Hiçbir zaman mutlu olmayabilirim ama bu gece halimden memnunum. Boş bir ev, güneşin altında çilek fideleri dikerek geçirilen bir günün sıcak ve puslu yorgunluğu, bir bardak soğuk, şekerli süt ve kremaya yatırılmış bir tabak dolusu böğürtlen gibisi yok. İnsanların kitapsız, okulsuz nasıl yaşayabildiklerini şimdi anlıyorum. Uzun bir günün sonunda insan böyle yorulduğunda uyumalıdır; çünkü ertesi sabah şafak vaktiyle dikilecek daha çok çilek fidesi vardır; yaşamaya işte böyle devam eder, toprağa yakın. Böyle zamanlarda daha fazlasını istediğim için tam bir ahmak olduğumu düşünürüm…
Ilo1 bugün çilek tarlasında, “Rönesans ressamlarını sever misin? Raphael’i ya da Michelangelo’yu mesela?” diye sordu. “Bir ara Michelangelo’nun bazı tablolarını kopyalamıştım. Peki ya Picasso hakkında ne düşünüyorsun? O da bacak diye bir daire ve küçük bir tahta çizen şu ressamlardan.” Çilek sıralarının arasında yan yana çatışıyorduk, uzun bir süre tek kelime bile etmiyor, sonra ansızın o ağır Alman aksanıyla sohbete girişiyordu. Güneşte yanan yüzü gülümsemekten kırış kırış olmuş halde, doğruldu. Bodur, kaslı vücudu da bronzlaşmıştı, san saçlarınıysa başına sardığı beyaz bir mendilin altında toplamıştı, “Frank Sinatra’yı sever misin? Amma duygusal, amma romantik, tam da ay ışığı dolu geceler, Ja2?
Boş bir odanın zeminine ansızın vuran mavimsi bir ışık. Ve ben bu ışığın sokak lambasına değil, aya ait olduğunu biliyordum. Böylesi bir gecede bakir, temiz, sapasağlam ve genç olmaktan daha müthiş ne olabilir ki? (Tecavüze Uğramak)3
Bu gece berbattı. Her şeyin birleşimiydi. Goodbye, My Fancy!4 oyununun; kadın kahramanı gibi trençkotlu bir muhabir olmayı çocukça arzulamanın; bana hayranlık duyan, beni en az kendimi anladığım kadar anlayan bir adam tarafından sevilme isteğinin birleşimi. Ve bir de nazik davranmak için kendini zorlayan, tek istediğinin işi pişirmek olduğunu söylediğimde kalbi kırılan Jack. Para bolluğunun her yerde göze çarptığı şehir kulübündeki akşam yemeği de vardı. Ve sonra şu şarkı… tam dans etmelik. Louie Armstrong pişmanlıkla buğulanmış bir sesle, “l’ve flown around the world in a plane, settled revolutions in Spain, the North pole I Have charted… still I can’t get started with you”5 sözlerini söylemeye başlayana kadar o şarkı olduğunu anlamamıştım. Jack, “Daha önce duymuş muydun?” diye sordu. Bense gülümsedim, “Ah, tabii.” Bob’du6. Benim için her şeyi rayına oturtan çılgın bir şarkı ve uzun sohbetlerimizdi, beni dinlemesi ve anlamasıydı. Ve onu sevdiğimi biliyordum.
Bugün ağustosun ilk günü. Hava sıcak, buğulu ve nemli. Yağmur yağıyor. Bir şiir yazasım var. Ama ret mektuplarından birinde ne yazdığını anımsıyorum: Sağanak yağmurun ardından, Yağmur isimli şiirler yağar ülkenin dört bir yanından.
Benim için, şimdi sonsuzdur, sonsuzsa durmadan değişir, akar, erir. Hayatsa şu andır. Geçip gittiğinde artık ölmüştür. Ama her yeni anda sil baştan başlayamazsın. Ölmüş olana göre yargılamak zorundasın. Tıpkı bir bataklık gibi… daha en başından umutsuz. Bir öykü, bir resim biraz merak uyandırabilir ama yeterince değil, yeterince değil. Şu andan başka hiçbir şey gerçek değil ama ben yüzyılların ağırlığı altında boğulduğumu hissediyorum. Tıpkı şimdi benim yaptığım gibi, bir zamanlar, yüzyıl önce bir kız yaşıyordu. Şimdiyse ölü. Ben şimdiyim ama biliyorum, ben de göçüp gideceğim. Zirvedeki o an, ani bir parıltı gelir ve seni alıp götürür, sonrası süregelen bataklık. Ama ben ölmek istemiyorum.
Bazı şeyleri yazmak çok güç. Başına bir iş geldikten sonra, bunu yazmak için oturuyorsun veya olayı dramatize ediyorsun ya da rolün hakkını veremiyorsun, yanlış kısımlarını abartıp, Önemli olanları göz ardı ediyorsun. Her koşulda, asla istediğin şekilde yazamıyorsun. Bu öğlen başıma gelenleri bir şekilde kâğıda dökmek zorundayım. Anneme anlatamam; en azından, bunu henüz yapamam. Eve geldiğimde benim odamdaydı, giysileri toparlıyordu ve bir şeyler olduğunun farkına bile varmadı. Azarlayıp dır dır dır konuştu da konuştu. Yani onu susturup da bir şey anlatamadım. Nasıl görünürse görünsün, bunu yazmak zorundayım.
Çiftlikte bütün öğleden sonra yağmur yağdı. Desenli, ipek bir eşarbın altına soktuğum saçlarım ıslanmış, kazağımın üstünde kırmızı kayak ceketim olsa da üşümüştüm. Bütün öğlen fasulyelerle uğraşmış, üç kile fasulye ayıklamıştım. Saat beş olduğundan, artık insanlar çıkıp gidiyorlardı ve ben de eve bırakılmak için arabaların yanında bekliyordum. Kathy daha yeni gelmişti, bisikletine atlarken, “İşte Ilo geliyor,” diye seslendi.
Şöyle bir baktım, sahiden de oradaydı, kafasına bağladığı her zamanki beyaz mendili ve eskimiş haki gömleğiyle bize doğru geliyordu. Çilek tarlasında birlikte çalıştığımız o günden beri onunla muhabbetimiz iyiydi. Bana çiftliğin -tüm detayları ve gerçekliğiyle- dolmakalemle çizilmiş bir eskizini vermişti. Şimdiyse çocuklardan birinin karakalem resmini çizmeye çalışıyordu.
“John’un resmini bitirdin mi?” diye seslendim ona.
“Ah, evet evet,” diyerek gülümsedi. “Gel de gör. Bu son şansın olabilir.” Çizimi bitirdiğinde bana göstereceğine söz vermişti, bu yüzden o ahıra doğru ilerlerken ben de ona yetişip peşi sıra yürümeye başladım. Ahırda kalıyordu.
Yolda, Mary Coffee’nin yanından geçtik. Mary’nin bana biraz tuhaf baktığını hissettim. Her nedense gözlerine bakamadım.
“Hallo7‘ Mary,” dedi Ilo.
“Merhaba Ilo,” dedi Mary garip, donuk bir sesle. Ginny’nin, Sally’nin ve traktörleri bıraktıkları barakada kurumaya çalışan bir dolu çocuğun yanından geçtik. Biz yanlarından geçerken bir uğultu yükseldi. Tekdüze bir ezgi, “Ah, Sylvia.” Yanaklarım kızardı. “Bana neden sataşmak zorundalar ki?” diye sordum. Ilo gülmekle yetindi. Çok hızlı yürüyordu. “Birazdan eve gidiyoruz,” diye bağırdı Milton çamaşırhaneden.
Başımı salladım ve yere bakarak yürümeye devam ettim. Derken ahıra vardık; at ve rutubetlenmiş saman kokan, yüksek tavanlı devasa bir odaydı. içerisi loştu; at bölmelerinin diğer tarafında başka bir siluet gördüğümü sandım ama emin olamadım. Ilo tek kelime bile etmeden dar, upuzun ahşap basamakları tırmanmaya koyuldu.
“Yukarıda mı yaşıyorsun? Bütün bu basamakların tepesinde?”
Yukarı çıkmaya devam etti, ben de onu izledim, en üst basamakta biraz tereddüt ettim.
“İçeri gel, içeri gel,” dedi, bir kapıyı açıp. Resim oradaydı, onun odasında. Eşikten içeriye bir adım attım. İki pencereli daracık bir yerdi, çizim ıvır zıvırlarıyla dolu bir masa ve üstü koyu renkli bir battaniyeyle örtülmüş bir karyola vardı. Radyonun durduğu sehpanın üzerine birkaç portakal ve süt konmuştu.
“İşte,” diyerek resmi uzattı. John’un karakalem çizilmiş iyi bir portresiydi bu.
“Nasıl yapıyorsun bunu? Sadece bir kurşunkalemin ucuyla?”
O zaman dikkat etmemiştim ama şimdi Ilo’nun kapıyı kapatışını, müzik çalsın diye radyoyu açışını hatırlıyorum.
Hızlı hızlı konuşarak bana bir kalem gösteriyordu. “Görüyor musun, kurşun buradan çıkıyor, istediğin boyutta.” Yakınlığının fazlasıyla farkındaydım. İçlerinde kahkaha izleri taşıyan mavi gözleri ürkütücü derecede yakınımdaydı, küstahça bana bakıyordu.
“Gerçekten gitmek zorundayım. Beni beklerler. Resim çok güzeldi.”
