Böylesi bir duyguyu şimdiye dek hiç algılamamıştım. Ne benim, ne de çevremin yaradılışıyla bağdaşmazdı. Ama gökyüzüne açık bir hücreyi anımsatan bu balkonda otururken, Storkwinkel’de çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların tepelerine baktığımda, Berlin sokaklarının, Pazar günlerinin bırakılmışlığında esen rüzgâr tenime değdiğinde, birden yeni bir duygu oluştu.
Kalkıyorum. Diğer evlere, diğer balkonlara bakıyorum. Tüm balkonlar, insanların birbirini göremeyeceği biçimde örülü. Yeniden beyaz koltuğa oturuyorum, bu yeni duyguyu içime sindiriyorum. Uzun bir gece. Uzun bir gün var ardımda. İki saat uyuduktan sonra, Luftbrücke Alanına gidiyorum. Aynı otobüsle döneceğim. Otobüsün alanda beklediği süreyi, ben de, biletçi ile birlikte inip boş, cansız, yeşil alanın kenarında durarak geçiriyorum. Sabah henüz serin ve erken. Otobüs biletçisi Alman köylüsünü anımsatan bir adam. Ama kulağına pırıl pırıl bir küpe taktırıp, günün erkek modasına ayak uydurmuş. Otobüs duraklarının adlarını çok erotik bir sesle söylüyor. Sevimli bir insan. Halensee’ye vardığımızda, ben otobüsün önünden karşıdan karşıya geçmek isterken, birbirimizi insancıl bir duygu, sanki anlık bir anlayışla selâmlıyoruz. Onun Berlin bulvarlarında otobüs sürdüğü daha sonraki saatlerde, artık bundan böyle acıları mutluluk olarak nitelendirmeye karar veriyorum.
«Çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir…»
Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeğe çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da, sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen? Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı? Ya da daha derin algılamak mı? Kendi varoluşum? Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu? Yaşamımda, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan birbaşınalığın çaresizliğini? Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiçbir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken… Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiçbirini tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz?
Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü?
Yirmi yıl sonra aynı şarkılar çalıyor. Elliüç yıl öncesi çekilmiş bir film gösteriliyor. Bindokuzyüzyirmilerin, ellilerin giysileri vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felâketlerle ilgili haberleri, kitleler, masal dinler gibi dinliyor. İşte böylesi bir yaşam önümüzden gelip gidiyor. Sen, kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. O, kendi duvarlarının gerisine çekiliyor. Bir başka kentte. Bir başka ülkede. Herkes bir başka kentte. Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. Karşısındakine bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki beden üzerinde.
Doyum içinde ayrılacağımı sandığım bu yaşamdan, zaman zaman algılıyorsun ki, hiç de doyumla ayrılamayacaksın. Hiç yaşamamış gibi. Doymak mümkün mü?
Sanki hiçbir şey, yaşamın hiçbir olgusu, henüz algılanan, duygularla tutulan güçle kavranmamış, yaşanmamış.
Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini, artık ölümü beklemekten başka bir şey olmadığını, her gün gibi, bir kez daha anıyorsun? Yaşam: zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşlılık, yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, doyumsuzluk, her şey iç içe. Akıl, delilik, varlık, boşluk içiçe. Kuzey Avrupa’nın beyaz geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından, hemen gene, günün ağarması gibi.
Yazarken, öykü anlatacak değilsin. Çevre öykü dolu. Her insanın her günü öykülerle dolu. Çevreyi tanımlamak da istemiyorum. Boş, taş örgüsü, gri beton bir duvar bile tanımlamalarla dolu. İnsan beyninin küçük bir kıpırdanışı yeter. O duvar üzerinde her şeyi görmek için. Çocukların ağaçlı bahçelerini, çocukların yaşam bekleyişlerini, hastaların sabırsızlıklarını, yaz güneşinin sıcaklığını, gökyüzünün doyumsuz bütünlüğünü, bulutların biçimlerini görmek için. Gözlerini yumuyorsun. Görüyorsun. Açıyorsun. Tanımlamalar uzuyor, geçmiş zamanın, ânın, gelecek zamanın zamansızlığında yitiyor.
Böylesi bir kişiyi ne kadar süre taşıyabileceksin? Hiç doyumsuz. Seni yoruyor. Karşılıklı yoruyorsunuz birbirinizi. Ben onu tüm kentlerde dolaştırdım. Gölcüğün Bozdağlarından, mavi küçük gölünden, dağlar gerisinde kendisini kaybetmek isteyen sinirli ninesinin yanından aldım, yaşamın en derin gecelerine, en uzak kentlerine, en genç insanların sevgilerine, en erken sabahlarına getirdim.
Gene de doyumsuz.
«Acımın derinliğinde, benim için arda kalan hiçbir şey yok. Yalnızlığımı algılamamın gururu bile.»
O zamanlar gençtim. Gençlik denen olguya inanıyordum. Mutlu ve mutsuzdum. Gezdiğim, dolaştığım tüm kentlerde onu taşıdım sokaklarda, alanlarda, kahvelerde, yapıların içinde, merdivenlerde, gölgelerde ve yağmurda ve rüzgârda ve parlak güneş ışığında ya da soğuk güneş altında. Onu taşıdım ve gözetledim. Onu kahvelerde masalara oturttum. Onu caddelerin kavşaklarında durdurup yapıların yüzlerine baktırdım. Uzun, uzun. Ona birçok kentin birçok alanını, bulvarını, sokağını, insanlarını, rüzgârlarını, gecelerini, sabahlarını, sonbaharda bulutlarının aldığı biçimleri, bulutlar arasından sızan ışıklarını, tepelerini, istasyonlarını, deniz kıyılarını, sevgilerini araştırdım. Doyumsuz bir kaygıyla ona yeryüzünü araştırdım. Ona işkence ettim. Uykusuz bıraktım. Ya da acıların uzun uykularını uyuttum. Sevmediği tenleri okşattım. Onu yaşantılar ardında koşturdum. Bu yaşantıların içimdeki kıpırdanışlar gücünde olamayacağını bilmeme karşın. Çünkü o sokaklarda, o alanlarda, o istasyonlarda, o havaalanlarında, limanlarda, sahillerde, geceye bürünmeye başlayan günlerde, içimdeki kıpırdanışlara yanıt verebilecek bir yaşam yok. Böylesi bir duyguyu anlatmama olanak da yok. Karşıma çıkan her şey yetersiz. Soluduğum her şey yetersiz. Dalgalar, odalar, mekânlar, sevgiler yetersiz. Suların tadı yetersiz. Günlerin uzunluğu yetersiz. Haftaların günleri yetersiz. Ona birçok bedeni sevdirdim. Bir metro istasyonunda yaşlı bir kadının arkasından baktırdım onu. Mırıldanıyordu kendi kendine:
«Yüz yıllardır durup gelen bu karanlık metro istasyonları bile doyumsuzluk ve özlem dolu.»
Onu gözetledim. Çocukken elma bahçelerinde. Baş döndüren salıncaklarda. Küçük burjuva ailenin yemek masalarında. Anlaşmazlıklarında. Yaşam çabalarında. Uykusuz gecelerde. Uykunun derinliğinde. Her zaman canlı, her zaman somut bir olguya yaklaşmak isteyen kadını gözetledim. Kimseyle değil, ama yalnız kendi kendiyle kadın olan, kadın kalabilen insanı gözetledim.
Berlin’in ilkyaz akşamının uzantısında, kentin gökyüzü ile birleştiği doğrultuda yükselen üç baca gerisindeki ay sıcak.
Bacalar ve gerisinde durduğum pencere arasında evlerin çatıları, üst katlarının gri ya da sarı duvarları, ağaçlar, çatıları aşan yüksek ağaçlar ve görülmeyen caddelerden yükselen ve hiç bitmeyen ve hiç bitmeyen bir araba akışının gürültüsü var. İşte yeryüzü. Gerisini düşünmeye gerek yok. Kent, gerisini düşündürmüyor. Ben ise bırakıyorum onu. Hemen bir kitabın adını düşünüyor: «Tender is the night» Bu evin geniş odaları. Hangi evlerin hangi duvarlarını anımsatıyor. Gece, Berlin’deki bu düz duvardan oluşmuyor. Anadolu evlerinin tahta üzerine sıvanmış duvarları. Sıkıcı kentleri, zamanın duruşunu ve çocukluğun korkularını anımsatan duvarları. Büyük Avrupa kentlerinin müze duvarları, galeri duvarları. Ölü duvarlar. İnsanın soluğunu daraltan duvarlar. Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı? Kent sokaklarına çıkan her benlik değiştirilmiş, takınılmış bir kişilik değil mi? Duvarlar gerisinde en çok kendimiz olmuyor muyuz? En çok duvarlar arasında direnmiyor, en çok duvarlar ardında duymuyor muyuz? Duvarlar ardında bu doyumsuz yaşamdan soluklar alarak ve alamayarak ayrılmayacak mıyız? Ona gene bir şiiri anımsatıyorum.
