir kenara bırakılıyordu. Toplum açıkça dostlar ve düşmanlar olarak ikiye ayrılıyordu ve diktatörlük ortamında bu aynının kesin olduğunu bilmek önemliydi. örneğin, militanlar katledilirken silahlı mücadeleyi eleştirmek kişiye trajik bir paradoks gibi geliyordu. Her halükarda, diktatörlük yıllarında, Arjantin’de olsun sürgünde olsun bu konu üzerinde çokça düşünülüyordu, ama manevi şantajlar olmaksızın açık açık tartışabilmek ancak ve yine sayısız zorluklarla demokrasiye geçiş döneminde başlayabildi. Aradan yirmi yıl geçti, bu yüzden sonuçları ne olursa olsun olaylar üzerinde düşünmeyi reddetmek saçmalık. Entelektüel özgürlük ortamı en iyi niyetler karşısında bile kendini savunur.
Askeri diktatörlük sonrası Arjantin’de ve diğer birçok Latin Amerika ülkesinde, hatırlamak bir görev olmuştu. Tanıklıklar devlet terörünün mahkum edilmesine olanak verdi; “Bir Daha Asla” dediğimiz zaman neyin bir daha olmamasını istediğimizi biliyoruz. Hukuki bir araç olarak ve geçmişi yeniden inşa edebilmek için, diğer kaynaklar sorumlularca yok edildiği zaman, anı tutanakları, kimi zaman devlet desteğiyle, her zaman da toplumsal örgütlerin desteğiyle demokrasiye geçişte merkezi bir rol oynadı. Tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı hiçbir mahkumiyet gerçekleşemezdi.
Görüldüğü gibi bellek alanı devlet suçlarını unutmamakta ısrar edenlerle tarihimizin korkunç bir sayfasını kapatıp yeni bir döneme geçmeyi savunanlar arasında bir anlaşmazlık alanıdır. Ama aynı zamanda devlet terörizminin esas olarak hukuksal açıdan açık tutulması gereken bir sayfa olduğunu savunanlarımız ile askeri diktatörlük sırasında olanların okullarda öğretilip yayılması, tartışılması gerektiğini savunanlar arasında da bir anlaşmazlık alanıdır. “Bir Daha Asla”nın geçmişi geride bırakan bir slogan olmayıp olayların tekrarlamaması için hatırda tutulması gerektiğini savunanlarımız için de bir anlaşmazlık ortamıdır. Bundan sonra ileri süreceğim tezlerin doğru okunabilmesi için bu nokta açıklığa kavuşsun isterim.
Güçlü bir öznellik dönemi yaşıyoruz, bu anlamda tanıklıklara tanınan ayrıcalık “kişisel”in sadece mahremiyetin değil kamusal tezahürün de alanı olarak görünürlük kazanmasıyla destekleniyor. Bu sadece mağdurlar için geçerli değil, aynı zamanda ve özellikle simgesel hegemonyaya sahip görsel medya alaninda da geçerli. Otuz kırk yıl öncesinde “ben” şüphe uyandırıyorduysa, bugün ona ayrıcalık tanınıyor. Bu ayrıcalıkları araştırmak ilginç olacaktır. Söz konusu olan da bu zaten, yoksa birinci tekil şahıs tanıklığın hukuksal bir araç olarak, tarihyazımı türü olarak ya da tarihin kaynağı olarak geçerliliğini sorgulamak değil. Bu tanıklıklar pek çok durumda elimizdeki tek kaynak, bununla birlikte her türden kanıt gibi onlara da eleştirel yaklaşılması gereğinin nasıl çözüleceği henüz bilinmiyor.
Tartışmam, birinci tekil şahıs tanıklığıyla ve elimizdeki tek kaynak bu tanıklık olduğunda (başka kaynaklar olmadığı ya da tanıklığın öteki kaynaklardan daha güvenilir olduğu durumda) ortaya nasıl geçmiş biçimleri çıktığıyla ilgili. Önemli olan sadece söylemin biçimi değil, nasıl üretildiği ve onu inanılır kılan sosyal ve politik koşullar. Birçok kez dile getirildi: Anılar döneminde yaşıyoruz ve “belleği yitirme” korkusu ya da tehdidi hatırlanması gereken bir şeyin gerçekten akıllardan silinmesinden çok, özellikle şiddet, savaş ya da diktatörlükler yaşanan ülkelerde, “kültürel konuların” politikayla karışmasından kaynaklanıyor.
Geçmiş sorunu birçok açıdan ele alınabilir, tümüyle hatırlama ile tümüyle unutmanın karşılaştırılması tek yol değildir. Bana kalırsa eleştirel bir bakışla daha ileri gitmek gerekir. Bugünün hatırlama süreçleri araştırılırken istenmeyen unutmalar gerçekleşebilir yolundaki tehditler doğru değildir ve dikkate alınmamalıdır.
Susan Sontag şöyle diyor: “Belki de hatırlamaya çok fazla değer verilirken düşünmeye yeteri kadar değer verilmiyor.” Bu cümle gereğinden fazla hatırlamanın (Sırplara, İrlandalılara atıfta bulunarak) yeniden savaşa götürebileceğine dikkat çekiyor. Elinizdeki kitap bu tür savaşçı ulusal anılan araştırmıyor; başka bir yönde ilerliyor, geçmiş üzerine kimi söylemlerin dokunulmazlığını inceliyor. Sontag’ın dediğinden yola çıkıyor: Anlamak hatırlamaktan daha önemlidir, her ne kadar anlamak için mutlaka hatırlamak: gerekse de.
1. Friedrich Nietzsche, Sobre la utilidad y los perjuicios de la historia para la vida, Madrid: Edaf, s. 56-58
2. Raphael Samuel, Theatres of Memory: Volume 1: Past and Present Contemporary Culture, Londra: Verso, 1996, s. 139. Akademik ortamın dışında kalan popüler tarihin odak noktasını değiştiren ilk kitabı Samuel yazmıştır.
3. The Unmasterable Past; History, Holocaust, and German National Identity, Cambridge (Mass.) ve Londra: Harvard University Press, 1988, s.123.
4. “Faire la perruque”, Art de faire, Paris: Gallimard, 1980; Türkçesi: Gündelik Hayatın Keşfi 1, Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları, çev. Lale Arslan Özcan, Ankara: Dost Kitabevi, 2009.
5. Jean-Claude Passeron’un sunuşu: Richard Hoggard, La Culture du pauvre, Paris: Minuit, “Le sens common” dizisi, 1970. Bilindiği gibi bu diziyi Pierre Bourdieu yönetiyordu, bu da önemli bir bilgi.
6. Kültürel incelemeler ve göstergebilim alanlarında bu sorunsal üzerine (zengin bir bibliyografyanın yanı sıra) ayrıntılı bilgi için bkz. Leonor Arfuch, El espacio biografico; dilemas de la sub jetividad contemporanea, Buenos Aires: FCE, 2002.
Beatriz Sarlo
Geçmiş Zaman: Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma
Çevirenler: Peral Beyaz Charum, Deniz Ekinci
Metis Yayınları, 2007