Yüzünde bir gülümsemeyle, kapıyla aramda dikiliyordu. Tek bir hamlede eliyle kolumu kavradı. Ve ansızın ağzını benimkine dayadı. Sertti, ateşliydi, dili dudaklarımı delip geçmeye çalışıyordu, vücudumu saran kolları çelik gibi kuvvetliydi.
“Ilo, Ilo!” Çığlık mı attım, yoksa fısıldadım mı bilmiyorum, kollarından kurtulmak için mücadele ediyor, onu çılgınca yumrukluyordum ama onun müthiş gücü karşısında boş bir çabaydı bu. Nihayet beni bıraktı ve geri çekildi. Ağladığımı, korktuğumu görünce, yüzünde şaşkın ama eğlenen bir ifadeyle, alay edercesine yüzüme baktı. Daha önce beni kimse böyle öpmemişti ve ben arzu, elektrik, titremeyle dolup taşar halde orada öylece dikiliyordum. “Neden, neden?” Anlayışlı, ama hor gören sesler çıkarıyordu.
“Sana biraz su vereyim.”
Bana bir bardak su doldurdu, suyu içtim. Kapıyı açtı, önümü görmeden tökezleyerek aşağıya indim, Maybelle ve Robert’ın, adımı çocukların kelimeleri yanlış söylemesi gibi telaffuz eden bu iki siyahi çocuğun yanından geçtim. Sonra da sessiz, karanlık bir varlık gibi orada öylece dikilmiş duran anneleri Mary Lou’nun…
Ve dışarıdaydım. Bir kamyon önümden geçip gitti. Ahırın arka tarafından geliyordu. İçinde Bernie vardı – – – çamaşırhanedeki o korkunç, kısa boylu, kaslı çocuk. Gözleri kötücül bir hazla pırıldadı ve hızla geçip gitti, bu yüzden ona yetişemedim. Yoksa o da ahırda mıydı? Ilo’nun kapıyı kapadığını görmüş müydü, benim dışarı çıktığımı görmüş müydü? Görmüş olmalı.
Çamaşırhanenin yanından geçerek arabalara doğru yokuş yukarı yürüdüm. Bernie arkamdan sesleniyordu, “Neden ağlıyorsun?” Ağlamıyordum. Kenny ve Freddy traktörle yanımdan geçiyorlardı. Evlerine giden bir grup çocuk gözlerinin ta içinde bir yerlerde yanıp sönen bir ışıkla bana bakıyordu. “Öptü mü seni?” diye sordu içlerinden biri, yüzünde imalı bir gülücükle.
Midem bulanıyordu. Biri benimle konuşmaya kalksa cevap verecek halim yoktu. Sesim, büyük ve paslı bir yumru olmuş boğazımı tıkıyordu.
Bay Tompkins, Kenny ve Freddy’nin hayvan taşıdıkları bu eski traktörü çalıştırmalarını izlemek için tulumbanın başına geldi. Kibar davrandılar ama biliyorlardı. Hepsi biliyor olmalıydı.
“İşte tatlı şey,” dedi Kenny.
“Tatlı şey, melek yüzlü,” dedi Freddy.
Böylece gayet iyiymişim gibi, hiçbir şey olmamış gibi yüzümde bir gülümsemeyle, kollarımı önümde bağlayıp orada öylece dikildim, vızıldayan motoru izledim.
Eve giderken Milton benimle birlikte arka koltukta oturdu. Arabayı David kullanıyordu, Andy de ön koltuktaydı. Hepsi gözlerinde raks eden o pırıltıyla bana bakıyorlardı. David sert, gergin bir sesle, “Çamaşırhanedeki herkes ahıra gidişini ve oynaşmanızı izledi,” dedi.
Milton resmi sordu. Biraz sanattan ve çizimden bahsettik. Hepsi çok kibardı. Sanırım kıl payı kurtuluşum içlerini rahatlatmıştı; ağlamamı bekliyor gibiydiler. Biliyorlardı, yine de biliyorlardı.
Şimdi evdeyim. Ve yarın o lanet çiftliktekilerle yüz yüze bakmak zorundayım. Tanrım, bütün bunlar bir rüyada yaşanmış da olabilirdi. Şimdi bakınca öyle olduğuna neredeyse inanacak haldeyim. Ama yarın adım herkesin dilinde olacak. Keşke biraz ukala ya da arsız olabilseydim ama çok korkağım. Keşke beni öpmeseydi. Yalan söylemeye, öpmedi demeye mecburum. Ama biliyorlar. Hepsi biliyor. Ve bunca insanın karşısında ben tek başıma neyim ki?…
Bu sabah sol taraftaki iki yirmilik dişimi çektirdim. Sabah saat dokuzda dişçinin odasına girdim. Havalı matkap ya da gaz maskesi gibi bariz işkence aletleri görürüm diye odaya hızlı, kaçamak bir bakış attıktan sonra, beni bekleyen kaderimin ağırlığıyla çabucak dişçi koltuğuna oturdum. İşkence aleti falan yoktu. Doktor, önlüğü boynuma geçirip iğneledi; ağzıma bir elma tıkıştırıp kafama birkaç dal maydanoz serpiştirmesi için hazır sayılırdım. Ama hayır. Tek yaptığı, “Gaz mı, iğne mi?” diye sormak oldu. (Gaz mı, iğne mi? Hah, ha! Elimizde neler var görmek ister miydiniz, hanımefendi? Yanarak ya da boğularak ölmek, bir kurşunla ya da boynunuza geçirilmiş bir ilmekle. Müşteri memnuniyeti her şeyden önce gelir.) “Gaz,” dedim sertçe. Hemşire gizlice arkamdan yaklaştı, burnumun üstüne, boruları yanağımı fena halde kesen oval, kauçuk bir hazne kapattı. “Derin derin nefes al.” Gaz usulca ilerliyordu; tuhaf ve mide bulandırıcı ölçüde tatlıydı. Karşı koymadım. Dişçi ağzıma bir şey soktu ve gaz iri yudumlar halinde gelmeye başladı. Bense gözlerimi ışığa dikmiştim. Işık titriyor, sallanıyor, küçük parçalara ayrılıyordu. Küçük yanar-döner parçalardan oluşan bütün o takımyıldızlar ritmik bir kavisle sallanmaya başladı, başta yavaş, sonra hızlı, daha da hızlı. Artık güçlükle nefes almak zorunda değildim; ciğerlerime bir şey pompalanıyordu, nefes verdikçe ağzımdan acayip, hırıltılı bir soluk çıkıyordu. Ağzımın gülümsüyormuşum gibi yayıldığını hissediyordum. Demek böyle oluyordu… bu kadar basitti ve bana bundan kimse bahsetmemişti. Kendimden geçmeden önce yazmak zorundaydım, nasıl olduğunu anlatmak zorundaydım. Sağ elimin kavisin ucu olduğunu hayal ettim, elimi kubbeleştirdim ama ben tam elimi bu şekle sokarken, kavis ivme kazanarak diğer tarafa doğru sallanıyordu. Ne kadar da zekiler, diye düşündüm. Bu hissi sır gibi saklıyorlardı; yazmana bile müsaade etmiyorlardı. Ve tam da o anda, bir korsan gemisindeydim, arkasında durup elleriyle kavradığı dümenini çevirirken kaptanın yüzü dikkatle bana bakıyordu. Siyah ve yeşil yapraklardan sütunlar vardı ve kaptan yüksek sesle, “Pekala, usulca kapat, usulca,” diyordu. Derken gün ışığı jaluzilerin arasından odaya doldu; güçlükle nefes alıp veriyor, ciğerlerimi havayla dolduruyordum. Ayaklarımı, kollarımı görebiliyordum; işte oradaydım. Bedenime geri dönmekte epey zorlandım… kendime ulaşmak için epeyce yol aldım. Ellerimi havaya kaldırdım, başıma götürdüm; ellerim titriyordu. Artık bitmişti… bir sonraki cumartesiye kadar.
Emile. İşte onun adı bu. Ne anlatabilirim ki? Cumartesi akşamı saat dokuzda bu yakışıklının arayıp beni telefona istediğini, daha o sabah yirmilik dişlerimden ikisini çektirdiğim için hala halsiz olduğumu anlatabilirim. İki çift olarak Ten Acres’a dans etmeye gittiğimizi, diğerleri bira içerken benim bütün akşam boyunca, beş bardak sarı renkli zencefilli gazozu son damlasına kadar içtiğimi anlatabilirim. Ama asıl olay bu değil. Hem de hiç. Asıl olay şuydu. Yavaş yavaş hazırlandım, kremlenerek, parfüm sürerek, pudralanarak. Ailem aşağıda verandada misafirlerle sohbet edip gülüşürken, ben yukarıda usul usul yağan yağmurun eşliğinde, gri renkli ıslak alacakaranlıkta oturuyordum. Ben buyum işte, diye düşünüyordum, baştan çıkarmak için giyinip süslenmiş Amerikan bakiresi. Cinsel hazla dolu bir akşama çoktan hazır olduğumun farkındaydım. Birileriyle çıkardık, gezip tozardık ve iyi kızlarsak şayet, belli bir noktaya kadar utangaç davranırdık. Bu böyle sürüp giderdi. Bara girip oturduk, çifter çifter. E. ve ben ilk tanışma anının yarattığı tuhaflığı üstümüzden atmaya çalışıyorduk. Konuşmaya başladık – – – bu sabah katıldığı cenaze töreninden, omurgasını kıran ve ölünceye dek felç kalan yirmi yaşındaki kuzeninden, daha on iki yaşında zatürreden ölen kız kardeşinden… “Aman Tanrım, bu gece amma bunalım takılıyoruz,” dedi irkilerek. Ve sonra, “Hep neyi sevmişimdir biliyor musun… yani demek istediğim, neyi sevmek istemişimdir? Koyu renk gözleri ve san saçları.” Böylece havadan sudan, tekrar tekrar söyleyince sözcüklerin anlamlarını nasıl yitirdiklerinden; şahsen tanıma şansım elde edene kadar zencilerin nasıl tıpatıp birbirine benzediklerinden; nasıl her zaman en iyi durumda olduğumuz yaşı en çok sevdiğimizden bahsettik. “Warrie’ye acıyorum,” dedi, başıyla diğer çocuğu işaret ederek. “Yirmi iki yaşında, Amherst’ten çıkıp gelmiş ve hayatının geri kalanında çalışıp didinmek zorunda. Şöyle bir hesaplıyorum da… üniversitenin bitmesine sadece iki yıl kaldı.”