«Do not go gentle into that good night.»
Hiçbir kent insana Berlin kadar ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı düşündürmüyor. Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana, baba evimin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarlarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin, önlerinde insanların asıldığı, kurşunlandığı duvarlar. Hastahane duvarları. Tımarhane duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları, kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları.
Berlin gecesinde oturuyorum ve gökyüzüne doğru Don GioVanni’yi bağırtıyorum. Haziran alacakaranlığında. Onunla birlikte içimdeki her şeyi bağırıyorum. Susmamla. Aynı gökyüzünün dünyanın tüm ülkelerini kapsamasına olanak var mı. Tüm yüzyılların, tüm özgürlüklerin, tüm savaşların, tüm cezaların, tüm haksızlıkların, tüm yiyeceklerin, tüm açlığın, tüm yoksullukların ve acıların hâlâ varolduğu bugünün dünyasını aynı gökyüzünün bürümesine olanak var mı.
Gece, az sonra Berlin’in yeni ve eski yapılan üzerine inecek. Bu gece, bazı yaşlı kadınlar evlerinde tek başına belki ölümü bulacak. Bazıları yarın bir parkta, bir ağaç gölgesinde bir başlarına oturup dondurma yiyecekler. Kavrayamadıkları dünyalarına yalnızlıklannm derinliğinden yada bunamışlıklannın acısından bakacaklar. İnsanın kucaklamak istediği bir gece. Yumuşak bir Haziran akşamında Berlin çatılarına doğru yaklaşıyor. Bu müthiş kente doğru. Yarısı Doğu, yarısı Batı, arası Türkiye olan kente doğru.
All is the same
Times has gone by
Some day you come
Some day you’ll die.
Some one has died
Long time ago.
Herhangi bir yerde güneş duruyor. Tanıdığımız tek güneş. Ama güneşi düşünmüyoruz. Oysa erken gelmiş yazın sıcaklığını algılıyoruz. Yumuşak bir sıcaklık. Ve onunla birlikte acımızı da. Çevre yolu yakınında bir tahta sırada öylesine oturuyoruz. Arabalar müthiş bir yoğunlukla akıyor. Birlikte böylesine oturmamız acımızı dayanılır kılıyor. Benimki hiçbir zaman onun acısı kadar büyük değil. Arabaların akışı bizi hiç tedirgin etmiyor. Yarım metre ötemizdeki günlük yaşamla hiçbir bağlantımız yok. Gürültülü, anlamsız bir canlılık içinde, egzoz gazı kokan bir yaşam bu. Havel Şosesi yakındaki çevre yolu üzerinde. Öylesine oturuyoruz tahta sırada. Herhangi bir kentte. Varoluşun herhangi bir zamanında. Bildik güneş ısıtıyor bizi. Gerideki yaşamı tümüyle unutmuş, ne geçmişi, ne geleceği düşünüyor, öylesine zaman, an içinde oturuyoruz. Durgun sessizlik içinde. Pazar günü trafiğine karşı. Bize ulaşmıyor ses. Asfaltın karşı kıyısında uzanan ağaç gölgeleri hangi dünyaya ait? Bisiklet yarışı yapan bu insanlar hangi dünyadan gelip geçiyor?
İki gün öncesi, yağmurda aynı şose üzerinde «Eski Aşk* meyhanesini bulmuştuk. Bir gemi. Haliç kıyısında da olabilir. Bakımsız bir durumda. Yılların birikimi kokuyor.
Uzun yılların. İriyarı, çok şişman, bembeyaz tenli bir kadın barın gerisinde. Hizmet eden oğlu olmalı. Gözleri tıpkı annesi.
— Meyhane kaç yıllık? diye soruyorum hemen.
— Yirmi beş, diyor.
Kuşkum kalmıyor. Demek Berlin’de sevdiği meyhane burası. Herhangi bir kentin, sakinlerinin çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu bir semtinde de olabilir. Demek burası. Bu kente geldiğinde en çok burada oturmaktan hoşlanıyordu. Artık oturamayacak. İki hafta önce öldü. «Eski Aşk» meyhanesinden Havel Kanalının gri sularına bakmayacak. Yaşı olmayan bir insandı. Ölüm gibi. Havel’in karşı kıyısına bakmayacak ve bir zamanlar bu kenti bırakmak zorunda kaldığı Zoo İstasyonunu düşünmeyecek.
İşte Berlin burada. Tüm genişliği ile yayılıyor. Duvarların çevrelediği kent. Kendine yabancı insanların çevrelediği kent. Dünyanın tüm kentlerinden daha yalnız insanlarıyla, işte uzanıyor Berlin.
Kimse her insanın yaşamının ortak yanları olduğunu düşünmüyor. Özlem. Acı. Diğer sözcükleri kullanmıyorum. Çok büyük sözcükler. Çok büyük olguları çağrıştırıyor. Çevre yolu kıyısındaki tahta sıraya dönüyorum.
Güneşin yumuşak sıcaklığına.
Onunla da «Eski Aşk» a gitmek istiyorum. Otobüs bekliyoruz. Ama hiçbir şey beklemiyoruz. Ölümünü düşünüyor, ölümünü konuşuyoruz. Ceketlerimizi çıkarmışız. Sıcağın tedirgin ediciliğini duymuyoruz. Algılamıyoruz bile. Öylesi bir zaman kesiti içindeyiz. Gelip bizi resim gibi bulan zamanın kesiti.
Bir yığın otobüs gelip geçiyor. İçlerinde başları örtülü, acıklı yüzlü Türkler de var.
Ben onunla «Eski Aşk» a gitmek istiyorum. Sanki onu da bulacağız. Güneşin ısıtmadığı İskandinav kentinde ölen. İnsanların birbirlerinin yüzüne bakmadığı kuzey kentinde. Bir akşam alacakaranlığında, yapıların siyah gölgeleri gerisinde gökyüzünün en güzel kızıllığıyla karşılaştığım kuzey kenti. Burada onu görüyorum. Zoo İstasyonunda, Londra’ya sığınmak üzere kentten ayrılırken. Ve onu burada görüyorum. «Eski Aşk»ın pencere kenarında otururken. Piposunu içerken. Gözlükleri gerisinden çevreye bakarken. Ve her şeyi birden düşünürken.
Yarın Haziranın son günü. Gene yağmur yağacak. Saatin bir olmasına yedi dakika kaldı. Pencere açık. Karşımda fotoğrafı asılı. Kafka ve Brecht’in resimlerinin önünde çekilmiş. Yan duvarda bir filim afişi. Siyah beyaz. Tren raylarını gösteriyor. Bu afişi ben asmadım. Buraya geldiğimde vardı. Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı, uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için. Yan duvarda Pavese’nin kitaplarından çıkarıp büyük harflerle yazdığım alıntılar asılı. Onun intiharı da işte burada. Odamda.
Cohen şarkılarını söylüyor. Yerde duvara dayalı bir resim. Akdenizimi gölge ve güneş ayırımıyla gösteren bir fotoğraf. Sonra, Rulfo’nun üç fotoğrafı. Yatağın yanında gene o. Fotoğrafların birinde güçlükle tanınıyor. Kırksekiz yaşında çekilmiş olmasına karşın çok genç. Yaşsız. Diğer fotoğraflar yüzünün ölümden önceki gerginliğini yansıtıyor. Sonra Frida Kahlo’nun kitabı.
İki şişe. Biri maden suyu. Diğerini söylemeyeceğim.
Havel Şosesi kenarında oturuyoruz. Dostluğumuzdan başka hiçbir şey yok algıladığımız. Onu «Eski Aşk» a götürmek istiyorum. Ama otobüs gelmiyor. Sanki orada büyük acısını azaltacak bir ortam var. Ya da acısıyla ortam bağdaşacak.
Geceler ve kentler geçip gider. Şimdi Ay Işığı Sonatı var odamda. İki gün sonra Güneydoğu Asya’ya gidecek. Acısını da birlikte götürecek. Modem ve soğutma aygıtı olan bir otelin kişiliksiz bir odasında acısını gene bulacak. Duştan çıkınca, aynada, onun kedi gözleri bakacak. Yatağa uzanacak. Onu özleyecek. Güney Almanya’da toprak altında yatan onu. Sonra otel terasının sıcaklığına bırakacak kendini.
Şimdi Ay Işığı Sonatı burada. Ve biz daha Havel Şosesi kenarında oturuyoruz. Güneş, dostluğumuzu ısıtıyor. Başka da bir şeyimiz yok.
