Zekânın eylemleri bahsettiğim yapıları yıktığı zaman, insan yaşamı bir eksiklik hissetti (ama hemen tam bir yıkım hissetmedi). Eskilere uzanan bu iletişimin, Tanrı gibi tarihi olan (dokunaklı ve dramatik) nesneler üzerinde düşünceye dalarak gerçekleştirdiği bu kaynaşmaya artık ulaşılamaz gibi görünmektedir. O halde seçim yapmak gerekiyor –ya inatla dogmalara bağlı kalmak– ya da tek yakıcı yaşam biçimi olan kaynaşmadan vazgeçmek.
Romantik şekliyle aşk, şiir, içinde yalnızlığa, kısa sürede en belirgin çıkış yolundan yoksun kalmış bir yaşamın yavaşlamış şekline kaçtığımız yollar olmuştur. Ama bu çıkış yolları eskisini aratmayan bir yapıda olduğu zaman, eskisi, eleştiriye maruz kalanlar için ulaşılmaz olmuş veya ulaşılmaz zannedilmiştir: Böylece yaşamları olabilirinin bir parçasından yoksun kalmıştır.
Başka bir anlatımla, esrimeye veya kendinden geçişe genelde ancak varoluşu dramlaştırarak ulaşılır. Bizi seven (o kadar ki bizim için ölüyor) ve kurtaran, aldatılmış bir Tanrı’ya inanç uzun zaman bu rolü oynadı. Ama bu inanç eksik olduğundan dramlaştırmanın olanaksız olduğunu söylemekten başka birşey yapamayız: Gerçekten diğer toplumlar İncil’den haberdar olmamalarına rağmen dramlaştırmayı bildiler ve onun aracılığıyla esrimeye ulaştılar.
Sadece şu söylenebilir: dramlaştırmanın zorunlu olarak tartışılmaz (belirleyici) veri biçiminde değerli bir anahtarı vardır ve eğer bu değer yoksa dramın yerine kayıtsızlık geçer. Böylece dramın bize ulaştığı an, en azından genel olarak içimizdeki insanı etkileme şeklinde hissedildiği an otoriteye ulaşırız, bu da drama neden olur (aynı şekilde eğer içimizde bir otorite, bir değer varsa dram vardır çünkü eğer dramlaştırma böyleyse, onu tamamen ciddiye almak gerekir).
Dinlerin hepsinde dramlaştırma temeldir ama, eğer bu dramlaştırma saf olarak dışsal ve gizemselse, aynı zamanda çok sayıda bağımsız şekilleri olabilir. Amaçlı ve farklı kökenlerden kaynaklanan kurban etmeler birleşirler. Ama bunların her biri, kurbanın öldüğü anda bir dramlaştırmanın yoğunluk noktasını gösterirler. Eğer dramlaştırmayı bilmiyorsak, kendimizin dışına çıkamayız. Böyle bir durumda yalnız ve sıkışmış bir şekilde yaşarız. Ama bir kopuş şekli –iç daralmasının içinde– bizi gözyaşlarının sınırına getirir: Böylece kendimizi kaybederiz, unuturuz ve kavranılamayan öte tarafla iletişim kurarız.
Çoğu zaman zorlamalı olan bu çeşit dramlaştırmadan gülüşe dönen bir aptallık ve komedi unsuru çıkar. Eğer dramlaştırmayı bilmemiş olsaydık, gülmeyi bilemezdik. Bizi, bu kez otorite olmadan, parçalamak isterken yaptığı hatalarla rastlantısal olarak parçalayarak yeniden başlayan bir kaynaşma içinde fışkırtan gülüş her zaman hazırdır.
Dramlaştırma ancak içte oluşarak tamamen genelleşmiştir ama hiçbir zaman ölmemek gibi saf istekler ölçüsünde araçlar olmadan gerçekleşemez. Böylece dramlaştırma içsel ve genel olunca, özel, kıskanç bir otoritenin içine düşer (bundan sonra gülmek soru dışıdır, dramlaştırma gülme ile daha zorunlu hale gelmiştir). Tüm bunlar, varlığın kendi kendine çok sıkışmaması, cimri bir dükkâncı, sefih bir ihtiyar olmaması içindir. Sefih zengin, dükkâncı ile kurtuluş beklentisi içinde sinip gizlenmiş bir sofu arasında çok benzerlikler vardır, hatta bu iki olgunun aynı kişide birleşme olanağı vardır.
Başka bir ikircil anlam: Tanrı’nın olumlu otoritesi ile acının yok edilmesinin olumsuz otoritesi arasındaki uzlaşmaya tutunma olgusu. Acıyı yok etme istencinde, kendimizi dramlaştırmayla sınırlamak yerine eyleme yöneliriz. Acıyı yok etmek için yürütülen eylem, sonunda bu yoketme adına dramlaştırma olanağının ters yönüne doğru gider: Artık olabilirin en uç noktasına yönelmeliyiz, bir kötülüğe çare buluruz (büyük bir etkisi olmadan) ama beklerken olabilirin anlamı kalmaz. Sefihle, dükkâncıyla ve bencil sofuyla birlikte oldukça birleşmiş bir dünya (sürüp giden düşmanlıkların örtüsü altında) oluşturarak tasarı halinde yaşarız.
Ölçüsüzce dramlaştırmaların bu biçimlerinde, geleneklerin içine girerek kendimizi dramlaştırmadan uzak tutabiliriz. Ölmeme isteğine başvurma ve üstelik Tanrı önünde alçalma dışında alışılmış araçlara Jean de la Croix’da hemen hemen hiç rastlanmaz. O, bilgisizliğin gecesinde olabilirin en ucuna gelir: Diğerlerinde bu daha az çarpıcıdır ama belki daha az derin değildir. Kierkegaard’da, olabilirin ve bir şekilde saçmanın ucuna ulaşma gayretiyle, otoritesini gelenekten alan dramın her unsuru, içinde hiçliğe dayanmanın olanaksız hale geldiği ve içinde alay etmenin özgü olduğu bir dünyada devinir.