“Bilmez miyim, doğum günlerinden hep ürkmüşümdür.”
“Olduğun kadar genç görünmüyorsun.”
“İnsanların yaşlanmaya nasıl katlandıklarını hiç anlamıyorum,” dedim. “İçin tamamen kuruyup gidiyor. Gençken nasıl da bağımsız oluyorsun. Dine bile öyle çok ihtiyacın olmuyor.”
“Acaba bir Katolik falan olabilir misin sen?” Sanki ihtimal dışı bir durummuş gibi sormuştu bunu.
“Hayır. Sen?”
“Evet.” Bunu oldukça alçak sesle söylemişti.
Biraz daha havadan sudan konuşma, biraz daha kıkırdaşma, gözucuyla süzme, her yeni zaferi bu denli zevkli hale getiren dile getirilmemiş fiziksel sürtüşmenin daha nicesi. Havada, var olmam için en ideal ortamı yaratan erkeksiliğin güçlü kokusu vardı. Bu gece Emile’de benim ruh halimle bir çocuğun yapbozunun iki parçasının birbirine uyması gibi uyan bir şeyler vardı, bir parça ağırbaşlılık, bir tür kimyasal çekim. Güzel bir yüzü, koyu renk saçları, iri, simsiyah gözbebekleri olan gözleri vardı; düz bir burun, ışıl ışıl çarpık bir gülüş, sinekkaydı bir çene. Çok güzel yaratılmış elleri küçük ve duyarlı. Neler olacağını adım gibi biliyordum. Dans pistinde beni kendine çekti, penisinin sertliği karnıma değiyordu, onun göğsüne dayalı göğüslerim kaskatı kesilmiş sızlıyordu. Ve damarlarımda ılık şarap akıyordu sanki, mahmur, heyecan verici bir sersemlik. Yüzünü saçlarımın içine gömdü; yanağımdan öptü. “Bana bakma,” dedi. “Yüzmeden yeni geldim, sıcak ve ıslağım.” (Tanrım, böyle olacağını biliyordum.) Gözlerinde niyetini belli eden bir ifadeyle, benim ne istediğimi anlamaya çalışırcasına yüzüme bakıyordu ve bakışlarımız buluştu. İki defa kendimden geçtim; boğuluyordum; bakışlarını tek hamleyle üzerimden çekti. Gece yarısı arabada Warrie’nin evine giderken beni öptü, benimkinin üzerinde gezinen ağzı ıslak ve yumuşaktı. Warrie’nin evinde, daha fazla zencefilli gazoz ve daha fazla bira eşliğinde verandadan gelen loş ışıkta dans ettik, Emile’in benimkine sürtünen bedeni sıcak ve sertti, yumuşak, erotik bir müzikle ileri geri sallanıyorduk. (Dans etmek cinsel ilişkinin olağan bir girizgahıdır. Anlayamayacak kadar küçük yaşta olduğumuz bütün o dans derslerinden sonra, işte bu.) “Biliyor musun,” diyerek yüzüme baktı Emile, “otursak iyi olur.” Kafamı iki yana salladım. “Hayır mı?” dedi. “O halde biraz suya ne dersin? Her şey yolunda mı?” (Her şey yolunda. Ah, evet. Evet, teşekkürler.) Beni epeyce serin olan, muşamba kokan mutfağa doğru götürdü; dışarıda yağan yağmurun sesi duyuluyordu. Oturdum ve bana verdiği sudan bir yudum aldım; o ise başı yerde, ayakta dikiliyordu, loş ışıkta yüz hatları gözüme tuhaf görünüyordu. Bardağı elimden bıraktım. “Biraz hızlı oldu her şey,” dedi. “Ağırdan mı almalıydım?” Ayağa kalktım, yüzü beni izledi, kolları bedenimi sardı. Bir süre geçtikten sonra onu itip uzaklaştırdım. “Yağmur çok güzel. Yalnızca dinlemek bile insana kendini iyi ve saf hissettiriyor.” Lavaboya doğru itilmiştim; Emile çok yakınımdaydı, sıcacıktı, gözleri ışıldıyordu, dudakları iç gıcıklayıcı ve çekiciydi. “Senin,” dedim mahsus, “fiziksel şeyler dışında beni umursadığın yok.” Herhangi bir erkek bunu inkar ederdi; kibar herhangi bir erkek; kibar herhangi bir yalancı. Ama Emile beni sarstı, sesi ısrarcıydı, “Bunu söylememen gerekirdi, biliyorsun değil mi? Biliyorsun değil mi? Biliyorsun değil mi? Gerçekler daima acıtır.” (Klişeler işe yarayabiliyor.) Sırıttı, “Acımasız olma; öyle değil. Lavabodan uzaklaş ve izle.” Geriye doğru bir adım attı, beni de kendine doğru çekti, midemi altüst eden bir heyecana boğarak beni uzun uzun, şefkatle öptü. Nihayet bıraktığında “İşte,” dedi dingin bir gülümsemeyle. “Gerçekler daima acıtmazmış, öyle değil mi?” Ve bunun üzerine oradan çıktık. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Arabada koluyla beni sarmaladı, başını benimkine dayadı, bize doğru gelen sokak lambalarının sırılsıklam olmuş karanlıkta bulanık ve akışkan görünen ışıklarını izledik. Yağmurun altında eve doğru koştururken, içeri girip bir bardak su içerken, dudaklarıma iyi geceler öpücüğü kondururken, bir yanımın onu arzuladığının farkındaydım, neden olduğunu anlayamasam da: O içki içiyor, sigara kullanıyordu, Katolikti, her gece başka bir kızla çıkıyordu, yine de… Onu istiyordum. “Güzel bir akşamdı dememe gerek bile yok sanırım,” dedim kapıda onu geçirirken. “Muhteşemdi,” deyip gülümsedi. “Seni arayacağım. Kendine iyi bak.” Ve gitti. Şimdi dışarıda deli gibi yağmur yağıyor ve Eddie Cohen8 gibi, ben de şunu söylüyorum,”… on beş bin yıl – – – geçti de ne oldu? Hala hayvan olmaktan ileri gidemedik.” Bir yerlerde, odasında, Emile uzanmış yatıyor, uyuyakalmak üzere, yağmuru dinliyor. Onun ne düşündüğünü Tanrı bilir.
Bir ümit hissinin içimi doldurduğu zamanlar olur, sanki orada, zihnimin dış yüzeyinin altında, anlaşılmayı bekleyen bir şeyler varmış gibi. Hani bir isim tam dilinizin ucuna gelir de bir türlü söyleyemezsiniz, işte bu da o aynı kışkırtıcı his. İnsanları düşündüğümde hissederim bunu, bir yirmilik diş çekilirken insanın aklına geliveren evrime dair izlerde, artık o alıştığı şekilde posalı şeyler yemesi gerekmeyen çene kemiklerinin daralmasında; insan vücudundaki tüylerin dökülüp giderek azalmasında; insan gözünün yirminci yüzyılın iyi baskılı, süratli, renkli devinimine ayak uydurmasında… Muğlak ve bulanık, türümüzün uzatmalı ergenlik çağını; doğum, evlilik ve ölüm törenlerini; modern çağlara ayak uyduran bütün o ilkel, barbar ayinleri gözümün önüne getirdiğimde içime bu his doğar. Hani neredeyse, yabani saflığın en iyisi olduğunu düşünürüm, nedensizce. Ah, orada beni bekleyen bir şeyler var. Belki bir gün ansızın bir aydınlanma yaşarım ve bu acayip gülünç şakanın öte yanını görürüm. İşte o zaman ben de gülerim. İşte o zaman hayatın ne olduğunu anlarım.
Bu gece yatmadan önce canım birkaç dakikalığına dışarıya çıkmak istedi; evin içi fazla sıcak ve havasızdı. Üstümde pijamam vardı, yeni yıkadığım saçlarımdaysa bigudiler. Öylece ön kapıyı açmaya çalıştım. Anahtarı döndürürken kilit sıkıştı; kapının kolunu tutup açmayı denedim. Açılmıyordu. Öfkeyle, kapının kolunu diğer yöne doğru çevirdim. İşe yaramıyordu. Kilidi zorladım; kapı kolu ve kilidin alabileceği yalnızca dört kombinasyon vardı ve yine de o beyaz, boş, esrarengiz kapı sıkışabilmişti. Kafamı kaldırıp baktım. Kapının üzerindeki kare şeklindeki camın ardında sokağın karşısındaki çam ağaçlarının kapkara tepelerinin deldiği bir gökyüzü parçasını görüyordum. Ay da oradaydı, ağaçların ardında ışıl ışıl ve sapsarı, dolunay haline ulaşmak üzere. Bir anda nefessiz kaldığımı hissettim, boğuluyordum. Hemen üstümdeki davetkar, küçük gece parçası ile beni o yoğun, yumuşak, boğucu kucağında sarıp sarmalayan evin sıcak, kadınsı atmosferi arasında kısılıp kalmıştım.