Kantstrasse’ye doğru gittiğimiz otobüs kalabalık. Pazar insanları ile dolu. Neşeli ve yorgun onlar. Ayaktayız.
— îki haftada elli yıl yaşlandı. 38 yaşında girdiği hastahanede iki hafta sonra 88 yaşında öldü. Gözleri öylesine çukura kaçtı, başının arkası eriyip gitti…
Otobüs dolu. «Eski Aşk» a gidecek otobüs geldi, ama önümüzde durmadı.
Asfalt yolda kente doğru gidiyoruz. Ağaçlar, «Eski Aşk»ı aradığımız yerde kaldı. Ağaçlarla birlikte gölgeleri de. Şimdi burada Ay Işığı Sonatı var. Uykuyu bulmaya çalışacağım. Belki dışarı çıkarım. Belki. Acaba bu gece, saat ikide nasıldır Berlin. Duvarlarını nöbetçiler bekliyordur. Ve hemen duvarlarının yanında Türkler uyuyordur karanlık evlerinde. «Eski Aşk» Havel kanalı üzerinde. Şişman sahibesi dalgaların küçük kıpırdanışı ile birlikte uykudadır. Belki oğlu bir kadını okşuyor.
«Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, âşık olmakla yetinemezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entellektüel örgüsü yoktur.»
Her anı ölüdür.
Şimdi sen de bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim? O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. Ya da uykunun ölümsü derinliğinde varoluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.Başka hiçbir şey.
Şimdi sen bir anısın.
Tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını. Hiçbir sevginin ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir. Düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur. Düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir; büyütülür, derinleştirilir. Ne denli düşünülürse, o denli büyür. O denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. Gerçekleştirilemez. Soyutlaşır. Ve hiçbir zaman bitmez. Yaşam gibi. Ölüm gibi.
«İnsan, sevgiye biri yanımızda olmadığından acı çekene dek dayanır; oysa gerçek yalnızlık dayanılmaz bir hücredir.»
Gövdeler iç-içe girdiğinde de sevginin gerçekleşmesi olanaksız mı? O sonsuz boşalma ânında da, sevgi doyumsuz, insan yalnız mı? Doğum ânında? Ölüm ânında.
Sevgi, istenilen bir olguya da aktarılır, aktarılabilir. Çeşitli anlara, çeşitli insanlara, çeşitli kentlere, caddelere, tepelere aktarılabilir. İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı dâ o denli büyük. Yaşam acısı.
Özlem duymuyorum. Bir beklediğim de yok. Acı da duymuyorum. Açlık da. Uyku da. Ama belki de her şeyi bürüyen bir acı. Beni. Caddemi. Odamı. Resimlerimi. Anılarımı. Çocukluğumu. Çocuğumu. Kanımı. Benliğimi. Ah, derinliğinde duygular aradığım benliğimden de öte, benliğimden de büyük. O zaman uzun gecelerin o güzel teni ile karşılaşıyorum. Sonunda bizi güneş ışıklarının bulduğu gecelerin. Ya da arka, avludaki çıplak ağacın. Şimdi sen ölü bir anı olmak istiyorsun. Başka kentlerin başka sınırlarından arıyorsun. Daha uzaklara gitmek istiyorsun. Benim geçmişimin kentine. Benim güçlüklerimin kentine. Çocukluğumda gördüğüm ilk büyük kente. Varır varmaz küçük taşra kasabalarına özlem duyduğum kente. Gecekonduyu andıran bir eve geldiğimizde. Babamın akrabalarının yanına. Geldiğimiz gün. Bir gece önce akrabalardan birinin çocuğu ölmüştü. Karanlık odalardan birinde üzerini beyaz bir çarşafla örtmüşler, öyle bekliyordu. Annesi bitişik odada ağlıyor, biz çocuklar holde oynuyorduk. Kapı hep aralansın, küçük çocuğun cesedini görebileyim istiyordum. Bir büyük korkuyla karışıktı bu özlem. Ölümün bana ilk kez kaldığım evde bir çocuk cesedi olarak göründüğü yağmurlu bir gün. Dokuz yaşında bir çocuk cesedi. Kitaplarımın evin dar koridorunda tozlu raflarda dizili durduğu büyük kente gitmek istiyorsun. Akşamın alacakaranlığının yaklaştığı saatlerde tepelerimin daha da belirginleştiği, ağaçlarımın tektek gölgelerini seyrettiğim ve kendi kendime: «İşte öleceğin yer burası. Nerede olursan ol, ölmek için, kendi ölümünü bulmak için bu tepelere dön» dediğim kente.
Dünyayı o kentte algıladık. Tramvaylara bindik. İlk insan kalabalığı arasında yittik. Sonra insanların birbirinden ne denli farklı olduğunu sezinledik. Genç olduk. Kahvelere, meyhanelere gittik. Sanatçılara baktık. Geceleri onların gittikleri barlara gittik. Şimdi, bu sanatçıların kimi öldü, kimi de, ırak ülkelere gitti. O kentte, ilk kez erkek bedenlerini sevmeyi öğrendik ya da denedik. Evlendik ya da boşandık. Her şeyle alay edebildiğimiz geceler oldu. Kimimizin sinirleri bozuldu. Kimimiz kanserden öldü. Orada politikayı yaşadık. Yasak şiirlerle. Bir avuç insan hakkı ile. Ama her şey içimizde büyüdü. Büyüdü. İnsan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarım aştı, zaman zaman da insanlar yalnızlığımızı birbaşınalığımızdan daha derin, daha dayanılmaz boyutlara iteledi. O zaman kentin denizlerini izledik. Dalgaların köpüklerinin sonsuzluğu anımsattığı bir zaman ışığında. Kuzey rüzgârının mavi-yeşile bürüdüğü suların yüzeyinde. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse de mutsuz değildi. Çünkü kimse inanmaz mutluluğa. O kenttesin. Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını bırakıyorsun.
«Şimdi çocukluk beklentilerini yeniden buldum, bulvarların ve evlerin öte yakasında…»
Bulvarların ve evlerin uzantısında çocukluk sorularımın yanıtını buluyorum. İçimdeki çocuk konuşuyor: İşte yaşam burada. Sınırsız varoluş. Çocukluk resimlerinde sınırlı olan varoluş. Ama şimdi sonsuz işte. Sonsuzluğu yakalayabilen için. İşte burada. Ev sıraları biçiminde… geniş bir cadde biçiminde, çıplak bir ağaç biçiminde. Yaşlı bir kadın biçiminde. Bir sarhoş biçiminde. Sen çocukluğunun özlemi içinde özlemeye devam ediyorsun…
Çocukluğumda, ortasını bir duvarın böldüğü bir kent resmi yoktu. Yalnız ve yaşlı kadınların resmi yoktu. Her an bırakılmışlık içinde ölümü bekleyen. Bunlar yeni resimler. Büyük bir mağazanın altında, karanlık bir lokanta. Yaşlılar, önlerinde çukulatalı pasta, oturuyorlar. Yitik geçmişlerini, yitik anları içinde yaşıyorlar. Yaşamıyorlar. Yaşamları çukulatalı pasta ve ölüm beklentisinden oluşuyor. Bu yeryüzünde her şey olmak isterim, ama Berlin kentinde yaşlı, yalnız bir kadın olmak, asla. Berlin gecelerinde. Eski yapılarında. O zamana dek çoktan bir mezarlığa varmış olmam gerek. İnsanın yalnız cesedi yalnız kalabilir. Canlı (cesedi) asla. Çocukluğumda yeryüzünün sonsuzluğunu algılayabiliyordum, ama yaşlı kadınların yalnızlığını değil.
«Büyümenin yaşlanmak demek olduğunu bilmiyordum. Ölmeyi görmenin, Mora nehrini yeniden görmek olduğunu…»
«Niçin dünyaya geldiğini bilmiyor musun? Anlatmalısın, anlatmalısın, ayrıca acıkmalısın, susamalısın… sonun korkunç, sefil olmalı! Bunu bilmiyor musun? Bunu sana Pavese söylüyor.»