En önemli konuya geliyorum: Dışsal araçları atmak gerekir. Dramatiklik, olumlu koşullar olan şu veya bu koşulların içinde olmak değildir (yarı yarıya kaybolmuş olmak gibi, kurtarılabilir olmak gibi). Sadece var olmaktır. Bunu fark etmek, başka bir şey olmaksızın, alışkanlıkla onlar aracılığıyla gizlendiğimiz aldatıcı sözleri yadsımaktır. Artık kurtuluş sorunu yoktur: Bu, aldatmacanın en çekilmezidir. Bir otorite adına karşı çıkmanın oluşturduğu zorluk şöyle çözümlenmiştir: deneyin kendisi olan karşı çıkma adına karşı çıkıyorum (olabilirin en ucuna gitme istenci). Deney, otoritesi ve yöntemi karşı çıkma olgusundan ayırdedilemezler. [*]
Kendi kendime şöyle diyebilirim: Değer, otorite esrimedir; iç deney esrimedir, esrime muhtemelen daha önce bahsettiğim kendi kendine sıkışmaya karşı koyan bir iletişimdir. Bu şekilde bilmiş ve bulmuş olacağım (bildiğimi, bulduğumu zannettiğim bir dönem olmuştur). Ama bilginin kabul edilmemesi yoluyla esrimeye varıyoruz. İster esrimede durayım, ister onu kavrayayım sonunda onu tanımlıyorum. Ama hiçbir şey bilginin reddine karşı duramıyor ve sonunda iletişim fikrinin kendisinin hiçbir şey bilmeden açığa çıkardığını görüyorum. Ne olursa olsun, içimdeki aşırılıkla var olacak olumlu bir vahiyin eksikliğinden dolayı ona ne bir amaç ne de var olma nedeni oluşturabilirim. Esrimenin kendisinden başka bir çıkışı olmayan dayanılmaz bilgisizliğin içinde kalıyorum. Bununla birlikte çıplaklık ve yanıtsız yakarma halinin içinde şunu fark ediyorum: Bu durum kaçamağın kaçıcılığına tutunuyor. Özel bilgilerin bu şekilde kaldığı ve sadece toprağın ve bu bilgilerin temellerinin gizlenmiş gibi göründüğü durumda, yok olup giden insanın sonunda görünen tek gerçeği, yanıtsız bir yakarıştır.
Gecikmiş bir yalınlığa tutunan devekuşu sonunda tuhafça açılmış, topraktan kurtulmuş bir gözü bırakır… Ama okunsam da, iyi niyetle ve en büyük dikkate sahip olunsa da, inancın en son derecesine ulaşılsa da o kadar çıplak olunamayacaktır. Çünkü çıplaklık, batmak, yakarış öncelikle diğerlerine eklenen kavramlardır. Bu kavramların kendileri, bilgilerin alanını genişletmeleri konusunda kaçamakların kaçışına bağlanmalarına rağmen kaçamak sözlerin durumuna düşmüşlerdir. İşte bizdeki söylemin çalışması böyledir. Ve bu zorluk şu şekilde ifadesini bulur: Sessizlik sözcüğü hâlâ bir gürültüdür, konuşmak kendi içinde bilmeyi hayal etmektir ve bilmemek için artık konuşulmamalıdır. Kum gözlerimi açmama izin versin veya vermesin konuştum: Kaçmaktan başka bir işe yaramayan sözcükler, kaçmaktan vazgeçtiğim an beni kaçışa yöneltmektedirler. Gözlerimin açık olduğu doğru ama söylenmemeli ve bir hayvan gibi donuk kalınmalıdır. Konuşmak istedim ve sözler sanki binlerce uykunun ağırlığını tatlılıkla taşıyormuş gibi, sanki görmüyormuş gibi gözlerim kapanıyor. “Tüm entelektüel işlemin özden durdurulması” ile tin açığa çıkmıştır. Aksi halde söylem tini kendi küçük sıkıştırmasının içinde tutar. Söylem isterse fırtına yaratabilir, hangi çabayı gösterirsem göstereyim, ateşin yanında rüzgâr donamaz. İç deneyle felsefe arasındaki fark temelde, deneyde anlatımın bir araç ve aynı zamanda araç olurken bir engel olduğu ve bundan başka hiçbir şey olmadığından ileri gelmektedir; önemli olan artık rüzgârın anlatımı değil, rüzgârın kendisidir.
Bu noktada dramlaştırma sözcüğünün ikinci anlamını görüyoruz: Bu, söyleme eklenen anlatıma takılı kalmama ve rüzgârın donmuşunu hissetmeye, çıplak olmaya zorlama istencidir. Buradan yargılamasız duyuyu kullanan, vurmak isteyen, bunun için rüzgârın sesini taklit eden dram sanatına geliyoruz: Bu sanat sahnede bir kişiyi titretir (bu kaba araçlara başvurmak istemeyen felsefe uyuşturucu imlerin içinde kalır). Bu konuda Aziz Ignace’ın “Çalışmalar”ını yargılamalı yönteme bağlamak klasik bir hatadır. Bu “Çalışmalar” dramatik şekilde tümü düzenleyen söyleme teslim olur. Söylem yüreklendirir: Dramın yerini, kişilerini tasavvur et ve burada onlardan biri gibi dur; sözlerin yönlendiği yokluğu, sersemliği dağıt –bunun için istencini yönlendir–. Söylemden tam bir tiksinti duyan “Çalışmalar” söylemin gerilimi ile buna bir çare bulmaya çalışmış ve çoğu zaman bu yapay çalışma başarısızlığa uğramıştır (diğer taraftan önerilen temaşa nesnesi kuşkusuz dramdır ama bu dram, iç deneye susamış Cizvitlerden daha fazla Karmellerin cisimleşmemiş Tanrı’sından uzakta olan söylemin tarihsel kategorilerine bağlıdır).