Bu sabah perişan haldeyim. Dün gece iyi uyuyamadım, durmadan uyandım, yatakta döndüm durdum, çirkin, abuk sabuk, kesik kesik rüyalar gördüm. Uyandım, kafam davul gibi, sanki sıcak ve kirli su dolu bir havuzdan yeni çıkmışım. Cildim yağlanmışb, saçlarım da karman çorman ve yağlıydı, ellerim ufak ve temiz olmayan bir şeye dokunmuşçasına pis geliyordu. Ağır ağustos havası da bana hiç yardımcı olmuyordu. Ensemdeki keskin ağrıyla burada böyle hantal hantal oturuyorum. Gün boyu tertemiz, soğuk suyun altında yıkansam bile üstümdeki bu yapış yapış, pasaklı zarı silip atamazmışım, ağzımı fırçalanmamış dişlerin o paslı, çirkin tadından arındıramazmışım gibi geliyor.
Bu gece, bir an için, iç huzurumu buldum. Saat on iki olmadan bir türlü doyurulamayan arzulardan bıkkın, yalnız, kendi kendime söverek sokağın karşısındaki evden çıkmıştım. Ve işte, mucizevi bir ağustos gecesi vardı dışarıda. Yağmur yeni dinmişti; ılık nem ve sisten hava ağırdı. Ay, ışığa gebe dolunay halinde küçük ve sık bulutların ardından kendini tuhaf şekillerde gösteriyor, arkadan vuran ışığıyla her bir parçanın hatlarını çizer gibi, parçalarına ayrılmış resimli bir yapboz gibi havada asılı duruyordu. En ufak bir esinti yok gibiydi ama ağaçların yaprakları kıpır kıpır hareket ediyor, üstlerinde biriken sular sokakta yürüyen insanların adım seslerine benzer bir sesle iri damlalarla kaldırıma düşüyordu. Havada küf, kurumuş yaprak ve çürümenin tuhaf kokusu vardı. Puslu bir sis bulutu ön basamakların tepesindeki iki ışığın üstünde bir hale oluşturmuş, narin, ince kanatlı ve bu ihtişamla kör olmuş, serseme dönmüş, uyuşmuş tuhaf böcekler lambaların üzerinde kanat çırpıyordu. Şimşekler, bir parlayıp bir sönüyordu; bir sahne görevlisi ışık düğmesiyle oynuyordu sanki. Granit basamaklardaki çatlakların ta içine saklanmış iki cırcırböceği tatlı, akıldan çıkmayan titrek bir sesle şakıyordu. Ve sırf orası benim evim olduğundan, onları seviyordum. Hava, koyu kıvamlı bir pekmez gibi üzerimden akıp gidiyor; aydan ve sokak lambasından şizofrenik mavi hayaletler gibi, gülünç ve belli belirsiz tekrarlarla parçalarına ayrılıyordu.
Üst katta, sıcak vücut ve diş macunu kokan aydınlık, beyaz, steril, küçük banyoda, düşünmeksizin yapılan sıradan bir törenle lavabonun üzerine eğilmiş, mikropların hüküm sürdüğü bölgeleri temizliyor, parıldamaya başlayan kroma, ileri geri hareket ettikçe musluklara vuran, narin, göz kamaştırıcı ışığa tapınıyordum. Sıcak ve soğuk; hoş kokulu yeşil sabun kalıplarından gelen temizlik; incecik, kalemle çizilmiş gibi duran, beyaz yüzeyin üstünde kıvrılmış kıllar; sert camlı kaplarındaki rengarenk reçeteli ilaçlar, nezle semptomlarına iyi gelecek ya da bir saat içinde uyumanızı sağlayabilecek şişeler… Ve sonra, aynı olası üretken havada, lavanta kokulu yatağıma gittim, seni derhal sindirmeyi bekleyen dantel perdeler ve miske benzer sıcak, kedilere özgü bir koku – – – her yerde bu donuk bekleyiş. Ve sen bütün bunların arasında devinim halindeki tek şeysin. Seni, senin tarafından, senin için. Tanrım, her şey bu kadar mı, bir kahkaha ve gözyaşı koridoru boyunca seksek oynayıp durmak mı? Kendine tapma ve kendinden nefret etme? Övünç ve tiksinti?
Bugün kapı zili çaldı; gelen küçük Peter’dı9. Dışan çıkıp onunla birlikte girişteki basamaklarda oturdum. Onun çocuksu gevezeliklerini dinleyerek böyle saatlerce oturabilirdim. Bob’u kıskanıyor, kısık, gergin bir sesle soruyordu, “Sizin evdeki o çocuk kimdi? En çok kimi seviyor, Warren’ı10 mı, yoksa seni mi?” Ve çok geçmeden yine, “Bana ufaklık dedi. Senin bebeğin olsaydı ona ufaklık der miydin?” “Ben esmer değilim,” diyerek devam etti. “Kir gibi. Kirin görünüşünü hiç sevmem ama hissini severim. Temizlik hoşuma gitmez çünkü her yerin ıslanır.” Warren’la oynadılar. Ben odama çıktım ve dışarıda bir patırtı koptuğunu duydum. Peter küçük akçaağaca pencerenin hizasına kadar tırmanmış, dalları sallayıp yapraklarını döküyordu.
Eddie Cohen’e yazılan mektuptan alıntı
“Mektubun daha şimdi geldi … Şehirde çıktığın yürüyüşten, savaştan bahsettiğin. Beni nasıl etkilediğini tahmin bile edemezsin. Zaman zaman arka plana itilebilen zihinsel savaşım şahlandı ve beni karın boşluğumdan yakaladı; kahvaltı etmeme bile izin vermeyen somut bir bulantıya dönüştü.
Şunu kabul etmek gerek: Ben korkağım; korkak ve kalpsiz. Şu ilkel hayatta kalma güdüsüyle, galiba en başta kendim için korkuyorum… öyle bir hale geliyor ki her anı korkunç bir yoğunlukta yaşıyorum. Dün gece, arabayla Boston’dan dönerken, koltuğa iyice yaslandım ve bıraktım bütün o renkli ışıklar, radyoda çalan müzik, arabayı kullanan adamın yansıması üstüme üstüme gelsin. Hepsi acının feryat eden azabıyla üstümden akıp gitti… Unutma, unutma, şimdiki zamandasın ve şimdi, şimdi. Bunu yaşa, bunu hisset, buna tutun. Kanıksadığım her şeyin şiddetle farkına varmak istiyorum. Bunun veda olabileceğini, son defa olabileceğini hissedince daha derinden sarsılıyor insan. Bir şeylere sahip olmak zorundayım. Her şeye, bütün bu muazzam gülünç şakaya henüz çok geç olmadan bir son veresim geliyor. Şiirler ve mektuplar yazmanın pek bir yararı olmuyor. Ama büyük adamların hepsi sağır; plastik tabanlı çizmeleriyle caddelerde salınırken ufak tefek tıkırtıları duymak bile istemiyorlar. Ed, sanırım bütün bunlar kulağa biraz çılgınca geliyor. Sanırım ben de öyleyim. Anneni, çocukluğunun güvenlik ve doğruluk simgesini mutfakta bir başına ağlarken yakalayınca; boylu boslu, buğulu gözlü, küçük erkek kardeşine bakıp bilim alanındaki bütün potansiyeline rağmen bir şans bile verilmeden önünün kesileceği aklına gelince… bütün bunlar insanın kanına dokunuyor.”
Burada, iri yastıklarla donatılmış koltukta oturuyorum; dışarıda cırcırböceklcri gıcırdıyor, vızıldıyor, cıvıldıyor. Kütüphanede, zemini eski kitap ciltlerinin rengindeki düz, kare taşlardan yapılma ortaçağa özgü mozaiklerle kaplı, en sevdiğim odadayım…
Pas rengi, bakır, kahvemsi portakal, koyu kahverengi, kestane. Ve bir de derisi soyulup altındaki gülünç pembe, ebruli kumaşı açığa çıkan kestane rengi rahat deri sandalyeler var. Yağmurlu günlerinizi doldurabileceğiniz dost canlısı, kalın ciltleriyle kitaplar raflara dizili. İşte, yüzümde bana özgü olduğunu sandığım bölük pörçük gülümsemeyle burada oturuyorum: “Kadın dediğin bukleli saçlarının bir telinden kırmızı cilalı tırnaklarına kadar bir zevk makinesi, dünyanın bir taklidi değil de nedir.” Derken aklıma üst katta yatmış uyuyan güzel çocuklu aile geliyor, “Kendini üremenin o zevkli çarklarına, bir erkeğin evin içindeki rahat, teskin edici varlığına teslim etmek, daha iyi değil mi?” Yüzü, rüzgarda savrulup giden küller gibi bembeyaz Liz’i anımsıyorum; kırmızı rujlu dudakları sigarasında iz bırakıyor; dolgun göğüsleri siyah, dar hırkasının altına gizlenmiş. “Ama günün birinde bir adamı ne kadar mutlu edebileceğini bir düşünsene,” demişti bana. Evet, düşünüyorum ve bir yere kadar her şey yolunda. Ama sonra her şeyi tepetaklak ediyorum ve aklım zihnimin gerisindeki E.’ye kayıyor, beyzbol maçı izlerken ya da televizyon seyrederken veya yeşil ve altın sarısı pırıltılar saçan bira kutuları ve küllükler yerlerde, erkek arkadaşlarıyla açık saçık bir espriye kahkahalarla gülerken düşünüyorum onu. Dönüp dolaşıp yine kendime varıyorum, burada böyle oturan, yüzen, boğulan, arzudan bezmiş halde. Gelenekleri felaket doğuracak etkiler bırakmaksızın kırmak için fazla vicdanlıyım; yalnızca gıpta ederek sınıra kadar dayanabilir, ben arzudan sırılsıklam ve daima yarıda kalmış halde kendimi randevudan randevuya sürükleyip dururken, hiçbir kuşkuya mahal vermeksizin cinsel açlığını giderebilen erkeklerden nefret, nefret, nefret edebilirim. Bütün bunlar beni hasta ediyor.