Hiçbir şey anımsamıyorum. Hiçbir büyük yapıyı. Hiçbir yapının görünüşünü. Ne bulvarların genişliğini, ne de yapıların olağanüstü büyüklüğünü. Ne havayı, ne de burada konuşulan dilin değişikliğini. Ne insanların giysilerini, ne de kişiliklerini, davranışlarını. Bu topluluk içinde yalnız Türkleri tanıyabiliyorum. Ve yavaş yavaş kentin boyutları anılarımda canlanıyor. Canlanması için uğraşıyorum. Karşıdaki yeşil kubbe bir kiliseye mi ait? Kiliseye, kütüphaneye, tiyatroya ait olup olmadığını bilmek bile istemiyorum, Yalnız tüm kentin beni nasıl, etkilediğini algılamak istiyorum. Bu kente yirmibir yıl sonra bir kez daha gelmenin neleri çağrıştırdığını sezinlemek istiyorum. Kent parkı canlanıyor gözlerimin önünde. Ilık bir yaz akşamı orada oturduğum ve öpüştüğüm delikanlı. O zamanlar, bu kentte sabahın alacakaranlığında ya da ilk ışıklarında, tüm gece, yaşantıları arayıp, dünyayı tanımaya çalışıp eve döndüğüm anlar. Eve, iç içe avlulardan geçiliyor. Avluların büyük tahta kapıları, büyük tahta kapıların büyük demir anahtarları var. İnsanları tanımak için. İnsan sevgisi; bedensel sevgiyi tanımak için. Hayır, hayır. Artık o genç insanın korkutucu arayışı içinde. değilim. Ne yaşantıları, ne de insan sıcaklığını arıyorum. Bugün, hem insan sıcaklığını, hem de sevgiyi yalnız kendi içimde taşıyorum. Yani sevgisizim. Ve soğuk. Kent resimlerini kendimle taşıyorum. Bütün yolculuklarımın, yolculuklardan oluşan yaşamımın bütün insan resimlerini. Ya da sürekli kalışımın. Ardımda, ne yaşayan, ne de ölen insan sevgisiyle. Tüm yaşantım genel bir insan sevgisine dönüştü. Ve ben orada duruyorum. Duyguların genelliğinde. Başka hiçbir şey. Soyut, genel, duygusal, yaz bulutları gibi bir sevgi. Birdenbire sağnakla da boşalabilir. Hafif bir esintiyle de yitebilir. Sağnak da benim. Esintiler de. Ve ardından güneş çıkınca, gökyüzü bulutsuz olunca, o zaman kentlerle, tren raylarıyla, toprak yollarla, bozkırla, denizlerle, gecelerle, sabahlarla, insan gövdeleriyle, yalnızlığımla bağlantılı anıların, ne acı verici, ne de mutlu kılıcı duygularını taşıyacağım. Bomboş varolacağım. Kendi doluluğumun boşluğunda. Ve bir başıma. Ve bağımsız. Ovadaki yalnız ağaç gibi. Yaşlı ve büyük. Ve yalnız. O vadide. Bir yamaçta. Başıma buyrukluğuma hayranım. Sayısız görüntülerden, sayısız uykusuz gecelerden, sayısız güneş ışınlarından, sayısız tren, otobüs, uçak ve gemi yolculuklarından, yürüyüşlerden arda kalan tek olgum. Sayısız bedenlerden, kitaplardan, galeri duvarlarından, müze koridorlarındaki, salonlarındaki sayısız resimlerden, sayısız anılardan, sayısız saatlerden, günlerden, haftalardan, aylardan, onyıllardan, İstanbul Boğazının su yüzeyine bakıp gördüklerimden. Tanıdığım, tanımadığım sayısız insanla aramda geçen konuşmadan. Başladıkları an zaten bitmiş olan sayısız sevgiden. Kendimi sevdiğim başkalarının bedenlerinden. Ülkelerden, sistemlerden, bürokrasiden, demokrasiden, dünyanın tüm savaşlarından, tüm yönetimlerinden, tüm polislerinden ve futbol takımlarından arda kalan yalnız kendi doluluğumun boşluğu. Kendi bağımsızlığım. Başıma buyrukluğum. Yeryüzü küresinin o herhangi bir ovasındaki ağaç gibi katı ve yalnız. Bir yıl bile geri dönmek istemem. Bir an bile. Bu eriştiğim sınırsızlık içinde nasıl geçebilirim yeniden o geçilmez sınırları. Dünyanın hiçbir yerinde artık insan hakları için çaba gösteremem. Hiçbir ülkesinde. Ülke derken, hem kendi ülkemi, hem de üzerinde varolduğumuz bu kahredilmiş yeryüzünü anlıyorum.
Şimdi bu kentteyim.
İki bulvarın birleştiği köşebaşındaki kahvede oturuyorum. Karşı yolun uzantısındaki yeşil kubbeli yapıyı anımsar gibiyim. Ama ne olduğunu bilmek istemiyorum. Sağda üç, solda iki büyük yapı yükseliyor. Bir rom daha söyleyeceğim. Karşıdaki saat 13.31’i gösteriyor. Altmdaki iki ok, Presburg, Budapeşte ve Havaalanı yönlerini. Arkadaki yapının üzerinde Burg Tiyatrosunun üçüncü yapısı olduğu yazılı. Karşımda derinleşerek benden uzaklaşan alanda iki heykel var. Biri at üzerinde bir adam heykeli. Hangi imparator ya da hangi kahraman olduğunu hiç bilmek istemiyorum. Ardında bir zafer anıtı daha var. Madenden yapılmış, elindeki bayrağı yükseklere ulaştırmak isteyen biri. Daha ileride, görüntünün çatılarda son bulduğu çizgide, modern bir kule yükseliyor. Belki bir televizyon kulesi. Lokantası olan, ya da olmayan bir kule.
Yirmialtı saat önce Kafka’nın mezarı başında oturdum. O boş, sessiz, yeşil Yahudi mezarlığında bir ağacın altında. Onun mezarının yanıbaşında.Şimdi önümden tek kollu bir adam geçiyor. Hemen bir görüntü, yirmibir yıl öncesinden bir resim daha belirginleşiyor. O zamanki kentin sakat adamları. Tek bacaklı. Kolsuz. Elsiz. Belki bir bölümü öldü. Savaştan sağ çıkanların bir bölümü. Ama bir bölümü yaşıyor ve onlardan biri caddede karşıdan karşıya geçiyor. Bu canlı savaş görüntüleri.
Artık gitmeyeceğim. Nereden geldiğim sorusunu yanıtlamak istemiyorum. Hiçbir yerden gelmiyorum. Kendimden başka.
Cumartesi, Carmer Caddesi’ndeki İtalyan Lokantasının yaya kaldırımına çıkarılmış sandalyelerde oturuyorüz. Hava boğucu. Bulutlu. Ardından yağmur yağacak. Her algıyı uykunun derinliğine gömdüğüm bir anda uyanıyorum. Hemen belirleniyor. Şimdi sabaha dek uyuyamayacaksın. Uğraştığı işle, çıktığı gezilerle, oturduğu insanlarla, gittiği kahvelerle, aradığı arkadaşlarıyla ya da herhangi bir hareketliliğiyle yaşayan bir insan değilsin. Tersine, her davranışında gene kendini yaşıyorsun, bir yolculuğa çıkmak içinde bu nedenle karar veremiyorsun. Nasılsa her gittiğin yerde kendinsin. İki saat sonra Hamburg’a uçan büyük uçaktasınız. Uçak, sonra Londra ve San Francisco’ya devam edecek. Öyle büyük bir fırtına var ki. Boşlukta oradan oraya atılıyorsunuz. Çocuğu, Lufthansa ile Stockholm’a yolluyorsun. Çocuğun, yaşama gerçekçi biçimde sarılışı var. İçini burkan bir durum. O kuzey ülkesini hiç düşünmek istemiyorsun. Oradaki yakınlarına duyduğun özlemi de. Duyarlığa hiç yer yok. Zaman da. Ne güzel bir olgu, yaşam ve ölümü düşünmek yerine, daha ciddi, gerçekçi konularla uğraşan insanlar var.
«— Sizin gibi insanlara yer yok. Bana acı çektiriyorsunuz. Başında fırtınalar esiyor, gözleri kıpkırmızı.
Stefano gülümsedi.
— Biz dünyaya kendi kendimize acı çektirmek için geldik, dedi.»
Otobüse biniyorsun. Kente doğru. Senden başka bir Amerikalı var. Şoför de yabancı. Büyük otobüste üç yabancısınız. Hamburg’da Pazar günü cansız. Tek yaşayan rüzgar. Şoför kaset çalıyor, İnsanın içinde duygular uyandıran gelişigüzel bir müzik. Belki de özlemler uyandıran. Başka hiçbir şey. Ama acıyı da kamçılıyor.
Böyle yaşıyorsun 4 Temmuzu. Bir tren bileti alıp, istasyonun önü, yanı ya da arkasında dolaşmaya başlıyorsun. Kentin aylar önce gezdiğin büyük limanını, nehir altına inen asansörlerini, barlarını, genelev sokaklarını, genç ve yaşlı orospularını düşünüyorsun. Yayalara ayrılmış bir alana varıyorsun şimdi. Kentin büyük limanının boyutları o serin yaz gününde. Oysa işte bugün de serin bir yaz günü. Sonbaharı andıran bir gün. Caddeler boyunca uzanan yapılar, dükkânlar, büyük mağazalar ve tek-tük lokantalar… Dükkânlar, ülkenin her kent ve kasabasında satılan mallarla dolu. Kapalı. Alana tezgâhlar kurulu. Tezgâhlar burada her yaya alanında ya da pazar caddelerinde satılan Üçüncü Dünya mallarıyla dolu.