Dramatik yöntemin eksikliği, doğal olarak hissedilmiş şeyin her zaman ötesine gitmeye zorlamasıdır. Ama eksiklik yöntemden daha çok bizim eksikliğimizdir. Ve bu, beni durduran yöntemin istemli tarafı değildir: (bu yönteme burada alay ekleniyor: otoritenin bir işi olarak değil de otoriteyi arzularken ona tâbi olmaya gücü yetmeyen bir kişinin işi olarak oluşan komik) beni durduran yöntemin güçsüzlüğüdür.
Karşı çıkma, söylemle ve dramatik teşvikle sınırlansaydı, içimizde gerçekten güçsüz olarak kalırdı. İçine görmemek üzere gömüldüğümüz kum, sözcüklerden oluşmuştur ve onlardan yararlanan karşı çıkma, –eğer bir imgeden farklı bir diğerine geçersem– çırpınırken batan ve gayretleri kesinlikle batan çıkmazdaki insanı düşündürür: Ve sözcüklerin, anlaşmazlıklarının, olabilirliklerinin tüketici büyüklüklerinin ve en sonunda ihanetlerinin devingen kumlardan bir şeyleri olduğu doğrudur.
Bize verilen ip olmadan bu kumlardan çıkamayız. Sözcüklerin hemen hemen içimizdeki tüm yaşamı kendine çekmesine karşın –elkonmuş, sürüklenmiş, yığılmış bu yaşamda karıncaların (sözcüklerin) işi çok kalabalığının tek bir dal parçası yoktur –içimizde suskun, gizlenmiş, kavranamaz bir parça varlığını sürdürür. Sözcüklerin ve söylemin bölgesinde bu parça bilinmez. Aynı şekilde genel olarak bize uzaktadır. Ancak belirli koşullarda ona ulaşır veya sahip oluruz. Bunlar hiçbir nesneye dayanmayan belirsiz içsel devinimlerdir ve amaçları yoktur. Başka durumlarda göğü, odası olan –ve bu konuda dikkati kavradığı şeye yönlendiren– dilin, yoksun kalmış olmasına, bir şey söyleyememesine, bu durumları dikkatten gizlemesine rağmen (yoğunlukların azlığından yararlanan dil hemen dikkati başka yöne çekiyor) bir odanın kokusuna, göğün arılığına bağlı olan diğer durumlara benzer bu durumlar tanımlanabilir hiçbir şeyle güdülenmemişlerdir.
Eğer tartışmaksızın dilin yasası altında yaşıyorsak, bu durumlar içimizde sanki yokmuş gibi vardırlar. Ama eğer bu yasaya çarpıyorsak, geçerken bilinci bu durumların birinde durdurabilir ve içimizdeki söylemi susturarak bize verdiği sürprize takılabiliriz. O halde en iyisi kendi içine kapanmak, geceyi gerçekleştirmek, içinde bir çocuğun uykusunu bulduğumuz askıya alınmış bu sessizlikte kalmaktır. Biraz şansla, bu durumda dönüşü kamçılayan ve şiddeti arttıran şeyi fark ediyoruz. Ve kuşkusuz bundan dolayı, bir annenin çocuğunun yanında hastalıklı bir tutkuyla gece boyunca kalması aşırı bir şey değildir.
Ama zorluk, kolaylıkla tam olarak susmaya ulaşamamaktan ve tam da bir annenin sabrıyla kendine karşı savaşmak gerektiğinden ileri gelmektedir: Sözsel köleliklerin korumasında varlığını sürdüren şeyi kavramaya çalışıyoruz ve kavradığımız şey belki de gücümüz (sonra onun başarısızlığı) konusunda tümceler dizen, sayıklayan bizzat kendimizdir, ama tümceler var ve başka bir şeyi kavrama güçsüzlüğü içindeyiz. Genel olarak gizli ama tam ışığın içine düşen güçsüz bir aptallıkla içli dışlı olarak –direnmeliyiz: Oldukça hızlı olarak durumların şiddeti artıyor ve bundan sonra bu durumlar içine alıyor ve hatta kendinden geçirtiyor. Düşünebileceğimiz, yeniden susmadan sözcükleri sıralayabileceğimiz an geliyor: Bu kez kulise (arka plana) ve aldırmaksızın seslerini kayboluşa bırakıyoruz.
Ancak en içsel devinimlerimizden edinebileceğimiz bu egemenlik iyi bilinmektedir: Bu yogadır.
