Bizi yiyip bitiren ticari kültürümüz… çift taraflı bir güçsüzleşme ile sonuçlanır: okuyucudan çalınan karışıklık ve yazardan çalınan okuyucu.
Annie Dillard, yazma üzerine “karanlıkta görmeye çalışıyoruz, sorularımızı havaya atıyoruz ve onlar da ağaçlara takılıyorlar” düşüncesini sunuyor.
Post-modernist ikon Donald Barthelme (Nisan 7, 1931 – Temmuz 23, 1989) yalnızca yirminci yüzyılın, görünürde plansız sözsel-kolaj anlatımlarıyla bilinen, en yenilikçi ve unutulmaz yazarlarından birisi değildi, aynı zamanda dile karşı özel bir duyarlılığı olan ve dilin olağanüstü büyüsünü ifade etme yeteneği olan bir yazardı. 1987 yılında yazılmış olan ve Not-Knowing: The Essays and Interviews (Bilmemek: Makaleler ve Röportajlar) isimli fantastik antolojinin ismi haline gelmiş olan “Bilmemek” isimli makalesinde Barthelme, yazmanın (hatta yaratıcı bir çalışmanın) temel bir açısını keşfediyor. Bu rahatsız edici fakat gerekli olan beceriyi Keats “negatif kabiliyet” olarak adlandırıyor; bu da bilinmeyen ve çözülmeyen şeyin içerisinde kalarak, onları yaratıcı bir çalışma için ham madde olarak kullanma yeteneği anlamına geliyor.
Barthelme, profesyonel bir bilmeyen olarak yazarın tanımı ile konuya giriyor:
Yazar, bir işe girişirken, ne yapacağını bilmeyen kişidir…
Yazmak, bilmemek ile ilgilenme sürecidir; ne ve nasıl sorularının getirdiği bir baskıdır. Hepimiz yazarların yeni bir kitaba başlarken nasıl ilerleyecekleri konusunda, ne yazmaları gerektiği ve bunun nasıl yazılabileceği konusunda – daha önce birçok kez yapmış olmalarına rağmen – tamamen kafalarının karıştığını duymuşuzdur. Ortada yalnızca bir kaşıntıdan daha büyük olmayan, ince bir sezi vardır. Bu duruma eklenen endişe ise önemsiz değildir. Beckett, Bram van Velde için “Çizecek hiçbir şey yok ve çizmek için bir araç da yok” demiştir. Bilmemek kolay değildir çünkü etrafı yasaklarla, tercih edilmeyecek yollarla sarılıdır. Bir sanatçı ne kadar ciddiyse, o kadar fazla problemi göz önünde bulundurur ve bir o kadar faktör de onun olası girişimini kısıtlar…
Daha sonra ciddi bir yazarın temel problemlerini değerlendiriyor:
Problemler birer huzurdur. Wittgenstein bazı filozofların “problem yokluğundan” acı çektiklerini ve böyle bir ortamda da onlara etraflarındaki her şeyin basit göründüğünü ve dolayısıyla yazdıkları şeylerin de “ölçülemez derecede sığ ve saçma” olduklarını söylemiştir. Aynısı yazarlar için de geçerli olabilir…
Şu anda bir yazarın görevini tanımlama konusundaki problemler (ya da yazarın kendisine problem olarak seçtiği şeyler) iletişimi kolaylaştıran, kollarını açarak okuyucuya doğru koşan türden şeyler değildir – aksine, tam tersidir. Şimdi size, dil ile ilgili olan, önemli olduklarını düşündüğüm üç zorluktan bahsedeceğim. Öncelikle, sanatın kendisinin izdüşümü vardır… Ele alınan dildeki tazeliği eski haline getirmek içindir ve birlikte sanat icra etmenin tamamen mümkün olacağı bir dil bulma çabasıdır. Bu, bir asır öncesinde de olduğu gibi, bugün de konunun temel temasıdır ve güçlü bir problemdir. İkinci olarak, dilin zamanla çeşitli şeyleri manipüle etmek amacıyla kullanılmasından oluşan politik ve sosyal kirlilik ve bunun dolayısıyla da “temiz” bir dil olarak adlandırılabilecek şeyi bulma çabası vardır… Son olarak, çağdaş kültürün en geniş anlamıyla dilin üzerine yaptığı baskı vardır – demek istediğim, bizi yiyip bitiren ticari kültürümüz… Çift taraflı bir güçsüzleşme ile sonuçlanır: okuyucudan çalınan karışıklık ve yazardan çalınan okuyucu.