Evet, körkütük sana âşıktım; Hâlâ da öyleyim. Daha önce hiç kimse içimde böylesine şiddetli bir fiziksel coşku yaratmamıştı.
Seni yüreğimden koparıp attım çünkü gelip geçici bir gönül eğlencesi olmaya katlanamazdım. Bedenimi ellerine teslim etmeden önce, fikirlerimi, zihnimi, hayallerimi teslim edebilmeliyim. Oysa senin bunlardan hiçbirini alacağın yok.
Bu eşini bulmaya çalışma-sınama, deneme-yanılma oyununda çok fazla acı var. Ve ansızın bunun bir oyun olduğunu unuttuğunu fark ediyorsun ve gözyaşları içinde her şeyden vazgeçiyorsun. Eğer düşünmeseydim, çok daha mutlu olurdum; eğer cinsel organa sahip olmasaydım, mütemadiyen gergin hislerin eşiğinde, dokunsan ağlayacak halde olmazdım.
Bir zamandan sonra evlilik ve çocuk fikrine ısınırım sanıyorum. Kendini beğenmiş, duygusal bir şüpheyle kendimi ifade etme çabam arzularımı yiyip bitirmezse tabii. Evlilik de kendini ifade etmenin bir yolu elbette ama sanatım, yazılarım yalnızca evlenir evlenmez kuruyup gidecek cinsel arzularımın vücut bulmuş haline dönüşmezse. “O”nu bulabilirsem… Zeki ama aynı zamanda fiziksel anlamda da çekici ve iyi görünümlü erkeği. Bu birleşimi ben sağlayabiliyorsam, aynısını bir erkekte de neden beklemeyeyim?
Sinir sisteminin mekanizması ne kadar da karmaşık ve zor. Ahizenin diğer ucundan ulaşan cızırtılı bir ses ta rahim duvarlarına umudun tatlı ürpertisini gönderebiliyor; bütün o kablolar boyunca sert, küstah ve samimi gelen sesinin tınısı bağırsak yolunu sıkıştırabiliyor. Bütün o meşhur şarkılardaki “Aşk” sözcüğünü “Arzu”yla değiştirseler, gerçeğe çok daha yakın olabilirler. Bu gece çirkinim. Erkekleri cezbetme yetime olan bütün inancımı yitirdim. Ki dişi hayvanlar için bu epey acınası bir illettir.
Sosyal ilişkilerim yerlerde sürünüyor. Cumartesi gece hayatıyla olan tek bağlantım Bill11 de gitti ve kimsem kalmadı. Hiç kimsem. Umursadığım hiç kimse yok ve bu hissin karşılıklı olduğu aşikar. Bir insanın diğerini cezbetmesini sağlayan nedir? Geçen yıl çeşitli nedenlerle benimle olmayı isteyen birkaç adam vardı. Görünüşüme güveniyordum, cazibeme güveniyordum ve egom doymuştu. Şimdiyse, ikisi düpedüz, büsbütün fiyasko olan üç kör randevunun ardından, sonuncusundan da ağzımın payını aldım. Nasıl oldu da arzu edildiğimi sandım hiç bilmiyorum. Ama içten içe biliyorum. Bir cazibem, özgüvenim vardı. Başta böyle solgun, ağırbaşlı ve donuk bakışlı değildim ben de. Celia Amberley’de12 kızın, “Eğer beni öperse, her şey yoluna girecek; yeniden güzel olacağım,” dediğinde ne demek istediğini şimdi anlıyorum. Önce görünüşümle büyülenecek bir erkeğe, herhangi birine ihtiyacım var – Emile gibi birine. Sonra hemen yanımda, şuracıkta olacak gerçek birine ihtiyacım var, en kısa zamanda. O zamana kadar yolumu kaybettim diyebiliriz… Anlıyor musunuz? Bir yerlerde, biri, beni azıcık da olsa anlıyor mu, azıcık da olsa seviyor mu? Bütün çaresizliğimle, ideallerimle, her şeyimle – hayatı seviyorum. Ama bu çok zor ve öğreneceğim daha çok, çok şey var. Galiba zaman zaman deliriyorum.
Tanrım, ben kimim? Bu gece kütüphanede oturuyorum, tepemdeki ışıklar gözümü alıyor, vantilatörün pervaneleri gürültüyle vızıldıyor. Her yer, her yer kitap okuyan kızlarla dolu. Azimli yüzler, pembe, beyaz, sarı renklerde tenler. Ve ben, bir kimliğim olmaksızın öylece burada oturuyorum: kimliği belirsiz. Başım çatlıyor. Okunacak bir tarih var – uyumadan önce kavranacak yüzyıllar, yarın sabahki kahvaltıdan önce sindirilecek milyonlarca hayat. Yine de evde bana ait, benim varlığımla dolup taşan bir oda var. Hafta sonu biriyle randevum var: benim yalnızca bir isim değil, bir insan olduğuma inanan biri. Ve bunlar benim bütün bir insan olduğumun, yalnızca kimliksiz sinir bağı yumağı olmadığımın yegane göstergeleri. Yolumu kaybettim. Huxley olsa buna çok gülerdL Nasıl koşullandırılmış bir yer burası! Kitapların üzerine eğilmiş yüzlerce surat, pervaneler vızıldıyor, düşüncenin eşiğinde zamanı dövüyor. Bu bir kabus. Güneş falan yok. Sadece süregelen bir devinim var. Kendimi rahat bırakırsam, içime dönüp düşünürsem eğer, aklımı kaçırırım. İncecik, gergin katmanlar halinde çok fazla şey var ve bambaşka yönlere çekilip uzatılıyorum; elimi uzabp erişebilmek için çok uzaktayım. Alman kavmiyle durup biraz dinlenmek için de: Ama hayır! Devam, devam, devam. Çöküş ve yıkılış çağları boyunca imparatorluklar. Süratli, duraksamayan bir tempoyla. Bir daha güneş ışıklarının altında durup dinlenemeyecek miyim – yavaş, ağır ve huzurdan uyuşmuş halde?