Ama yoga bize bilgiçlikle süslenmiş kaba yollar ve tuhaf anlatımlar şeklinde verilmiştir. Ve kendi için uygulanan yoga, bir estetik veya bir sağlık bilgisinden öteye gidememektedir. Buna karşın ben aynı araçlara (açığa çıkarılmış olarak) bir umutsuzluk içinde başvuruyorum. Hıristiyanlar bu araçları kullanıyorlardı ama deney onlar için uzun bir çilenin son bölümüydü (Hindular, deneylerine, kendilerinde eksik olan dinsel dramın bir eşdeğerini sağlayan çileciliğe kendiliğinden kapılıyorlardı). Ama çileciliğe başvuruyu yapamadığımdan ve istemediğimden, karşı çıkmayı egemenliğin kendisi olan sözcüklerin gücünün özgürleşmesine bağlamak zorundayım. Ve, Hinduların tersine bu araçları oldukları seviyeye indirgedim, sonra araçların içinde esine ayrılması gereken kısmı belirttim, ve bu araçları yeniden yaratabilmenin olanaksızlığını da söylemekten geri durmadım. Gelenekle ağırlaşan uygulamalar, en özgür şairlerin vazgeçemediği bayağı kültürün benzeridir (ikincil araştırmalar yapmamış hiçbir büyük şair yoktur). Kendi hesabıma ele aldığım şey yoganın okulsal havasından çıkarabildiğim şeyden uzaktadır. Söz konusu araçlar ikilidir; bulmak gerekir: Alışkanlığı besleyen, ama tamamının bizi dizginde tuttuğu bu nesnelerden uzaklaştıran sözcükler, –bizi dışsal (nesnel) düzlemden öznenin içelliğine kaydıran nesneler.
Kaydıran sözcüğüne sadece bir örnek vermekle yetineceğim. Sözcük diyorum: bu aslında içine sözcüğün yerleştirildiği bir tümce olabilir ama ben kendimi sessizlik sözcüğüyle sınırlıyorum. Söylemiştim, sözcük olarak sessizlik daha önceden sözcüğün kendisi olan gürültüyü yok eder; sessizlik sözcüğü, sözcüklerin tümünün içinde en sapığı ve en şiirselidir: Sessizliğin kendisi, ölümün güvencesidir.
Sessizlik, kalbin hastalıklı temiz sevgisinin içinde verilmiştir. Bir çiçek kokusu anılarla yüklü olduğu zaman, bir anki yumuşaklığının bizi kendisinden kurtaracağı gizin korkusu içinde çiçeği solumayı sürdürürüz: Bu giz içsel, sessiz, kavranamaz ve çıplak bir var olmadan başka bir şey değildir. Giz, sözcüklere (nesnelere) her zaman verilen dikkatin bizi gizlemesinden ve eğer dikkatimizi nesnelerin en saydamlarına çevirirsek dikkatin bizi kesinliğe götürmesinden başka bir şey değildir. Ama dikkat kesinliği ancak, onu sonunda bu ayrık nesnelerden ayırabilmemiz durumunda, tam olarak sağlar: Bu nesneler için, onların artık hiçbir şey olmayan sessizliği sona erdirdikleri yeri bir dinlenme yeri olarak seçerken yapabildiğimiz şey budur. Hinduların seçtiği dinlenme yeri daha az içsel değildir: Bu yer, soluktur. Ve kayan bir sözcüğün önceden sözcüklere verilen dikkati yakalama gücü olduğu gibi, soluğun, jestlerin yararlandığı dikkatin, nesnelere yönelen eylemlerin de bu gücü vardır: Ama bu eylemlerden sadece soluk içselliğe götürür. Bu yüzden –belki de sessizlik içinde– uzun uzun yumuşakça soluk alıp veren Hindular, soluğa, zannettikleri güç olmayan ve kalbin gizlerini daha az açmayan bir gücü haksız yere vermemişlerdir.
Sessizlik bir sözcük olmayan bir sözcüktür ve soluk bir nesne olmayan nesnedir… Açıklamamın seyrini yeniden durduruyorum. Bunun nedenlerini vermiyorum (birbiriyle çakışan bu nedenlerin sayısı çoktur). Şimdi içinden özün çıktığı ve süreçten çok amaca yanıt veren bir şekil içindeki notlarla kendimi sınırlıyorum.
Hinduların başka araçları vardır: Bu araçların benim gözümde bir tek şu değeri vardır: Sadece yoksul araçların (en yoksullarının) kopuşu gerçekleştirme gücü vardır (zengin araçlar çok fazla anlama sahiptir, kendisi için araştırılan nesneler gibi bilinmezle bizim aramıza girerler). Önemli olan yoğunluktur, oysa.
Henüz dikkatimizi içsel bir varoluşa çevirmişken: Buraya kadar gizli kalan şey, bir fırtınanın değil –söz konusu olan yavaş devinimlerdir– ama içe oturmuş bir kabarmanın şiddetini taşımaktadır. Şimdi duyarlık yüceltilmiştir: Alışkanlıkla nötr nesnelere bağladığımız bu duyarlığı bu nesnelerden ayırmamız yeterli olmuştur.
Duyulara dokunan, her şeyden kopmuş bir duyarlık o kadar içselleşmiştir ki bir iğnenin yere düşmesi veya bir çatırtıyla geri gelen dünyanın çok büyük ve çok uzaklara giden bir yankısı olmaktadır… Hindular bu tuhaflığı fark etmişlerdir. Karanlıkta gözbebeğinin büyümesinin derinleştirdiği görmede olayın aynı olduğunu düşünüyorum. Burada karanlık, ışığın yokluğu (veya gürültünün) olmayıp dışarının içinde erimedir. Yalın gecede, dikkatimi, varlığını sürdüren nesneler dünyasında sözcükler yoluyla tam olarak gerçekleşir. Gerçek sessizlik sözcüklerin yokluğunda oluşur; bu durumda bir iğne düşer: Bir çekiç darbesi yemiş gibi irkilirim… İçeride oluşan bu sessizlikte bu artık bir organ değildir, bu tam duyarlıktır, bu genişleyen kalptir.