Rüzgâr serin.
Sosisler kızarıyor.
Babalar çocuklarıyla ilgileniyor.
Anneler dinlenmeye çalışıyor.
Yaya alanı dışında caddeler boş.
Lokantalar da.
Dediğim gibi. Yaşayan bir rüzgâr. Ve Pazar.
Otuz yıl öncesi kentimin bir küçük burjuva mahallesindeki kadar ölü bir Pazar. Yalnız evler görkemli. Mağazalar görkemli. İnsanlar iyi giyimli. Ama içlerinde soluk yok. Soluk yok.
Hamburg’dan Berlin Zoo İstasyonuna giden trenin lokantasında oturuyorum. Karşımda bir adam. Birazdan konuşmaya başlıyoruz. Berlin’de avukat olduğunu, ama Hamburg yakınında oturduğunu söylüyor. Birçok zengin, politik nedenlerle Berlin’i bırakmıştır. Arada bir gelip işlerini yaparlar, ama bahçeli evleri, kanılarınca daha güvenli buldukları Batıda yer alır. Şimdi bana Katolik dininin nimetlerini anlatıyor. Her insanı severek dinlerim. Kaygım vardır. Ne düşünürler, yaşama nasıl bakarlar, diye. Ama hangi ülkede olursa olsun ortaçağ düşüncesinden sıyrılmış, bağımsız insana az rastlıyorum.
Yeryüzünün en güç insanları Katoliklerdir. İnsan taşlarla konuşsun daha iyi. Su ile, bulutlu gökyüzü ile, gecenin sessizliği ile konuşsun daha iyi. Ama yüksek öğrenim görmüş bir Katolik ile konuşmasın. Avukat, bir de Alman Katolik Birliği Partisine oy verdiğini söylemiyor mu! Ama Kohl’u pek tutmuyor. Partinin daha güçlü bir adama gereksinimi var, diyor. Bu avukatın iki olumlu özelliği var: Birincisi durmadan sigara içmesi; öbürü durmadan içki içmesi. Üstelik Camel sigarası içiyor. Tütünden anladığı belli. Diğer olumlu yanı da, bu hatta işleyen Doğu Alman tren personeli ile dostluğu. Önemsiz konularda onları savunuyor bile. Tabii söz savaştan açılıyor. Bu trenlerde gidip gelirken savaş mutlak konuşulur ve sonuçlan apaçık yaşanır.
Şimdi önümden atlı arabayla turistler geçiyor. Viyana’nın 17. yüzyılını yaşamak istiyorlar. Bu denli çok araba ve boğucu egzoz gazı içinde.
Güneş ısıtıyor. Dört haftadır ilk kez kahvelerin önlerinde açık havada oturulabiliyor.
«Yaşanacak bir yaşam vardır.
Binilecek bisikletler vardır.
Yürünücek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.»
Otelden ayrılıyorsun. Ayakların yürüyor. Sen değil. Viyana’da değilsin. Hiçbir yerdesin. Aradığın hiçbir yön yok. Bırakıyorsun ayakların gitsin bir yere. Hiçbir şey algılamamaya çalışıyorsun. Birden Türk Konsolosluğu önünden geçtiğini görüyorsun ve her şey birden beliriyor. Bütün yaşamın çağrışıyor. Ama düşüncelerini uzaklaştıryorsun. Yönsüzlüğün, ülkesizliğin, amaçsızlığın, duygusuzluğun ve ansızlığın içinde sana varamıyor çağrışımlar.
Şimdi üç saati aşkın bir süredir bu kahvedesin ve yirmi bir yıl öncesinin anılarını çağrıştırmamaya uğraşıyorsun. Tüm çaban son üç günün görüntülerini ayrıntılarıyla, ama. yalnız ayrıntılarıyla belirli kılmak.
Karşında McDonald’s Lokantası. Kentin yeni gelişmelerinden biri de bu lokantalar olmalı, tüm Batı Avrupayı sarmış Amerikan lokantâları.
Almanya’nın bölünmüşlüğünün ve Berlin duvarının Hitler faşizminin sonucu olduğunu söylüyorum.
«İyi ki bölündü Almanya. Yoksa sanayi o denli gelişirdi ki, Almanlar Üçüncü Dünya Savaşını çıkarırdı gene» diyor.
«Altı milyonu gazla öldürdük. Öldürmemeliydik. Ama yaptık» diyor.
Ve öyle umursamadan söylüyor ki, sanki bir şişe bira daha ısmarlıyor.
O an korkuyorum. Hem korkuyorum, hem de insan olmaktan utanıyorum. Gece yarısı uyanıyorum ve bu tümceyi söyleyişindeki gelişigüzel tavrını anımsıyorum. Birdenbire o denli uyanığım ki.
Pazartesi, 5 Temmuz. Saat gecenin dördü. Daha doğrusu sabahın. Güneş çıkmış. Belki de her sabah, bir aydır yağmurla, bulutlu havayla uyandığım tüm sabahların bu saatinde kuzeyin batmaz güneşi vardı. Dört saat sonra sokaklardayım. Gri yapıların üzerini yeniden yağmur bulutlan bürümüş. Arada bir yağmur boşanıyor. Bir ıslanıyorum. Bir kuruyorum. Kent boş. Son yolculuklannı beklemek zorunda olan yaşlı kadınlardan başka hemen hemen kimsecikler yok. Bazıları saat tam 9.30’da 19 ya da 29 numaralı otobüslerden inip, Batının en büyük mağazasına giriyorlar. Orada dantellere, gelinlik kumaşlarına, yaz modasına, çantalara, saatlere, düşünülecek ve düşünülmeyecek her mala dalıyorlar. Bir günü daha öldürmek için.
Bu kentin caddeleri uzundur. Kimisi yürümekle bitmez. Kilometrelerce uzanır, sonra küçük ya da büyük bir alana açılır, bu alanlara açılan daha birçok cadde vardır. Alana vardığında, üzerinde yürüdüğün caddenin devamının hangisi olduğunu bilemezsin artık. Storkwinkel, trafiğin geçe gündüz aktığı üç büyük ana cadde arasında iki yanı ağaçlı, küçük bir yol. Üzerinde ancak birkaç yapı var. Bir sırası eski, karşısı yeni yapılardan oluşan bir yol. Önünde bir adam yürüyor. Sen onun adımlarına bakıp, kendi kendine çağrışımlar yapıyorsun. Bu kentte kimse böyle kararsız yürümez diye düşünüyorsun. Büyük, ağır, eski kapını açtığında, onun da aynı kapıda gene kararsızlık içinde beklediğini görüyorsun.
— Biz tanışmamış mıydık? diyor.
— Hayır, diye yanıtlıyorsun.
— İkinci katta arkadaşım oturuyor, diyor.
Burada, yalnız oturan, bir tek kız olduğunu biliyorsun. Havanın erkenden karardığı bir gün, evin önünde cankurtaranın durduğunu, polisin binaya girdiğini, daha sonra sedye üzerinde, yüzü örtülü birinin çıkarıldığını, intihar deneyinden sonra hastahaneye yatırıldığını kapıcı kadından öğrendiğini çok kısa bir anda düşünüyorsun.
— O kız burada mı?
— Hastahaneden kaçıp bana geldi. Bir daha da gitmek istemedi.
Merdivenleri birlikte çıkıyoruz. Konuşacak birisine o denli gereksinimi var ki. İnsan arıyor. Avunmazlığını biriyle paylaşmak istiyor.
Gökyüzüne açılan, ağaçların tepelerini gören, geniş aydınlık, boş salonunda oturuyorsunuz. Tüm hareketliliğine karşın acılı bir durgunluğu var kentin.
— Dün gece onu buraya getirdim. Günlerdir uyumuyor. Bira içiyor. Sigara içiyor. Bira içerek, uyumayarak, ölmeyi bekliyor. Onu görmek ister misin?
Hiçbir şey yapamayacağını biliyorsun. Gene de birlikte aşağı kata iniyorsun. Burada odalar tek tek kiraya verilmiş. İçlerinde bir lavabo var. Herkese geniş bir oda. Diğer odalarda oturanlar, hastanın kapısını bile çalmıyorlar.
O, yatakta oturuyor. Elinde bir teneke kutu bira. Sigara içiyor. Solmaya yüz tutmuş bir-iki bitki, raflarında eski baskı birkaç kitap var. Hermann Hesse’nin kitapları dikkatimi çekiyor. Yer sayısız bira kutularıyla dolu.