Arbk yalnızlığın ne demek olduğunu biliyorum, sanırım. Anlık yalnızlığın hiç olmazsa. Benliğin belirsiz özünden geliyor – insan bu bulaşıcı hastalığın temelini, çıkış noktasını belirleyemesin diye vücudunun her yerine yayılan bir kan hastalığı gibi. Şükran Günü tatilinin ardından Haven Yurdu’ndaki13 odama geri dönmüştüm. Şu anda içime nüfuz eden hastalıklı hisse verdikleri isim, vatan hasreti. Odamda yalnızım, iki dünya arasında. Alt katta yeni gelen birkaç kız var – birinci sınıf değiller, aralarında tanıdığım biri yok. Varlığıma bahane olarak elimde bir mektup kağıdıyla aşağıya yanlarına inebilirim ama daha değil – – – henüz değil. Hayır, “Tatilin iyi geçti mi?” “Ah, evet, ya seninki?” gibi yapmacık gevezeliklere kendimi kaptırarak kendimden kaçmaya çalışmaya niyetim yok. Burada kalıp şu yalnızlığı iyiden iyiye sindirmeye çalışacağım. Şükran Günü tatilinin o dört gününü zar zor anımsıyorum – gözüme en son bıraktığım halinden daha küçük görünen, kararmış sarı renkli duvar kağıtlarındaki lekelerin daha da belirginleştiği evin bulanık bir görüntüsü; bütün eşyalarımın gitmiş olduğu haliyle artık tam olarak bana ait olmayan odam; annem, ninem, Clem14, Warren ve Bob; bütün ailenin bir araya gelip yiyeceği akşam yemeğinden önce çocuklarla birlikte çıktığım yürüyüş; Kırmızı Pabuçlar’ı15 izledikten sonra Bob’la ettiğimiz sohbet; cumartesi akşamı verilen partiye birlikte gittiğim uzun boylu, sarışın ve korkunç derecede popüler çocuk ve sonra pazar günü – uyuşuk, keyifsiz ve tam da tanıdık yüzler görmeye alışmaya başlamışken, dönüş yolu. Ah evet, dönüş yolu. Tooky16 zaten yanımda otururken Hump17 da gelip arka koltukta hemen yanıma oturunca, ona bacakları çok uzun olduğu için ön koltuğa geçmesini söyledim. Böylece durum üzerindeki tek kontrolümü kaybetmiş oldum. Diğer üç çocuğun üçü de kısa boyluydu. Tooky neşeyle şakıyarak hiç durmadan ortak yönlerinden söz edebilirdi. Ah, ortamı avcunun içine almıştı bile, onun o üstün taktik kaynaklarını deli gibi kıskanıyordum – başka bir deyişle, istemesem de ona içten içe hayranlık duyuyordum. İşte böyle, iki yanımda iki insanın sıcaklığıyla karanlık yollarda geçen iki saatlik yolculuktu – hayvani sıcaklık, hassasiyet ve mutlak akli barikatları gözetmeksizin delip geçer. Oradaydım ama öte yandan değildim de. Bir yanım sevgi ve güven içinde evdeydi, diğer yanımsa mevcut zorunluluklar ve umutlardan ötürü Smith’teydi. İşte şimdi burada, odamdayım. Kendimi arkadaşlarımla, gevezeliklerle, kayıtsızlıkla kuşatamam çünkü az sayıdaki dostlarım henüz burada değiller. Ne kadar hevesli olursan ol, karakterinin kaderin olduğundan ne kadar emin olursan ol, elektrik lambasının sahte neşeli parlaklığında, saatin yüksek sesli tiktaklarının eşliğinde yapayalnız odandayken ne geçmiş ne gelecek, hiçbir şeyin gerçek olmadığına dair çıplak ve acı gerçeğin farkına varmaktan kendimi alıkoyamam. Ve neticede şu anı oluşturan yegane şey olan geçmiş ya da gelecekten yoksunsan, neden şimdinin boş kabuğunu kırıp canına kıymıyorsun ki? Ancak kafatasımın içinde duran, “Düşünüyorum, öyleyse varım!” sözünü papağan gibi yineleyen, mantık yürütebilen, o soğuk, gri organ parçası her zaman bir sapak, bir yokuş, yeni bir çıkış olacağını fısıldıyor. İşte bu yüzden bekliyorum. İyi görünmenin ne yararı var? Geçici bir emniyet sağlamak mı? Kafanın çalışmasının ne yararı var? Sırf “Ben gördüm; ben anladım” diyebilmek mi? Ah evet, gayet normal bir şekilde aşağıya inip rakamlarda teselli bulamadığım için kendimden nefret ediyorum. Burada böyle oturup kendimle içimde olmadığını adım gibi bildiğim şey arasında hırpalanıp durmak zorunda olduğum için kendimden nefret ediyorum. İşte buradayım, makul ölçüde cazip bir tenle sarıp sarmalanmış, geçmişin hatıraları ve geleceğe dair hayallerden bir demet halindeyim. Bu tenin neler görüp geçirdiğini hatırlıyorum; daha neler görüp geçireceğini hayal ediyorum. Görme sinirlerinin, tat alıcılarının, duyusal algının eylemlerini buraya kaydediyorum. Ve, düşünüyorum: Ben, bu muazzam madde okyanusunda varlığının farkına varma yetisi bahşedilmiş alelade bir su damlasından başka bir şey değilim. Milyonlarcası gibi ben de, doğduğumda her şey olabilme olasılığına sahiptim. Ben de çevrem ve kalıtımın kaçınılmazlıkları tarafından güdük bırakılmış, kısıtlanmış olarak, eğilip büküldüm. Ben de birlikte yaşayacağım bir dizi inanç ve ölçüt bulacağım, ancak bunları bulmanın vereceği o asıl memnuniyet, sığ ve iki boyutlu bir yaşamla – bir değerler bütünüyle nihayete ulaştığım gerçeğiyle bozulacak. Bu yalnızlık da yarın öbür gün derslere, sınavlara çalışma mecburiyetine daldığımda bulanıklaşacak, azalacak, şüphesiz. Ama şimdi, o sahte azim söz konusu değil ve ben geçici bir boşluğun içinde dönüp duruyorum. Evde dinlendim ve gezip tozdum, burada, çalıştığım yerde, bu rutin bir süreliğine kesintiye uğradı ve ben kayboldum. Şu anda dünya üzerinde benden başka yaşayan hiçbir varlık yok. Çıkıp şu koridorlarda dolaşsam, boş odalar dört bir yanda benimle alay edercesine esneyip duracaklar. Tanrım, bütün uyuşturucu ilaçlara rağmen, amaçsız “partiler”in allı pullu, kulak tırmalayıcı neşesine rağmen, hepimizin takındığı o sahte gülümsemeli yüzlere rağmen hayat, yalnızlık demek. Ve nihayet ruhunu açabileceğini hissettiğin birini bulduğunda, ağzından çıkan sözcükleri duyunca şaşkınlıkla kalakalıyorsun – içindeki o küçük, sıkış tepiş karanlıkta kapalı kalmaktan öyle körelmiş, öyle çirkin, öyle anlamsız ve güçsüzler ki. Evet, neşe, tatmin ve arkadaşlık var – ama dehşet verici bir farkındalık içindeki ruhun yalnızlığı da bir o kadar korkunç ve yıkıcı.
Bu deftere uzun zamandır yazmıyor olmamın sebebi kısmen kafamdan yazıya dökecek tek bir makul, tutarlı düşünce geçmemesi diyebilirim. Zihnim, iğrenç derecede açık, bir benzetme yapmam gerekirse, atık kağıtlarla, saç telleri ve çürümekte olan elma koçanlarıyla dolu bir çöp tenekesi gibi. Birçoğu heyecan verici ve tecrübe ettiğim dünyada çok yeni olan birçok hayata maruz kalmaktan ötürü bunalıyorum. Hafifçe sürtünerek insanların yanından geçmek zorunda kalıyorum ve bu canımı çok sıkıyor. Birini gerçekten derinden sevebilmem için, ona dost değerini biçebilmem için, önce hayranlık duymalıyım. Ann18 ile böyleydi: onun ince zekasına, biniciliğine, şen şakrak hayal gücüne – onu, o yapan her şeye hayrandım. Onun bana sırtını dayadığı gibi ben de ona sırtımı dayayabilirdim. İkimiz birlikte her şeye göğüs gerebilirdik – tam olarak her şeye değil belki de, öyle olsa geri dönerdi. Her neyse, o gitti ve ben kendimi bir süre daha yoksun hissedeceğim. Ama ben kederden ne anlarım?
Şimdiye dek sevdiğim hiç kimse ölmedi ya da eziyet çekmedi. Yiyecek yemeğe ya da yatacak yere hiç muhtaç olmadım. Bana beş duyu ve çekici bir dış görünüş bahşedildi. Yani konforlu küçük koltuğumda, oturduğum yerden ancak ahkam kesebilirim. Amerika’nın en seçkin okullarından birinde okuyorum; Birleşik Devletler’in en seçkin kızlarının iki biniyle bir arada yaşıyorum. Şikâyet edecek neyim var? Pek bir şeyim olduğu söylenemez. Öz-saygımı esas pekiştirme yolum burslu olduğumu söylemek; özgür irademi kullanıp lise boyunca çalışmasaydım şimdi asla burada olamazdım. Ama bunu derinlemesine düşündüğümüzde, bunun ne kadarı özgür iradeydi ki? Ne kadarı ebeveynlerimden aldığım düşünebilme kapasitesi, akademik anlamda çalışıp başarı elde etmem için evde gördüğüm teşvik, bütün o erkek ve kızların men edildiğim sosyal dünyasına bir alternatif bulma ihtiyacıydı? Ve yazma tutkum, daha küçücükken, daha Mary Poppins19 ve Winnie-the-Pooh’nun20 masal dünyasında büyütüldüğüm zamanlarda başlayan içine kapanıklık eğilimimden gelmiyor mu? Bu beni sınıf arkadaşlarımın büyük çoğunluğundan ayırmadı mı? Bütün notlarımın A olduğu ve o alt alta üst üste boğuşup duran Conwaylilerden “farklı” olduğum gerçeği – nasıl olduğundan çok emin değilim ama sürüsüne geri döndüğünde üstüne insan eli değdiği anlaşılan bir hayvan gibi “farklı”. Bütün bunlar kendimi bencil bir tavırla alelade sürüden ayn tutmamın üstü kapalı bir sebebi olabilir; kim ne derse desin, bu böyle. Özgür iradeye gelecek olursak, insanın hareket edebileceği daracık bir çatlak bu; hele ki daha doğduğu andan itibaren çevre, kalıtım, zaman ve koşullar ve görgü kuralları tarafından sindirilmiş haliyle. Bir dağın mağaralarının birinde yaşayan İtalyan anne-babanın eline doğmuş olsaydım eğer, daha on iki yaşında falan fahişe olurdum çünkü yaşamak zorunda olacaktım (nedense?) ve tek yolu bu olurdu. Sözde kültürel eğilimleri olan varlıklı, New Yorklu bir aileye doğmuş olsaydım, diğerleriyle birlikte benim de sosyeteye takdim partim yapılmış olacak, kürklü paltolarla, geniş bir sosyal çevreyle bıkkın bir yüz ifadesiyle donatılmış olacaktım. Nereden mi biliyorum? Bilmiyorum ki; ben ancak tahmin yürütebilirim. Ben, ben olmazdım. Ama ben, benim şimdi ve diğer milyonlarcası da öyle geri çevrilemez şekilde kendilerine has “ben”ler ki, bunu düşünmeye bile zor katlanıyorum. Ben: Ne sert bir sözcük; her harfi de oldukça güven tazeleyici. Mağrur ve kendinden emin dikey bir harfle başlayan ve sonra çevik, kendini beğenmiş kısa harfle devam eden …21 Kalem kağıdın üzerinde gidip geliyor … Ben … Ben … Ben … Ben … Ben … Ben.