Hinduların çeşitli araçları. Onlar katedralde yankılanıp uzayan OM hecesini boğuk bir şekilde telaffuz ederler. Bu heceyi kutsal olarak değerlendirirler. Böylece, karanlık ve aynı zamanda görkemli bir kutsallıkla dolu ve uzantısının saf olarak içsel olduğu dinsel bir uyuşukluğa dalarlar. Ama burada ya Hindu’nun saflığı –arılığı– ya da egzotik bir renk için Avrupalı’nın cılız beğenisi gerekir.
Bu durumda başkaları zehirleyicilerden yararlanır.
Tantrikler cinsel zevke başvururlar: Onun içinde derinleşmezler, bu zevki sıçrama tahtası olarak kullanırlar.
Virtüözün oyunları, suçluluk birbirine karışmıştır. Ve artık hiçbir şey, açığa çıkarma istencinden bu kadar uzak değildir.
Ama aslında Hindistan hakkında çok az şey biliyorum… Tutunduğum çok sınırlı yargılamalarım –iyi karşılamadan çok uzaklaşma vardır– bilgisizliğimle bağlantılıdır. İki noktada kuşkum yoktur. Hinduların kitapları derin olmadıkları zaman düzensizdirler; bu Hinduların Avrupa’da sevmediğimdostları vardır. Hinduların eğilimi –nefretle karışmıştır– Batı’yı, dinini, ilmini, ahlakını pohpohlamak ve geri kalmış görüntüsüyle kendini aklandırmaktır; yanlış bilincin bu başlangıcına göre ölçülen kendi içinde dikkat çekici bir sistemle karşı karşıyayız; entelektüel sav, dokunaklı veya kayıtsız saflıklar çıkarmaktadır; ahlaka gelince modern Hindular, belki de kendi zararlarına korudukları bir gözüpekliği zayıflatmaktadırlar ve ilkelere saygıdan doğan bir kaygıdan da kurtulmaktadırlar. Oldukları gibiler ve her bakımdan yukarıdan görebilecek kadar yükseldiklerinden kuşku duymuyorum ama kendilerini batısal çizgide açıklıyorlar, bu da ortak noktalarda azalmaya neden oluyor. Hinduların olanaksızın içinde uzaklara gittiklerinden kuşku duymuyorum ama en üst derecede onlarda, benim için önemli olan dile getirme eksik. Bildiğim kadarıyla onlarda, çilenin belirleyici rol oynadığı sonucunu çıkarabilirim (birbirine zıt düzensizlikler –erotizm, zehirleyiciler– çok seyrek olup büyük bir çoğunluk tarafından dışlanmıştır. Düzensizlikler çilenin dışında değildir hatta bir denge ilkesi gereği çileyi zorunlu kılarlar). Anahtar, kurtuluşun araştırılmasındadır. Bu insanların sefaleti onların kurtuluş kaygısından ileri gelmektedir. Diğer taraftan da bu kaygı Hıristiyanınkinden farklıdır. Onların kurtuluşa kadar birbirini izleyen yeniden doğuşları tasarladıkları bilinmektedir. Kurtuluş onlardan bir daha yeniden doğmamaktır. Bana inandırıcı görünen bu konuda benim dikkatimi çeken şudur (bu inanç akıl yürütmeyle oluşmayıp, sadece belirlenen duygulardan ileri gelmektedir): Ölmüş olan geçmişteki ben x olsun (başka bir yaşamda), a yaşayan ben, ve z gelecekteki ben olsun.
Yaşayan a olarak dünkü ben ad’yi, ve yarınki ben ay’yi ayırdedebilirim (bu yaşamda). A ad’nin diğerlerinin olamadığı bir dünü olduğunu bilmektedir. Aynı şekilde yarınki ay’yi yarın olacak diğer insanlardan ayırdedebilir. Ama a bunu ölmüş x için yapamaz. Onun kim olduğunu bilmiyor ve onunla ilgili hiçbir anısı yok. Aynı şekilde x’in, a hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Aynı şekilde a’nın, a hakkında hiçbir anısı olamayacak z hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Eğer x, a ve z arasında, a, ad ve ay arasında saptadığım ilişkilerden hiçbiri yoksa, onlar arasına, kavranılamaz ve dolayısıyla sanki olmamış gibi olan ilişkiler yerleştirilecektir. x, a ve z’nin tarafımızdan anlaşılamaz bir şekilde aynı ve tek varlık olduğu doğru olsa bile, bu gerçek beni ilgilendirmeyecektir çünkü tanım olarak x, a ve z birbirine karşı zorunlu olarak ilgisizdir. a için kendisinin hiç bilmediği ve kendisini hiçbir zaman bilmeyecek z ile ilgilenmek çok gülünç olacağı gibi, özellikle bu kutuplardaki geziciye de ne olacağı ile ilgilenmek de çok gülünç olacaktır. a, x ve z kutupları arasındaki bu geziciye k diyelim. a ile k arasında hiçbir zaman, a, ad ve ay arasındaki ilişki biçiminin bulunmadığı görülecektir (daha doğrusu kavranabilecek ilişkilerin bulunmadığı).
Buradan yola çıkarak: eğer bir ruhum olduğu ve onun ölümsüz olduğu kanıtlanırsa, ölümümden sonraki bu ruhla ben arasında a, ad tipi ilişkiler tasarlayabilirim (a’nın ad’yi anımsadığı gibi ruhum beni anımsayacaktır). Bu çok kolaydır ama eğer onların arasına a, ay tipi ilişkiler yerleştirirsem, bu ilişkiler keyfi olacaktır ve a, ay’yi belirleyen ilişkilerin belirgin sağlamlığına sahip olamayacaktır. Ölümden sonraki ruhuma ar diyelim, bu ar karşısında, k karşısındaki gibi bir kayıtsızlık içinde olabilirim. ay karşısında bu kayıtsızlık benim için olanaksızdır (yapabilirim olanaksız derken, kesin olarak kendimden bahsetmiyorum ama aynı tepki doğru ve açık her insanda vardır).