Öylesine zayıf ki, bacaklarından derileri sarkıyor. Gözleri ağır bir korkunun, umutsuzluğun, gerçek yaşam isteksizliğinin derinliğinde sönmüş. Zaman zaman haykırıyor. Otuz yaşını biraz geçmiş olmasma karşın, yetmiş yaşında bir insanın, ya da gerçek bir ölüm hastasının çökmüşlüğünü taşıyor. Gene yukarı çıkıyoruz.
— Sevgilimdi, diyor arkadaşı. Ama her şeyden vazgeçti.
— İçki yerine iyi ilaçlarla uyutulsa, şimdilik daha iyi olur, diyorum, ama bu ilaçların sonunu hiç düşünemiyorum. Acil servise telefon ediyorum. Arkadaşı konuşuyor. Bu konuşma o denli uzun sürüyor ki… Sanki ikisi de hastayı unutuyorlar, uzun uzun birbirleriyle dertleşiyorlar. Üstelik konuştuğu ne doktor, ne de psikolog. Belki de yalnız telefona bakan kadın ve bu kadın da kendi yalnızlığını gidermek istiyor. Belki bir saat sonra, telefonu kapadığında,
— Ne diyor? diye soruyorum.
— Sinir hastahanesine kendi istekleriyle gitmek ve iyileşmek istemeyenleri, kendi köşelerinde ölüme bırakmak belki de daha iyi olur, diyor… diyor.
Birden deliliği anımsıyorsun. Akdeniz kıyısında sıcak bir ilkbahar günü, bir sebze bahçesinin çitlerine dayanmış, kuyudan su çeken kıza bakıyorsun.
Radyolar arananların adlarını sayıyor. Sık sık sonsuza atılışın dayanılmazlığını duyuyorsun. Delilik ve bağımsızlık arasındaki uzun, güç yolu düşünüyorsun. Ne denli güçlü olmak gerektiğini. Zamanı ve çekilen acıları.
Onu gene arkadaşına yollayıp, bağımsızlığının güzelliğine dönmek istiyorsun.
Yandaki masada bir erkek çocuğu, annesi ve babasıyla oturuyor. Bana öylesine dikkatli bakıyor ki sanki kahvede oturup sürekli yazı yazmakla suç işliyorum. Şimdi Viyana’nın Birinci Kaertner Ring’indeyim.
Zoo istasyonuna bilet almaya giderken, kızı gene görüyorum. Bira almak için birkaç metre ötedeki büyük mağazaya gidiyor. Sefil durumdaki alkolik ve hastaları, ya da kendini kaybetmiş yaşlıları hiç umursamaz bu kent. İstasyonda, bilet kuyruğunda bekliyorum. Dört iri yarı polis bir adamı tartaklayıp duruyor. Kentin en itilmiş insanları genellikle Zoo istasyonunda kümelenir. Yüzleri yaralı, sürekli alkolikler, ellerinde bir içki şişesiyle duvarlara yaslanır, ara sıra tüm düzene söverler. Polisin tartakladığı adam o denli pis değil. Üstelik traş bile olmuş. Elinde yarısına kadar içilmiş bir viski şişesi tutuyor. Adam perona çıkmayı deniyor, polisler onu döve döve indiriyor. Gene polisin elinden kurtuluyor, perona çıkmayı deniyor, gene döverek indiriyorlar. Bilet kuyruğundaki Almanlardan biri,
— Polisin yanlış davranışı yalnız ona değil hepimize yönelik, diye bağırıyor.
«Gene yürekli biri» diye düşünüyorum. Düşüncesini haykırabilen biri.
Eve dönerken, bu kez, kızı arkadaşının kollarında görüyorum.
— Hastahaneye götürüyorum, gelmez misin, n’olur gel, diyor.
— Biraz sonra Prag’a gidiyorum.
Gitmem gerek. Ne yaşlı kadınları, ne de yaz tatili için ülkelerine gitmeden önce tüm mağazaların en gereksiz mallarını satın alan Türk işçileri göremem. Bu iki durum da bana dayanılmaz bir acı, umutsuzluk veriyor.
Şimdi Doğu istasyonundayım.
Şimdi dünya önümde açılacak.
Kendini bana sunan her şeyi, yetişmekte, solumakta ya da ölmekte olan her şeyi, ya da ölmüş olanı daha da büyük biçimlendirmem gerek. Doğanın, yaşamın, düşlerin, duyguların bana sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü duymam gerek. Her nesneyi, her canlıyı, herhangi bir insanı, anlık her görüntüyü yaşantıya dönüştürmeliyim. Yaşamı büyütmek, kendimce geliştirmek, derinleştirmek, genişletmek, rüzgârlarla estirmek, yağmurlarla yağdırmalıyım, ta ki kendimi canlı ya da cansız, doğmuş ya da doğmamış tek bir nokta olarak görene dek. Ve kendi üzerimde kurduğum bu egemenlikle ölümü de büyütmem gerek. Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı.
Macar yapımı bir vagondasın. Doğu Berlin Prag arasında geçecek bir tren yolculuğu. Karşında gene o oturuyor. Belki aynı boyda. Zayıf. Gözleri mavi ya da kahverengi değil. Yeşil. Bir süre sonra sana yaptığı resimleri gösteriyor. Suluboya resimler. Sessiz doğa görüntüleri. Kendi çekingen yaradılışını anlatan. Birden ona her şeyini vermek istiyorsun. Çocukluğunu, yorgunluğunu ve bu seyahatin içine doğru aradığın sonsuzluğu. Tenini. Kendini. Böyle bir tenden hiçbir şey algılayamayacağını biliyorsun. Ama o sana başkalarını da anımsatmayacak. Yabancı biri olarak kalmayacak yalnız. Ya da herkes kadar yabancı kalacak. Ancak geceden kaçmış olacaksın. Kendinden, birlikte yaşamanın bu denli güç olduğu kendinden kaçacaksın. Bir insanı çıplaklığında ve yabancılığında algılayacaksın. Yeterince derin bir olgu. Sen de daha derinini sunabilir misin ki? Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun? O, kompartımanda senin uzandığın, dar, meşin, yatak denemeyecek yere uzandığında yanına geldiğinde mi? Seninle yatmasını hiç yadırgamadığın anda mı? Gecenin uzantısında mı? Bu bir türlü benimseyemediğin yeryüzünün ve yaşamın bırakılmışlığını düşündüğünde mi? Yoksa gecenin içine düştüğün ve uyuyamadığm yorgunluk içinde mi? O da uyuyamamıştı. Gözlerini açacak gücü bulduğunda yatağında sigara içtiğini, sana ya da boşluğa baktığını görüyordun. Prag’da sabahın beşinde neşeyle işine giden işçiler dışında hiç bir şey göremezsin, demişti. Seninle dolaşırım, demişti.
Koridordan trenin yol aldığı kesite bakıyorsun. Tek tek yapılar, yollar belirdi bile. Henüz sabah soğuk, gökyüzü aydınlanmaya başlamak üzere. Ama erken doğmayacak güneş, ilkin bulutlar olacak. Trenin koridoru serin. Söylediği gibi alacakaranlık içinde büyük bir kitle var işe gitmek için yollara çıkmış. Yorgunum. Tren istasyona varıyor bile. O uyuyor. Sigara paketinin üzerine birkaç sözcük yazıp iniyorum. Çantamı istasyonda bırakıp bir araba ile kentin sabahına giriyorum. Sabah, daha saat altı olmadan, Kafka’nın doğduğu evin karşısındayım. Yapının yan duvarında, Kafka’nın ince yüzü, metal bir heykel olarak işte karşımda. Birden yorgunluğum gidiyor. Ama beklenmedik bir sabahın maviliğinde birden Kafka’nın evinin önünde olmayı, bu üç katlı büyük taş yapıya bakıp duruşunu hiç kavrayamıyorsun. Uzak ülkede, durgun kentlerde onun anlatılarıyla geçirdiğin yıllar, daha derin, daha etkin, düşüncelerini daha çok yönlendirmiş, daha benliğine işlemiş süreçler. Yoksa yaşadığımız her an böylesine geçmişin ağır anılarıyla mı güçleşiyor? Prag kentinde Maiselgasse’de miyim? Ya da düş mü görüyorum? Ya da zamanın hangi akışındayım? Bir yolcu muyum? Bir arabanın içinden yorgun gözlerle Kafka’nın evine bakan bir yolcu? Hangi yolculuğumun hangi anındayım? Oysa hiç yolculuğa çıkmam. Her an ve her yerde, daha önceleri ve şimdi hep sürekli bir yolculukta değil miyim?. Böyle yaşamadım mı? Böyle yaşamıyor muyum? Böyle yaşamayacak mıyım?