Benden daha derin düşünebilenleri, daha iyi yazanları, daha iyi çizenleri, daha iyi kayak yapabilenleri, daha iyi görünenleri, daha iyi yaşayanları, daha iyi sevenleri kıskanıyorum. Masamda oturmuş, gökyüzünü çalkalayıp mavi-beyaz bir köpüğe çeviren buz gibi rüzgarıyla, parlak, tertemiz ocak gününe bakıyorum. Hopkins Yurdu’nu ve salkım saçak kapkara ağaçları görebiliyorum; gri yolda bisiklet süren kızı görebiliyorum. Kurusunlar diye perde çubuğuna astığım naylon çorapların pırıltılı ipçiklerine takılıp çaprazlama masaya vuran güneş ışığını görebiliyorum. Sırf görme sinirlerine sahip olduğum ve onların algıladıklarını kağıda dökebildiğim için bile değerli sayılırım sanırım. Ne aptallık!
Hopkins Yurdu çirkin. Her sabah yerimden kalkıp pencereyi kapadığımda ve ne zaman yazmak için masama otursam onu görüyorum. Bütün o acayip köşeleri, bütün o hantal, kırmızı bacaları, yüksek duvarları, mavi renkli kiremit çatıları, rengi yıpranıp mora dönmüş kırmızı kiremit çatıları, beyaz ve kararmış yeşil ahşap doğramalı sarı duvarları. Yılların kiri pasıyla pislenmiş, boyaları dökülmüş, pencere pervazları aşınmış ve çıplak ağaççıklar bodrum katın pencerelerini bürümüş. Rüzgar onları evin kabuk bağlamış ahşap doğramalarına doğru iteledikçe, kırılgan, zayıf dallarının korkutucu bir biçimde gıcırdayışını duyuyorum adeta. Yine de Hopkins Yurdu’nu seviyorum. İnsanın direnci öyle büyüktür ki, etrafını çepeçevre kaplayan çirkinlikle büyülenip bunu o sevimli perişanlığında sanatıyla akıldan kolay kolay çıkmayacak bir hale getirebilir. Sarı ahşabın boyuna yapılmış geometrik desenli kepenkleri, çatının yamuk köşelerini ve eğri büğrü açılarını, pis su borularının köşeli çıkıntılarını -renk ve şeklin kasvetli ve geometrik gerilimiyle çizerdim- sokağın karşısında gördüklerimi … insanın kendi hüsnükuruntusuyla bizi etkileyen bir güzellik haline gelen bu çirkinliği resmederdim.
Çocukken sihrin o güzel düşler ülkesine koşullandırıldıktan sonra, iyilik perisi kraliçeleri ve bakire kızları, küçük prensleri ve gül çalılarını, kuvvetli ayıları ve Eyore-vari eşekleri, paganların sevdiği gibi sihirli değnekle kişiselleştirilmiş hayatı ve kusursuz çizimleri – gece yarısı gökyüzünde annesinin iplik kutusunun içinde bir yıldız patikasında uçan o güzelim siyah saçlı çocuğu (ki o sendin) – – başıyla selam veren Çinlilerin fenerlerle aydınlatılan dünyasında guguk kuşuyla birlikte yalınayak yürüyen tüy pelerinli Griselda’yı, – – – narin çiçek perileriyle dolu çiçek bahçesindeki Delight’ı, – – – bira içip vadideki mağaralarda elderhaları anlatan şarkılar söyleyen altın kemerli mavi ve mor başlıklı hobbit ve cüceleri, – – – bütün bunları biliyor, hissediyor ve onlara inanıyordum. Bütün bunlar küçükken benim hayatımdı. Bunlardan “yetişkin” gerçekliğinin dünyasına geçmek. Hassas çocuk parmaklarının yumuşak derisinin kalınlaştığını hissetmek; cinsel organların gelişip tende avaz avaz bağırdığını hissetmek; okulun, sınavların (en az tebeşirin karatahtada çıkardığı kulak tırmalayıcı ses kadar sevimli olan bu sözcüklerin), ekmek parasının, evliliğin, seksin, uyumun, savaşın, ekonominin, ölümün ve benliğin farkına varmak. Çocukluğun güzelliği ve gerçekliğinin acıklı bir şekilde mahvolması. Şimdi göründüğüm gibi duygusal duygusal olmak istemem ama bizler neden çilekli krema gibi yumuşacık bir “Anne Ördek” dünyasına, Alice Harikalar Diyarı’nda22 kitabına koşullandırılıyoruz ki, büyüdükçe ve hayatta sıkıcı sorumlulukları olan bireyler olduğumuzun farkına vardıkça hayatın çarklarında kırılıp dökülmek için mi? * “Peri” gibi bir zamanlar o çok sevdiğin sözcüklerin art niyetli ve müstehcen anlamlarını öğrenmek için. * Çocığın tekinin kafasını boynuna gömdüğü ya da parmaklarını göğüslerine daldırmakla yetinemezse sana tecavüz etmeye kalkıştığı üniversite dernek partilerine gitmek için. * Her geçen gün tıpkı senin yaptığın gibi o acayip ergenlik evresini geride bırakan ve sevilip okşanma maceralarına girişen milyonlarca güzel kız olduğunu öğrenmek için. * Bir şekilde rekabet etmen gerektiğinin farkında olmak ve yine de zenginlik ve güzellik bahşedilmemiş olmak için. * Çocuğun tekinin seni babasının son model krom kaplı üstü açık arabasıyla bir motele götürürken “şehrin senin yaşadığın kısmı” hakkında düşüncesiz bir yorum yaptığını duymak için. * Varlıklı entelektüellerden oluşan bir ailede doğmuş olsan daha çok “sanatçı” olabileceğini öğrenmek için. * Kendi anında, kendi çevrende ve kendi mevcut ruh halinde ancak senin için geçerli olan geçici, fani sözler dışında gerçek olan hiçbir şeyi asla öğrenemeyeceğini öğrenmek için. * Aşkın asla gerçekleşmeyeceğini çünkü senin hayran olduğun Perry gibi tiplerin P.K. gibilerini istediklerinden, hep ulaşılmaz kalacaklarını öğrenmek için. * Onları, onlara asla sahip olamayacağını öğrenmek için. * Ütopyaya istediğin kadar inansan ve onu hayal etsen de, ekmeğini kazanmak için memleketinde çalışıp didineceğini ve o ekmeğin üstüne yağ sürebilmekten memnunluk duyacağını öğrenmek için. * Paranın, hayatı bazı açılardan pürüzsüz bir hale getirdiğini öğrenmek ve şayet paran azsa hayatının nasıl zor ve tatsız olduğunu hissetmek için. * Aslında değersiz, yalnızca bir kağıt parçası olan parayı hor görmek ve onu kazanmak için yapmak zorunda kaldıklarından nefret etmek ama yine de onun uğruna köle gibi çalışmaktan kurtulasın diye ona sahip olmaya can atmak için. * Sanat, müzik, bale ve iyi kitaplar için yanıp tutuşmak ama onlara sadece kışkırtıcı parçalar halinde sahip olabilmek için. * Fikirlerini ve dürtülerini anlayıp büyütmek için karşı cinsten bir organizmayı arzulamak ve çoğu Amerikalı erkeğin, kadına yuvarlak göğüsleri ve vajinasında makul bir deliği olan bir seks makinesi olarak, o güzel kafasında sabah dokuz akşam beş, zorlu bir rutin işgününün ardından akşam yemeğine biftek pişirip erkeğini yatakta memnun etmekten başka bir şey düşünmeyen boyalı bir bebek olarak taptığını öğrenmek için.
Unuttuğun bir mektubu almak için alt kata indiğin bir vakit gelir ve oturma odasındaki küçük bir kız grubunun mahrem şeyler konuştuklarını belli eden alçak sesleri ansızın anlaşılması imkansız bir mırıltıya dönüşür ve gözleri sümüksü bir yaratık gibi sana, senin etrafına, gözlerindeki yarı korkulu belli belirsiz titremeye rastlamamak için sinsi bir çaba göstererek senden uzağa çevrilir. Ve seni de kinayenin görünmez ilmeğine dolamak için sana ya da senin çevrene yöneltilen, seni ima eden edepsiz sohbetler aklına gelir. Senden bahsettiklerini bilirsin; seni hançerleyenler de bilir. Ama oyunun aslı, iki tarafın da bilmiyormuş gibi, ima etmemiş gibi, anlamamış gibi davranmasıdır. Bazen sen de aynı şekilde karşılık verme şansını yakalarsın, zehirli oklar ortak yaralarınızda inadına saplanırken, sen ve düşmanın yüzlerinizde cesur gülümsemelerle rekabet edersiniz. Büyük çoğunlukla karşı koymaktan usanmış haldesindir çünkü korku ve yetersizliğin havaya karışan yalan yanlış sözlerinde kendini belli edeceğini bilirsin. Bu yüzden sana “Bütün gün odalarımıza kapanıp kalmaktansa derslerden çakıp sosyal olmayı yeğliyoruz,” ve tatlı tatlı “Seni hiç görmüyorum. Hep odanda çalışıyorsuuuun!” dediğini duyarsın. Ve çeneni kapalı tutarsın. Ve ah, nasıl da gülümsersin!
Şirin sözcüğünün vücut bulmuş hali. Kısa boylu ve çekici. Minik, “tam dokunmalık” burnunu, uzun kirpiklerini, yeşil gözlerini, beline kadar inen uzun saçlarını, incecik belini hemen fark edersiniz. O, Külkedisi’dir, Wendy’dir, Pamuk Prenses’tir. Yüzü sevimlidir. Parlak rujlu dudaklarının ardındaki beyaz dişleriyle tatlı tatlı konuşur. Gülüşü de sevimlidir ve son derece düzenlidir.