En komik gerçek, bu sorunlara hiçbir zaman dikkat edilmemiş olmasıdır. Tartışmayı faydasızlaştıran anlamsızlığı görmeden inançların doğruluğu veya yanlışlığı tartışılmaktadır. Bununla birlikte inançlı olsun veya olmasın entelektüel olarak sıfır olmayan her insanın duygusuna belirgin şekil vermekten başka bir şey yapmıyorum. İçinde ölümden sonrası için kaçınılmaz, gerçek bir kaygıya sahip olunduğu a, ay tipi ilişkilerin a, ar arasında gerçekten var olduğu (eğitimsiz kafalarda) bir dönem vardır: İnsanlar önce, uzun sürmesi zorunlu ama ölümün korkunçluğu, uğursuzluğu ile yüklü korkutucu bir ölümden sonraki yaşamın varlığını düşünmüşlerdir. Bu durumda benin ruhla ilişkisi akıldışıydı (a ile ay arasındaki ilişkide olduğu gibi). Ama a, ar arasındaki hâlâ akıldışı olan ilişkiler, uzun sürede aklın faaliyeti ile bozulmuşlardır (bu noktada her şeye rağmen, a, ay ilişkilerinden farklıdırlar, bazen kırılgan görüntüdedirler, zaten deneye dirençlidirler). Düşe benzeyen bu ilişkilerin yerine, uzun sürede gitgide yükselen ahlaksal fikirlere bağlı akılcı ilişkiler geçmektedir. Bunalımda, insanlar kendi kendilerine şunu söylemeyi sürdürebilirler: “ay kadar ar’yi (z’nin dışında) merak ediyorum”; söyleyebilirler ama gerçekten merak etmeyi sürdürmezler.
Eğitimsiz imgeler dağıldığında, gülünç gerçek yavaş yavaş ortaya çıkar: Ne söylenirse söylensin a’nın ar’ye ilgisi k’ye ilgisinden pek fazla değildir; yaşarken cehennemi çok az göz önüne alır. Eğitilmiş, kültürlü bir Hıristiyan artık ar’nin başka biri olduğunu görmemezlikten gelemez, k’yi olduğu gibi ar’yi umursamaz ama sadece imgelerin üst üste binmesi olarak şu ilkeyi korur: “ay ile değil ar ile ilgilenmeliyim”. Ölüm anında buna yakınların dindarca dilekleri ve ancak ölümden sonra yaşayan bir ar olmadan kendini ölü olarak düşünemeyen ölmekte olan insanın korkusu eklenir. “Beni aşkla titreten şey bana söz verdiğin gök değildir, korkunç cehennem beni titretmiyor…. gök olmasaydı seni sevecektim ve eğer cehennem olmasaydı senden korkardım” (AVILA’LI AZİZE THERESE) Hıristiyan inanışında bundan sonraki kısım saf bir basitliktir.
Ben Hıristiyanken, ar ile çok az ilgiliydim, ar ile k’den daha fazla ilgili olmak bana o kadar boş geliyordu ki Kutsal Kitap’taki XXXVIII’inci mecmurun şu sözcükleri kadar hiçbir şey beni cezbetmemiştir: “ölmeden önce serinleyeyim ve sonra tamamen yok olacağım (…ut refrigerer priusquam abeam et amplius non ero) Bugün bana saçma bir yöntemle ar’nin cehennemde yanacağının kanıtı verilse de, bunda şunu söyleyerek kaygı duymayacağım “bu ne onun için, ne de başkası için önemli değildir” Beni ilgilendirecek olan –canlı olarak yanmam– cehennemin varlığı olgusudur. Ama cehennemin varlığına hiç kimse hiçbir zaman inanmadı. Bir gün İsa Peygamber lanetlenenlerin dişlerinin gıcırdamasından bahsetti: o Tanrı’ydı, buyuruyordu ve buyruğun kendisiydi, bununla birlikte ikiye bölünmedi ve mutsuz parçaları birbirine doğru atılmadı: söylediğine inanmadı ama yapmak istediği etkiyi düşündü.
Bu noktada, çok sayıda Hıristiyan bana benziyor. (ama gerçekten ona inanılması için zorlanılmamış bir tasarının basitliği kalıyor) a’nın ay için duyduğu kuşkuda hemen bir yapaylık oluşuyor, (a, ad ve ay özdeşliği, bir saatten öbürüne yabancılaşan, değişen bir varlığın anılarını birbirine bağlayan bir ipe indirgeniyor). Ölüm ipi koparıyor: sürekliliği kesen bir eşiğin eksikliği ile ancak sürekliliği kavrayabiliriz. Ama bir özgürlük devinimi, aniden kıpırdamak ar ile k’nin eşanlamlı görünmeleri için yeterlidir. Çağdaş boyu k için gösterilen bu devasa ilgi ne tam olarak gülünç, ne de iğrençtir. k’nin kendisi olduğunu bilmeden k ile bu kadar ilgilenmek!
“Tüm emekçi canlılığım ve tüm gevşekliğim, kendime tüm hâkimiyetim ve doğal tüm eğilimim, tüm yiğitliğim ve tüm korkaklığım, karanlık bir gökten fışkıran güneşim ve yıldırımım, tüm ruhum ve tüm kafam, “ben”in ağır ve sert graniti, tüm bunların aralıksız şunu yineleme hakkı vardır: “Ne olduğumun önemi yoktur!” (Nietzsche, 80-81’den bir bölüm) Benin ölümle silindiğini, ortadan kaldırıldığını, evrende eksildiğini düşünmek… Tam aksine, eğer başka ölüler kalabalığıyla birlikte varlığım sürerse, evren yaşlanacak, tüm bu ölüler onun için kötü bir giriş olacaktır.