Ambassador Otelindesin. Eski mobilyalar, tavandan sarkan avizeler, bembeyaz masa örtüleri, siyah giysili yaşlı garsonlar eski bir geleneği sürdürüyor. Dünyayı «Ateşçi» olarak algılamaktan öteye gidebildin mi?
Şimdi Anadolulu bir kadın, tarlada giydiği giysiler içinde Birinci Kaertner Ring’de karşıdan karşıya geçiyor. Hradschin’e çıktığında güneş artık kent üzerinde yükselmiş. Alchimistengasse yükseklikleri iki metreyi bulmayan eylerden oluşuyor. 22 numarada bir yıla yakın çalışmış, öykülerini yazmış. Bugün ev kapalı.
Sense yarın burada olmayacaksın.
Bir süre sonra yokuşları inip, nehir kıyısından geçip, sokaklarda dolaşıp, eski Yahudi Mezarlığına giriyorsun. İlk adımlarında kent içinde gizlenmiş küçük bir mezarlığa girdiğini düşünüyorsun. Gelişigüzel kesilmiş, büyük, gri, kahverengi mezar taşları öylesine sık ve düzensiz yükseliyor ki. Dağınıklık içinde, sanki atılmış, şekil verilmemiş, her biri bir başka eğrilikte. İç içe. Mezarlık çevresini gene gri yapıların arka cepheleri çevreliyor. Evler terk edilmişcesine bakımsız. Galata çevresinin evleri gibi. Kimi camlar kınk. Mutlak içlerinde oturanlar var. Açık camlardan evlerin içindeki karanlık sessizliği algılıyorsun. Burası her zaman böyle gölge olmalı, diye düşünüyorsun. Ve mezarlığın havası, dışarının, kentin havasından daha nemli. Parke taşlarıyla kaplı caddelerin havasından. Sen mezarlığın içine doğru ilerledikçe, mezarlık kendini açıyor, açıyor, genişliyor, giderek büyüyor ve insanı kendi sonsuzluğu içine çekiyor. Daha derinlerine gidilirse, insanı bırakmayacak izlenimini veren canlı bir mezarlık. Çıkıyorsun. Kapı önünde küçük bir tahta taburede yaşlı bekçi oturuyor. Karşıda ki küçük tahta kulübede de turistlerin mutlak ellerinde bulundurdukları kent planı ve broşürler satılıyor.
— Kafka’nın mezarı nerede?
— Burada değil, diyor.
— Buradaki en yeni mezar taşı 17. yüzyıldandır.
— Evet, diyorum. Gördüm. 14. yüzyıldan mezar taşları gördüm.
— Metroya binin. Straschnitzer yönüne gidin. Oradaki Yahudi mezarlığında yatıyor Kafka.
Sokaklar geçiyorsun. Canlı sesler kulağına varıyor. Kemerler altında yürüyorsun. Seslerin geldiği kapıdan giriyorsun. Karanlık bir birahanede herkes durmadan bira içiyor. İş önlükleri üzerlerinde, herkesin elinde büyük bir bira bardağı, yarışırcasına bira içiyorlar. Bütün günlerini içerek geçiren, gene de çalışabilen insanları hep kıskanırım. Belli bir sarhoşluk içinde yeryüzüne dayanmak daha kolay.
Yavaş yavaş yürüyorsun. Metroya geldiğin an bozuk paran olmadığını görüyorsun. Geç, işareti veriyor turnikede bekleyen kız. Paranın bu kentte hiç önemi yok. Elektrikli merdiven üzerinde müthiş bir derinliğe iniyorsun. Son durakta herkesle birlikte gene derinliklerden gün ışığına çıkıyorsun. Karşıya geçiyorsun. Mezarlık kapısı açık. Hemen kapının karşısında bir ok hangi yöne gideceğini gösteriyor: Dr. Franz Kafka.
Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. Her yüzde, her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her sabahta gördüm yaşamın sonunu. Çocukken bile, buğday tarlalarında, yaz gecesi mehtabında ve çocukluk gecelerinin derin karanlığında gördüm yaşamın sonunu, ama ben giderken, ben ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köylerden, tarlalardan, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken, yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönde yitip giderken, her görüntüyle birlikte ardımda benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaştım yaşamın sonundan.
Neden buradaki yeşil, yabancı sessizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor? Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı yanıbaşında? Hiçbir yere gitmek istemezcesine? Babası, ardından da annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Viyana’da Kafka’nın babasına mektubunu düşünüyorsun. Yaşamı süresince baskısı üzerinden kalkmayan babanın, mezarda da onun üzerine yattığını. Ne garip, dün mezarı başında bunu düşünmemiştin. Aksine belki biraz da rahatlatıcı bulmuştun yalnız yatmayışını. Nazi kamplarında öldürülmüş kızkardeşler ile Milena’yı düşünmüştün. Kafka’nın bu kamplara girmemesi içini sevinçle doldurmuştu. Genç yaşta veremden ölmesi onun için en büyük acılardan kurtuluş da demekti.
«Ölüm gelecek ve gözlerini alacak, o ölüm ki bizleri sabahtan akşama dek izleyen, uykusuz, sağır, eski bir acı ya da anlamsız bir angarya olarak.»
Sessizlik ve yaban yeşilliklerin bürüdüğü mezarlıktan çıkarken, ağabeyimin sözlerini algılıyorum. Berlin’in Aralık gecesi buz gibi soğuk. Kar, asfalt üzerinde donmuş, Zoo İstasyonundan çıkılınca, yan köprü altındaki durakta 66 numaralı otobüsü bekliyoruz. O, Wansee’ye gidecek. Kentin Batı yakası sınırındaki göl kıyısına. Bahçenin derinliğindeki büyük, sessiz, yalnız yapıya.
— İstanbul’da mezarlarımızı hazırlamalıyız, diyor birden.
— Nereye gömüleceğim beni hiç ilgilendirmez. Ölü gövdemin ne olacağını düşünmek bile istemem. Toprakla mı, suyla mı birleşeceği, yoksa kül mü olacağı, diyorum.
Sözleri, o gece bana gereksiz bir melankoli gibi geliyor. Öylesine soğuk bir Berlin gecesinde bir de insanın kendi mezarını düşünmesi…
Şimdi Prag’da, yazarlarımın mezarları doğrultusunda çıktığım yolculuğun başlangıcında onun sözlerinde haklı olduğunu düşünüyorum. Ama gene de İstanbul kentinde bir mezarım olsun istemiyorum.
Otobüse biniyor. Pencere önünde bir yere oturuyor. Ben, kentin gece yaşamına dönüyorum. Soğuğun ve karanlığın içine.
Bir parka varıyorsun. Şimdi artık yorgunsun. Tahta sıralardan birine uzanıyorsun. Sessiz. Biraz uzağında çocuklar oynuyor. Büyükanneleri ya da dedeleri, banklardan onlara bakıyor. Öğle paydosundaki insanlar önünden gelip geçiyor. Sen de gelip geçen tüm Praglıları algılıyorsun. Parkta böylesine uzanan hiç kimse yok. Yorgunluk sınırını aşmışsın. Yürüyemiyorsun. Uyuyamıyorsun. Oturamıyorsun. Öylesine uzanıyorsun. Sana, bu yorgun kadına baktıklarını, yorgunluğunun derin uzaklığında algılıyorsun. Sen, de hangi zamanda yaşadığım bilmeyen, diş ve boğaz ağrıları ile tahta sıra üzerinde öylesine yatan kadına şaşkınlıkla bakıyorsun. Uzun süre sonra biraz gücünü toparlayabildiğinde parkı herhangi bir kapısından terk ediyorsun. Bir durakta istasyon yönünü yaşlı bir adama soruyorsun. O da sana nereden gelip, nereye gittiğini soruyor. Söylediğin kentleri ancak savaş cephelerinden tanıdığım söylüyor.
Artık caddeleri dolaşacak gücüm yok. Caddeleri düşüncelerimde uzatmam, caddeleri düşüncelerimde yaşamam gerek. Çantamı almak için istasyonda uzun bir kuyrukta bekliyorum. Çantanın altında dört tekerlek var. İstenilenvyöne çekiliyor. Çekilirken de oldukça büyük bir gürültü çıkarıyor. Bavullarını alan ve veren tüm insanlar, bu çekilen çantaya bakıyor. Sanki ilk kez böyle bir çanta görüyorlar.