Bu “zorlu” problemleri hesaba katarak Barthelme şunu ekliyor;
Sanat, zor olmayı dilediği için zor değildir; sanat olmayı dilediği için zordur. Bir yazar kendi çalışmasında ne kadar sade, dürüst, anlaşılır olmayı isterse istesin, bu meziyetler artık onun için geçerli olmayacaktır. Sade, dürüst ve anlaşılır olma konusunda çok da bir şey olmadığı keşfeder: bizim aradığımız şey konuşulamayan, şimdiye dek konuşulmamış olan iken, o konuşulabileni konuşur.
Barthelme, dilin kendi öz-bilinçliliğinin bu zorluluğa ve yazma eylemindeki gerekli olan dolaylı olma konusuna büyük katkısı olduğunu iddia ediyor:
Kendi davranışlarından derin olarak şüphe duyan bir dile sahibiz. Bu şüphe, bu yüzyılın başında Hemingway’in fark ettiği; gurur, şeref ve ülke gibi kelimelerin yalancı tanıklık ettikleri ve satın alındıkları ve şüpheciliğin artık daha derin olduğu ve ayrıca dil bilimci filozoflar, yapısalcılar ve gösterge bilimcilerin araştırmaları tarafından bilgilendirilmiş oldukları konularından farklı olmayan bir şüphedir. Hatta bağlaçlar bile dikkatlice incelenmeli. Wittgenstein, “her kelimeyi, ona uygun olan his ile okuyorum” diyor; “Örneğin ‘ama’ kelimesini ama hissiyle…” Haksız değil. O’nun ama hissi dediği bu şey bizleri, onun dayandığı ifadeyi düşünme vaktini bulamadan önce, baş aşağı kaygan zemine yollayan şey değil midir?
Günümüzde haberlerdeki incelik eksikliği benim sıklıkla üzüntü duyduğum bir konu. Fakat bu kesinlikle bizim çağımıza özgü bir şey olmamasına rağmen – Virginia Woolf’un intihar mektuplarına medyanın değerlendirme şeklinin de ispat ettiği gibi – Barthelme’nin kelimeleri bugün, tıklanma yemi ve listeler içeren medya manzarasında, iki katına çıkmış bir keskinlik ile kulaklarda çınlıyor:
Bir zamanlar belirli bir miktarda incelik ve zevkli, iyi edebiyat ile ilgilenmiş olan eski gazete kültürü şok edici bir şekilde kötüye gitti… Eskiden bir kâğıda sahte alıntılar koyup onları Ambrose Bierce’a ithaf edebilirdik ve yeterince okurun bu şakayı anlayıp, onu hem yazar hem de okuyucular açısından değerli kılacaklarını bilirdik; artık böyle bir şey yok… Birisi ticari kültür aracılığıyla, yüksek kültüre vahşi bir özellik eklediği zaman insan sessizliğin çekiciliğini takdir etmeye başlıyor – örneğin; sanattaki herhangi bir yeniliğin Batı Broadway’deki Mary Boone Galerisinden, 57. Cadde’deki Henri Bendel’in vitrinlerine ulaşma süresi hesaplarıma göre kırk beş dakika sürüyor.
Daha sonra yazarın toplumdaki rolüne, iyi ya da kötü eleştiri ile birbirine geçişen role dönüyor:
Eğer bir yazar, çalışmanın kendi kendini yazmasının bir aracı olarak, ortam ile ilgili rahatsızlıklar birikintisi için bir tür paratoner olarak, zamanın ruhunun oklarını parçalanmış kalbine zapt eden bir Aziz Sebastian olarak ele alınırsa bu, sanatçının geleneksel görüşünü çok da fazla değiştirmeyecektir. Fakat eleştirel emperyalizmin büyük bir kısmına yetki verecektir.
(…)
Eleştiride [bazı türlerinde] bir duraklama veren saldırı unsuru vardır. Yapısal çözümleme, kendi amaçlarını şaşırtıcı bir dürüstlükle ilan eden bir girişimdir. Herhangi bir sanat çalışması karışık bir karşılıklı bağlılık serisine bağlıdır…
Modern eleştirmenler bir metni “iyileştirmekten” bahsederler ve muhtemelen kendisinin hasta olduğunun bile farkında olmayan, hasta bir metnin sağlığına hızlıca ve mümkün olduğunca şiddetli bir bakıcılık yapılmasını önerirler. Çağdaş eleştirinin rekabet eden ve çoğunun içeriği zengin olan yöntemlerde; bir çeşit yüksek beklenti zorbalığının bulunduğunu ve bunun sebebinin ise son açıklamaları yapmak için bir şiddet olduğunu ve çalışmasının içerisine herhangi bir gizem unsurunun girmesini reddetmek olduğunu savunuyorum. Umarım gizemin var olduğunu söyleyerek kendimi bu gizemliliğin içerisine çekmiyorumdur. Bu paradoksta doğrudan bir çıkış yolunun olduğunu düşünmüyorum. Bir gizemi paramparça ederseniz elinizde parçalar kalır, gizem değil – yalnızca bunu söylüyor ve geçiyorum.