Geleceğin ağırlığını ancak bir koşulla taşıyabilirim: Diğer ve her zaman diğerleri de o gelecekte yaşamalılar –ve ölüm bizi temizlemiş olsun ve sonra diğerlerini sonsuzca yıkasın. Kurtuluş ahlakında en düşmanca olan şey: Bu ahlak, yanlışlığı görmediği an bir gerçek ve yığını varsayar. Genç, eliaçık, güldürücü olmak ve bununla birlikte giden kızlar, dans, çiçekler gibi aldatanı sevmek başıboş dolaşmaktır: Güzel kız aptal değilse itici olmak ister. (geçerli olan sadece kurtuluştur). Kuşkusuz en kötüsü: Ölüme mutlu meydan okuma, coşturan ve soluk alınan havayı canlandıran gurur duygusu, bilgeye dişlerinin arasında “bilselerdi…” dedirten kendini beğenmişlik. Aksine şunlar arasında yakınlık vardır: Bir taraftan kaygı yokluğu, eli açıklık, ölüme meydan okuma gereksinimi, fırtınalı aşk, kuşkulu saflık; diğer taraftan bilinmezin yemi olmak. İki durumda da aynı sınırsız serüven gereksinimi, hesaptan, tasarıdan aynı tiksinti (burjuvaların erken yaşlanmış ve solmuş yüzlerinden, sakınımlı yaşamlarından tiksinti).
Çileye karşı.
Kansız, güldürmeyen, sevinç aşırılıklarına karşı fışırdayan, özgürlüğü eksik bir yaşam parçasının en uca ulaşması –veya ulaştığını ileri sürmesi– bir aldatmacadır. En uca, araçların bolluğunda ulaşılır: Bunun için her türlü gözü pekliği bilen dolu insanlar gereklidir. Çileye karşı benim ilkem, en uç noktanın yoklukla değil aşırılıkla elde edilebileceğidir.
Üstelik benim gözümde başarmış varlıkların çilesi, bir günahın, güçsüz bir yoksulluğun anlamına geliyor.
Çilenin deneye uygunluğunu yadsımıyorum. Hatta üstleniyorum. Çile nesnelerden kopmak için etkin bir araçtır: Nesneye bağlatan isteği öldürmektir. Ama aynı zamanda deneyi bir nesne biçimine döndürmektir.
Çile ile, deney kendini gerçek nesne değeri edinmeye zorlamaktadır. Çile, kurtuluşun, esenliğin, en çok istenen nesnenin ele geçirilmesinin ardından koşar. Çilede değer, sadece acıdan veya zevkten bağımsız deney değildir, her zaman kendimize sağlamak istediğimiz bir mutluluk, bir kurtuluştur. Bununla birlikte, olabilirin en ucundaki deney bir vazgeçmeyi gerektirir: Bu, her şey olmak isteğinden vazgeçmedir. Genel anlamında anlaşılan çile tam olarak, Tanrı’ya sahip olma yoluyla her şey olma savının belirtisi olduğu zaman Aziz Jean de la Croix’nın kendisi şunu yazıyor: Her şey olma noktasına gelmek için (para venir a serlo todo)
Her olayda, kurtuluşun gerçek bir inancın nesnesi mi, yoksa sadece “tinsel” yaşama tasarının bir biçimini vermeye yarayan bir kolaylık mı olduğu kuşkuludur (esrime deneyin kendisi için araştırılmaz, esrime bir kurtuluş yoludur, bir araçtır). Kurtuluş Budistler için zorunlu olarak acının bitişi olan değer değildir. Aynı şekilde Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Budist olmayan Hindular için de Tanrı’nın böyle bir değeri yoktur. Kurtuluş, kişisel yaşamdan yola çıkarak görülen değerin perspektifidir. Diğer taraftan, her iki durumda da değer bütünlüktür, tamamlamadır ve inanan için kurtuluş “her şey olmaktır”, çoğunluk için doğrudan tanrısallıktır, Budistlerin bireydışılığıdır (Buddha’ya göre acı bireyselliktir). Kurtuluşun tasarısı oluştuğunda, çile olanaklıdır.
Şimdi, “her şey olmak” istencinin, kaybolma (yalnızlığa, bireysel yavaşlamaya kaçmak) istencinin bir engeli olarak görüldüğü farklı ve hatta karşıt bir istenci tasarlayalım. “Her şey olmak” sadece insanın günahı olarak değil ayrıca her olabilirin ve hatta Tanrı’nın günahı olarak görülecektir! Bu olayda kaybolmak, kaybolmak olacak ve hiçbir şekilde kurtulmak olmayacaktır (daha ileride, insanın, her şeyin, kurtuluşun, bir tasarının olabilirliğinin anlamındaki her kaymayı tartışmak üzere getirdiği tutku görülecektir). Ama bu durumda çilenin olabilirliği yok olmaktadır!
Bununla birlikte iç deney ne istenirse istensin tasarıdır.
İnsan, şiirsel bozulması bir istisna olarak kabul edilirse öz olarak tasarı olan dil tarafından tam olarak tasarı haline getirilirken iç deney tasarı olur. Ama tasarı burada artık kurtuluşun tasarısı olmadığından olumlu olmayıp, sözcüklerin yani tasarının gücünün yok edilmesinin tasarısı olarak olumsuzdur.