Çantayı istasyonun ortasına fırlatıp, sonra da oturup ağlayabilirim. Bağırabilirim. Tüm sistemlere karşı haykırabilirim. Kafka’nın tüm yazının derinlerinden haykırabilirim. Taşra’da Düğün Hazırlıkları’ndan, Taşra Doktoru’ndan, Dâvâ’dan, Amerika’dan, Sato’dan, Felice’ye Mektuplar’ından, Milena’ya Mektuplar’ından, Günlüklerinden. Böyle bir çanta taşıdığım için utanıyorum. Her şeyimden utanıyorum. O an, söyleyebileceğim kadarını söylemeye karar veriyorum. Yazmaya. Bağırmak, haykırmak için başka olanak yok. İşte bağırıyorum. Ve beni duyan gene benim.
«Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle.»
Tren kalkmadan önce peronda gezinirken, birden Latislav’la karşılaşıyorum. Demek bu kentte tanıdığım biri var. Demek bu kentte tenini tanıdığım, bir geceyi bölüştüğüm biri var. Bratislava’ya gitmedi mi. Ben trenden iner inmez uyanmış olması gerekir. İnanılır gibi değil. Bütün gün, ben kentin başka sokaklarında, o başka sokaklarında dolaştı. Görmek istediği ben değilim. Biliyorum. Görmek istediği, benim kendime olan bağımlılığımdan taşan bağımsızlığım.
— Hani kenti birlikte gezecektik?
— Çok güzel uyuyordun Latislav.
— Kafka’nın evini gördün mü?
Nice istasyonlarda, nice limanlarda, havaalanlarında durakladım. Her gidenle gitmek istedim. Her yolculuğa çıkmak. Hiçbir yere gitmesem de, sürekli yolculuklarda olduğumu algılamakta geç kalmadım. Ama genç yaşlarda, henüz bana, yaşamı yaşanır kılan bu duyguya varmadan önce, gidememek, derin, derin, derin bir acıydı.
İşte gene raylar üzerindeyim. Ormanlar, küçük tepeler, mısır tarlaları, belki de ilk ve son kez içinden geçip gittiğim Viyana-Prag arası ne denli bildik bir dünya. Yer ve gökyüzünün renkleri, gölgeleri, bulutlar arasından sızan ışıklar, daha sonra başlayacak, bizi içine alacak karanlık, trenin geçtiği istasyonlarda, inip binen insanlar, ya da istasyon çevresindeki köylerde, kentlerde yaşayan, o an yakında bisikletle ya da yaya gelip geçen herhangi biri, kendi kendime düşündüğüm, kendi kendime konuştuğum, kendi kendime sevdiğim, kendi düşüncelerimde çıktığım sürekli yolculuklardan beni alıyor. Beni ben olarak raylar üzerinde götüren trenlerde algılıyorum gerçek dünyamı. Duran her şey sıkıyor beni.
«Çocuk, çıplak pencereden serin ve siyah tepelerdeki geceye bakıyordu, ve gözleri önünde açılan bu görünümü şaşkınlıkla algılıyordu: Puslar üzerinde hareketsiz bir berraklık. Karanlıkta hışırdayan yapraklar arasında tepeler beliriyordu. Günün tüm izleri, yamaçlar, ağaçlar, üzüm bağları, tepeler üzerinde renksiz ve ölüydü ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç’ti.»
Viyana’da, Güney İstasyonunun yan çıkışı karşısındaki Prinz Eugen Oteli’nin altıncı katında odam. Radyoyu açıyorum. Prag’a giden vagonda karşımda oturan özlemim, bu bilmediğim otelin, yabancı odasında sanki beni karşılıyor. Ondan, bu duygudan, bu istekten, içimizde yaşatma çabası gösterdiğimiz bu sevgi özleminden, özlemin biçimlendirdiği kişiden, düşüncelerimizin biçimlendirdiği derin bağalardan, bu duygular kendi dünyamızda, yalnızlığımızda kalsa da, bir rahatlık, bir kalıcılık, bir hoşnutluk akıyor. Susarken, yürürken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, boşalırken. Bu duyguyu yitirmediği sürece insanın bunalımı bile anlamlı. Duygular, bir kişi olarak belirlenmese de. Ama insan bu duygularını, birinin tenine, bedenine aktarabilirse, bunu başardığı an yaşam inandırıcı oluyor. İnsan hiç geçmesin istiyor varoluşu. Bu duyguyu yitirmemen gerek. İnsanda biçimlenmese de. Bu duygu beni yenen, içimde yaşayan ve ölen canlıyı yenen tek duygu.
Viyana’da Prinz Eugen Oteli’nin altıncı katındayım. İlk an bütün eşyaların kabalığını algıîıyorum. Sonra bu konuda hiç düşünmemeye karar veriyorum. Telefonu kaldırıp numarayı çeviriyorum. Her zamanki gibi yavaş konuşuyor.
— Viyana’dayım.
— Susuyor.
— Yarın akşamüstü ara, diyor.
Ondan bana ulaşan bir duygu var. Durgunluk diyebileceğim rahatlatıcı bir sevinç. Bunu belki de ben yaratıyorum ve onun kişiliğinde birleştiriyorum. O susarken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, solurken. Sanki bunalımı bile rahatlatıcı. O varken ya da yokken. Teninin bu denli güzelliği sonsuz durgunluktan kaynaklanıyor ve bana bu sonsuz yeryüzünden, yaşamdan ve ölümden daha da sonsuz geliyor. İşte bu duygu nedeniyle onunla olmalıyım, onsuz bile olsam. Diğer ilişkileri, nasılsa ben sahneliyorum, insan, bir başka insanla ya da herhangi bir olguyla arasındaki ilişkiyi biçimlendiremezse, bu ilişki yok demektir. Biçimlendirebildiğim bu durgunluk, rahatlatıcı durgunluk, sevindiren durgunluk belki de beni yenen tek duygu: Hem yaşayan, hem de ölü beni. Öfkesi durgun, huzursuzluğu durgun. Kendi içine doğru yaşıyor, kendi içine doğru seviyor. Ve seviştiği anlarda, suskuyla, hiçbir sözcük söylemeden, sözleri, kavramları aşan, silen, sakin soluklarla gücünü, duyurulması olanaksız sıkıntısını, konuşmamasındaki konuşmaları, suskunun sözlerini, derin iç dünyasını, henüz biçimlenmemiş düşlemelerini, durgun rahatlığı gerisindeki varoluşunu bana akıtıyor, bu duygu beni hem yaşatıyor, hem de bana ölümü mümkün kılıyor.
Telefonu kapatıyorum. Duşun altındayım. Yorgunluğumu duşun sıcak ve soğuk sularına bırakıyorum, ama sonu ve başlangıcı olmayan yolculuğu derinliğimde alakoyuyorum. Her şey yolunda. Boğazım ve dişim ağrımasa. Gecenin herhangi bir ânında ağrılarla uyanıyorum. Dişimin üzerine bir aspirin koyuyorum, bir de boğaz pastili alıp ağrılardan daha güçlü olan yorgunluğun uykusunu. yeniden uyuyorum.
Tıp, tıp, tıp diye damlayan su damlacıklarıyla uyandığımda saat dört. Kalkıyorum. Duşun kapısını ve odanın koridora açılan kapısını kapıyorum.
Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm işyerleri çalışan insanlarla dolacak. Sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar; dünyanın belli havaalanlarına doğru göklerde yol alacak. Gemilere arabalar, eşyalar yüklenecek, insanlar binecek. Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin sabahında uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümü ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalarla tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silâhla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yere bomba atacak. Bombalı pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferanslarına katılmak üzere uzak ülkelere kısa bir yolculuğa çıkacak. Bütün ülkelerin orduları savaş talimi yapacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına başlayacak. Akdeniz’de balıkçılar ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz’de kadınlar kapılarının önlerini çoktan süpürmüş, sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yollardadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın sonsuz yazlarından bir sabah. Sabah kentin büyük bir bölümünü pencerenin gerisinde görüyorum. Bu denli çok ülke, bu denli çok insan, bu denli çok roman kahramanı tanımalı mıydım? En yakın dostlarım romanların kahramanları gerisindeki yazarlar mı olmalıydı? Uçaklara, trenlere, otobüslere bu denli çok mu binmeliydim? Çeşitli kentlerin gecesinin uzantısında yaşayıp, sabahları uyanıp, gündüzleri uzun caddelerini mi yürümeliydim? Bir alan ve birkaç caddeden oluşan küçük bir kentte neden sınırlanmadı yaşamım.
Kentin geniş görüntüsünde daha uzun bakmadan masanın başına oturuyorum.
Tezer Özlü
Yaşamın Ucuna Yolculuk
Bu kitap, Tezer Özlü’nün Almanca kaleme aldığı “Auf dem Spur eines Selbsmords” (Bir intiharın izinde) adıyla 1983 Marburg Yazın Ödülü’nü alan metnin Türkçesidir.
Metinde yer alan tüm italikler Cesare Pavese’den alınmadır.