Barthelme, zihinsel çevikliği ile daha sonra fiziksel, sözsel ve mecaz ve de bunları ayırmanın gerekli dağınıklığı arasındaki etkileşime değiniyor:
Gelin masamın durumunu tartışalım. Dağınık, biraz dağınık. Dağınıklık hem fiziksel (kahve bardakları, sigara külleri) hem de ruhsal (ödenmemiş faturalar, yazılmamış romanlar). Bu masanın başında oturan adamın duygusal hayatı da ayrıca dağınık – Hilda ve Heidi isimlerindeki ikizlere âşık oldum ve bir coşku anında Bolivya ordusuna katıldım. Masanın bulunduğu apartman daha önce Moonbeam McSwine’a kiraya verilmiş gibi gözüküyor. Apartmanın dışındaki sokaklarda eriyen kar bir azalma çeşitliliği seçeneği ve benzerlerini ortaya çıkardı. Üstelik ülkenin sosyal düzeni de dağınık, dünyanın durumu da düzensiz. Bu dağınıklığı nasıl betimledim ve eğer başardıysam, ne yaptım da başardım?
(…)
Bu “dağınıklığı” yeterince, onu hissedebildiğiniz noktaya kadar – aslında ideal olarak sizi çok korkutmalı – betimlemek için ben durumun uygun gördüğü şartlardan daha grafik olmak zorundaydım…
Benim, “dağınıklığı” betimlemeye kalkışırken seçtiğim kelimeler, tıpkı diğer kelimeler gibi, etkisiz değiller; aksine kızgın bir şekilde meşguller. Çikolatanın kendisinin tadı ile ‘çikolatanın kendisinin tadı’ kelimelerini birbirlerine karıştırmıyoruz fakat çikolatanın tadındaki güzelliği ve şok etkisini kaçırıyoruz. Kelimelerin haleleri, tabakaları, sarkıkları, ekoları vardır. Örneğin “hale” kelimesi bize birazcık geç tanıştığımız Aziz Hilarius’u çağrıştırabilir. Tabaka kelimesi azizin halesinin üzerindeki kalayın parlaklığını akla getirebilir. Sarkık kelimesi akla sıkıcı bir insan olan Aziz Hilarius ile olan bir akşam yemeği randevusunu getirebilir. Eko kelimesi de bizleri bir halenin tabakasının sarkığındaki White Rock kızı gibi dengede duran Echo’nun kendisine götürür – zavallı kızın, Narcissus’un sonsuza dek çiçek açtığı göle girmesini istemeyiz, eğer girerse alınları çarpışır ya da belki ayaklarına yakın bir yerleri çarpışır, bu bir skandal. Hilarius’un halesinin her yerine çikolata bulamış – pis, dağınık…
Barthelme, Virginia Woolf’un “kelimeler birbirlerine aittir” ifadesini hatırlatarak, insan ve makine arasındaki önemli yaratıcı farkı ele alıyor – bilmemek, sanatçının değeri (ve bu durumda bilim adamının da değeri) ile bilgisayarın tahmin edilebilir kesinliği arasındaki zıtlığa dair bir farklılık:
Kelimelerin tümleşik çevikliklerinin, ısrarlı anlam üretimi ile bir kez birlikte uyumasına izin verildiği zaman bu durum yazarın kendisini şaşırtmasına neden olur, sanatı mümkün kılar, henüz karşılaşmadığımız varlıkları ortaya çıkarır. Kendi çıktılarını denetleyen bir eleştirmen-bilgisayar ile bilgisayarların bizim için bu tür bir şeyi yapabileceği iddia edilebilir. Bilgisayarlar şaka yapmayı öğrendikleri zaman sanatçıların başı gerçekten derde girecektir. Fakat bu duruma sanatçılar da bilgisayar için imkânsız olan bir sanat şekli ile tepki vereceklerdir. Sanatı; teknolojiyi de hesaba katarak (yani dışarıda tutarak) yeniden tanımlayacaklardır – fotoğrafın resim üzerindeki etkisi ve resmin de ona dâhice cevabı; bu durum için açık ve güncel bir örnek.