Sonja Henie kadar iyi paten kayar; iyi kayak yapan herkes kadar iyi kayar; Olimpos’taki tanrılar kadar iyi yüzer; modern varlıklardan herhangi biri kadar iyi dans eder – dans konusunda pek bir şey bilmiyorum. Cıva gibidir. Sigarasını şirin bir edayla içer. Omuzlarına mümkün olduğunca yakın konumları ve dimdik halleriyle sana epey şirin bir tavırla dudak büken cüretkar göğüslerinin farkında olmaman mümkün değildir. Oldukça becerikli göğüslerdir bunlar, dikkat çekmek için durmadan yaygara koparırlar. Belki de kendilerini fark etmeyen ancak onların üzerinden masum ve keskin bir gülümseme fırlatan gözlerine öfkelenmişlerdir. Hoppa göğüslerdir bunlar, iradesi zayıf bir hırkanın ardında nefis, dolgun kıvrımlarla kendilerini belli ederler. Mağrur göğüslerdir bunlar, siyah, altın rengi düğmeli tafta kumaşın ya da parlak yeşil renkli satenin altından sert uçlarını gururla dışarı çıkarırlar. İri göğüslü bir kızdır o; bu iki duygu ve sinir ucu merkezi, hayata ve insan ırkına kaldırılmış kalkanlar, mağrur sembollerdir.
Linda ikinci kez karşılaştığınızda anımsamayacağınız türden bir kızdır. Nispeten gösterişsiz, bir resim silgisi kadar alelade. Gözleri, nevrotik bir Japon balığınınkiler gibi tedirgin ve parlaktır. Cildi bozuktur; belki akne sorunu vardır. Saçları: düz, kahverengi, yağlı. Ama kimi öyküleri sende iz bırakır. Ve iyi yazar. Senin yazmayı hayal edebileceğinden çok daha iyi yazar. Aşkı ve seksi ve korkuyu ve karasevdayı fısıldayan sözleri çoktan devirip ğzerinden geçmiş, bir dizi keskin, kısa ve öz, attığı yeri vuran cümleler kurar. Sen öykünü ortaya çıkardın — Seventeen23 dergisinde üçüncülük ödülünü kazanan öykünü. Daha birkaç ay önce nasıl da gerçek ve samimi gelen coşkulu hislerle dolu paragrafları yeniden okuyunca miden bulandı. İnci gibi dizili ve ölçülü olduğunu bile söyleyemedin, ki bu korkutucu derecede belliydi. Böylece birinin senden çok daha güçlü bir kalemi olabileceğine duyduğun şaşkınlıktan sıyrıldın. Yalnızlığını ve şairane başkalığını o nazik, küçük bağrına basmayı bıraktın. Ve şöyle dedin: O, unutulmak için fazla iyi. Onu dost ve rakip edinmeye ne dersin – ondan çok şey öğrenebilirsin. Bu yüzden, deneyeceksin. Bu yüzden, yüzüne baka baka gülecek belki de. Bu yüzden, sonunda seni bozguna uğratacak belki de. Yani her halükarda, deneyeceksin ve belki de olur ya, sana katlanabilir. Öyle umalım!
Benim hayatımın amacı ne ve onunla ne halt edeceğim?
Bilmiyorum ve korkuyorum. Asla istediğim bütün kitapları okuyamayacağım; olmak istediğim bütün insanlar olamayacağım ve yaşamak istediğim bütün hayatları yaşayamayacağım. Kendimi istediğim bütün becerileri edinecek kadar eğitemeyeceğim. Bunları neden istiyorum? Hayatımda mümkün olan zihinsel ve fiziksel tecrübelerin tüm renklerini, tonlarını ve çeşitlerini tatmak ve hissetmek istiyorum. Ve korkunç derecede sınırlıyım. Yine de gerzeğin teki değilim: yavan, kör ve aptal değilim. Günlerini tekerlekli sandalyede geçiren kolsuz, bacaksız bir gazi değilim.
Ayağını sürüye sürüye akıl hastanesinin kapısından çıkan o mongolumsu ihtiyar adam değilim. Uğrunda yaşayacağım çok şey var, yine de anlaşılması mümkün olmayacak kadar hasta ve üzgünüm. Belki bu hislerimi seçenekler arasında karar vermek zorunda kalmaktan duyduğum nefrete dayandırabilirsin. Belki de herkes olmak istememin sebebi budur – kimse beni ben olduğum için suçlayamasın diye. Kendi kişilik gelişimim ve felsefemin sorumluluğunu üstlenmeyeyim diye. İnsanlar mutlu – – – bu, kendi payından memnun olduğun anlamına geliyorsa: acayip ya da ıstıraplı uçları, merak edecek ya da soru soracak alanı olmaksızın, tam da kendi şekline uygun bir çemberin içinde debelenip duran kanaatkar biri gibi rahat hissetmek. Ben memnun değilim çünkü benim payım sınırlı, tıpkı diğerlerininki gibi. İnsanlar ihtisas yapıyorlar; insanlar kendilerini bir fikre adıyorlar; insanlar “kendilerini buluyorlar”. Ama kendini bulmaktan gelen asıl memnuniyet, böyle yaparak yalnızca gülünç olduğunu değil, bambaşka bir şekilde gülünç olduğunu kabul ettiğini bildiğinden, gölgede kalıyor.
Öfkeli miyim? Evet. Neden mi? Çünkü Tanrı olmam -ya da sıradan bir kadın-veya-erkek- ya da aslında herhangi bir şey olmam mümkün değil. Ben hissettiğim, düşündüğüm ve yaptığım şeyim. varlığımı yapabildiğim ölçüde etraflıca ifade etmek istiyorum çünkü varlığımı ancak bu şekilde canlı tutabileceğim fikrine kapıldım. Ama neysem onu ifade edeceksem, bir hayat standardına, bir sıçrama noktasına, bir tekniğe ihtiyacım var -kendi kişisel ve acınası küçük kaosumu gelişigüzel ve geçici de olsa yerli yerine koyabileyim diye. Bu standardın ya da sıçrama noktasının ne denli sahte ve dar görüşlü olması gerektiğini yeni yeni öğreniyorum. Yüzleşmekte zorlandığım şey tam da bu işte.
1- Ilo Pill, Estonyalı bir mülteci. Sylvia Plath ile 1950 – 1953 yılları arasında flört etmiş ve mektuplaşmıştır.
2- Almanca “değil mi?”
3- Bu kısım daha sonra Plath’in el yazısıyla farklı bir mürekkeple yazılmıştır. Kendisiyle dalga geçiyor.
4- Goodbye, My Fancy, ilk olarak Fay Kanin tarafından 1948 yılında sahneye konulan tiyatro oyunu.
5- Sözlerini Ira Gershwin’in yazdığı, Vernon Duke’ün bestelediği popüler bir şarkı olan “I Can’t Get Started”ın bir kısmı. Türkçesi de şöyle: “Bir uçakla dünyanın çevresini dolaştım, İspanya’da devrim yaptım, Kuzey Kutbu’nun haritasını çıkardım, yine sana yaranamadım.”
6- Robert George Riedeman. 1949 – 1950 yılları arasında Plath ile flört etmiştir.
7- Alm. Merhaba. (yay.n.)
8- Edward M. Cohen. Plath’ın Illinois, Chicago’dan mektup arkadaşı. Cohen ve Plath 1950’den 1954’e kadar mektuplaştılar ve Plath’ın 1951 ve 1952’deki bahar tatillerinde yüz yüze görüştüler.
9- Peter Aldrich. Plath’ın Massachusetts, Wellesley’den komşusu olan Aldrich ailesinin dokuz çocuğundan biri.
10- Warren Joseph Plath. Plath’ın küçük erkek kardeşi.
11- William Albert Gallup Jr. 1950 yılında Plath ile flört etmiştir.
12- Celia Amberley, Victoria Lincoln’ün (1904-1922) ilk olarak 1949 yılında basılan romanı. (yay.n.)
13- Plath’ın 1950-1952 yılları arasında, Smith Koleji’ndeki ilk iki yılında kaldığı yurt.
14- Clement Moore Hendry. Warren Plath’ın Philips Exeter Akademi’deki oda arkadaşı.
15- Yönetmenliğini Michael Powell ve Emeric Pressburger’in yaptığı 1948 yapımı The Red Shoes filmi. (yay.n.)
16- Muhtemelen Plath’ın sınıf arkadaşı Lois Winslow Sisson.
17- Robert Hills Humphrey. 1950-1951 yılları arasında Plath ile flört etmiştir.
18- Anne Davidow. Plath’ın Illinois, Highland Park’tan arkadaşı. İlk yarı yılının ardından okulu bırakmıştır.
19- P. L. Travers’in yazdığı 1984-1988 yılları arasında yayımlanan sekiz kitaplık “Mary Poppins” serisinin baş kahramanı. (yay.n.)
20- Winnie-the-Pooh, A. A. Milne tarafından yaratılmış bir karakter. Aynı isimli kitap ilk olarak 1926 yılında yayımlanmıştır. (yay.n.)
21- İngilizcede “I am” olarak yazılışını tasvir ediyor. (yay.n.)
22- Lewis Carroll mahlasını kullanan Charles Lutwidge Dodgson’ın 1865 yılında yayımlanan klasikleşmiş romanı Alice’s Adventures in Wonderland (yay.n.)
23- Seventeen: İlk olarak 1944 yılında basılmaya başlanan gençlik dergisi (yay.n.)