Dünyanın kendisini esere gizlice sokmak için kullandığı dilin açılarından birisi kelimelerin evvelki tarihidir. Eğer kelimeler dünya tarafından bozulabiliyorlarsa, pozitif bir anlamda kullanılabilecek olan dünya unsurlarını eserin içerisine de taşıyabilirler. Kendimize dezavantajlarımızdan avantaj çıkarma izni vermeliyiz.
Barthelme, kısıtlamaların genelde yaratıcılığımızı baskılamak yerine genişlettiğini kabul ederek, tarz konusunu ele alıyor:
Tarz, bir seçim meselesi değildir… Aksine, kısıtlamaya verilen bir cevap ve yakalanan bir fırsattır. Bir kısıtlama genellikle bir fırsattır.
Daha sonra tarihin en güzel sanat tanımını ekliyor:
Sanat daima, bir dış gerçeklik yansıması ya da beceriksizce bir dış gerçeklik “olma” çabasından çok, dış gerçeklik üzerine yapılan bir meditasyon olmuştur.
(…)
Birkaç yıl önce Willem de Kooning’in Doğu Hampton’daki stüdyosunu ziyaret ettim. O büyük kapılar açıldığında insanın telaş içerisindeki yeşil dış dünya ile resimler arasındaki bağlantıyı görmemesi imkansızdır – bu şok edici bir şey. De Kooning’in doğayı sanata biçimlendirme şekli gizemini kesinlikle korumaktadır fakat şiddetli bağlantı oradadır, ben onu gördüm. Bir gün Broadway’de Elaine de Kooning’in stüdyosundaydım; metal heykeltıraşı olan Herbert Ferber’in stüdyoyu işgal ettiği bir zamandı, yerden çok korkunç bir çarpma ve vurma sesi geldi. “Bu da ne?” diye sordum ve Elaine şöyle dedi: “Ah, Herbert düşünüyor”“
Susan Sontag’ın edebiyat tasarısı ile ilgili görüşüne benzerlik gösteren bir düşüncesinde Barthelme konuyu sanatın ve tarzın nihai amaçlarını ele alarak kapatıyor:
Sanat, zihnin aktivitesinin gerçek bir açıklamasıdır. Çünkü bilinçlilik… Daima bir şeyin bilinçliliğidir; sanat her zaman dünyayı düşünür, düşünmemeyi düşünemez, istese bile ona arkasını dönemez. Bu onun bir postacı kadar dürüst olacağı anlamına gelmez; daha çok bir zenne gibi gözükecektir. Daha önce belirttiğim problemler (ve aynı zamanda belirtmediklerim) karışıklığı güçlendirir. Cioran, “niyeti sadelik olan bir tuvalin önünde çok fazla zaman harcamayız” diyor. “Özel bir karakterin müziği, sorgulanamaz şekilleri bizim sabrımızı tüketir; fazla aşikâr olan bir şiir de anlaşılamaz.” Flannery O’Connor, birinci sıralardan bir sanatçı, bir sayfa üzerinde komik gözüken herhangi bir şeyi sevmiyordu ve onun hoşnutsuzluğu, çocuksu bir deneyselciliğin inatçı bir ifadesi olarak algılandı. Acaba aynı zamanda duvar üzerinde komik gözüken herhangi bir şeyi de sevmiyor muydu? Eğer öyleyse bu şiddetli bir kayıp. Sanat tek bir yerde kalamaz. Aşağı, yukarı, karşıya, hatta dörtnala geçmişe doğru birazcık hareket, gerekli bir ön koşuldur.
Tarz bizim, tekrar hayal edebilmek için, konuşmamıza olanak sağlar. Beckett “ölünün uzun sonatından” bahsediyor –bize en düzensiz ve tedirgin edici gelen şeyin üzerine düzenli ve hatta yüce bir tasarım koyuyormuş gibi bir etki veren sonat kelimesi durup dururken nereden çıktı? Gerçeğe meydan okunmuyor fakat gerçek, yeni bir yol aracılığıyla, bir an için anlaşılıyor. Alternatif gerçeklikler ve diğer olasılıkları hayal edebilmek bizim şanslılığımızdır. Dünya ile yapıcı bir şekilde bozuşabiliriz (dünya üzerinde hiç kimse Beckett’dan daha kapsamlı ve görkemli bir şekilde dünya ile bozuşmamıştır). Baudelaire; “ilerleme halindeki inanç, bir aylaklar ve Belçikalılar doktrinidir” diyor. Belki de. Fakat bu noktada önerebileceğim alışılmışın dışında olan tek şey şudur; bana göre sanatın tasarısı temelde iyileştiricidir. Dünya üzerine kafa yormanın amacı en sonunda dünyayı değiştirmektir. Onun etik boyutunu sağlayan şey ise edebiyatın iyileştirici yönüdür.
Brain Pickings by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)