O halde sorun şudur. Çile, onu olabilir hale getiren varlık nedeni ve dayanak noktası olmadan söz konusu edilemez. Eğer çile bir kurban edilme ise, bu çile sadece diğer parçasını kurtarmak üzere kendisinden kaybettiği bir parçanın kurban edilmesidir. Ama kaybolmak istendiğinde: Bu Baküs’sel şenliğin deviniminden yola çıkarak oluşabilir ve hiçbir şekilde bu soğukkanlıca olmaz. Soğukkanlılık, zorunlu olarak çilenin zıddındadır. Seçmek gerekir.
Kabaca, araçların ilke olarak her zaman iki yönlü olduğunu kanıtlayabilirim. Bir taraftan gücün aşırılığına, sarhoşluğa, istek devinimlerine başvuruluyor. Ve diğer taraftan çok miktarda güce sahip olma için sakatlanılıyor… (bu şekilde deneyin bir çiçek gibi evcilleştiğini görmeksizin, çile yoluyla bir çiçek gibi sakatlanılıyor. Bu durumda da gizli gereksinimin tatmin edilmesini durduruyor… Kurtuluş söz konusu olduğunda sakatlanılıyor… Ama olabilirin en ucuna yolculuk mizaç özgürlüğünü gerektiriyor, hiçbir zaman koşumlanmamış bir atınki gibi).
Birçokları için çileciliğin kendi içinde çekici, tatmin edici bir tarafı vardır; tam bir kendini tutma olarak, ama en zoru kendini ve tüm içgüdülerini yönetme olarak. Çileci yukarıdan aşağıya bakabilir (her durumda kendisine olan nefret aracılığıyla insan doğası bunu yapabilir). Bir tasarı şeklinin dışında çileci hiçbir yaşam aracını tasarlamaz (Ben kimseye yukarıdan bakmam ama çileciler ve zevklerine düşkünler çocuk gibi gülerken yukarıdan bakarlar).
Doğal olarak şöyle denir: Başka bir bir çıkış yok. Herkes şu noktada aynı fikirdedir: Cinsel aşırılık yok. Ve aşağı yukarı herkes: Mutlak dürüstlük. Bu savları aralamak yürekliliğini gösteriyorum. Ve eğer dürüstlük, her çile gibi bir anlamda kolaylıksa, çelişkili durumları biriktiren yabanıllık, çilenin yaşlı kızı evcil yoksulluğuna göndermesi olayında, çileden daha uygundur. Erotizmi bilmeyen insan olabilirin ucuna iç deneyimsizde olduğundan daha az yabancı değildir. Sakatlanmamış “bütünsel insan”ın çetin, devinimli yolunu seçmek gerekir.
Kesin olarak şunu diyorum: Hindu drama yabancıdır, Hıristiyan içindeki çıplak sessizliğe ulaşamaz. İkisi de çileye başvurmuşlardır. Sadece ilk iki araç yakıcıdır (tasarı gerektirmezler): Henüz kimse bu iki aracı (dram ve sessizlik) birlikte söz konusu etmemişlerdir, sadece birini veya diğerini çilecilikte birlikte ortaya koymuşlardır. Çile gibi gergin bir çalışmanın yokluğundan dolayı bu araçlardan birini kullanırsam içsel deneyimim olamaz sadece nesnelerin dışsallığına bağlı olan herkesin deneyimine sahip olurum (içsel devinimlerin dingin alıştırmasında, içsellikten bile bir nesne oluşturulur: Bir “sonuç” aranır). Ama içimdeki en uç sorgulamaya bağlanan sessizliğin içteki dünyasına ulaştığımda, sözden kaçıştan ve aynı zamanda durumların boş ve sessiz tuhaflığından kurtuldum. Sorgulama, mantıksal işlemden dolayı onu baş dönmesine çeviren yanıta rastlıyordu (çıplaklığın kavranışında bir tahrikin cisimleşmesi gibi).
En kuru Batılı gibi söylem olma ve bununla birlikte sessizliğin kesin bir aracına sahip olma olgusunda son derece çekici bir şey vardır: Bu bir mezar sessizliğidir ve varoluş, gücünün tam deviniminin içinde yok olur.
Was ist Metaphysik’in (Metafizik Nedir?) bir tümcesi dikkatimi çekti: “–Araştırıcılar, profesörler ve öğrencilerden oluşan topluluğumuzda –insan gerçeğimiz (unseres Dasein) bilgi ile belirlenmiştir”. Kuşkusuz bu şekilde, anlamının içsel deneyimle belirlenmiş bir insan gerçeğine bağlanmış olması gereken bir felsefe başarısızlığa uğramaktadır (yaşam birbirinden ayrı işlemlerin ötesinde oynanmaktadır). Bunu, Heidegger’e olan ilgimin sınırını göstermekten çok bir ilkeyi ortaya koymak için belirttim: Araştırıcılar topluluğu olmadan bilgi olamayacağı gibi, onu yaşayanlardan oluşan bir topluluk olmadan iç deneyim olamaz. Topluluk, Kilise veya düzenin anlamından farklı anlamdadır. Hintli Sanyasinlerin Heidegger’in “araştırmacılarına” göre aralarında daha az şekilci bağlar vardır. Yoga’nın onlarda belirlediği insan gerçeği bir topluluğun insan gerçeğinden daha az değildir; iletişim hiçbir şekilde insan gerçeğine eklenen bir olgu olmayıp insan gerçeğini oluşturan olgudur. Şimdi dikkati başka tarafa çekmeliyim. Verili bir “insan gerçeği”nin iletişimi, iletişimde bulunanlar arasında şekilci ilişkiler yerine genel koşulları varsayarlar. Belirli bir anlamda rol oynayan tarihsel, günlük koşullar. Burada bunlardan kesin sonuca ulaşmak kaygısıyla bahsettim. Başka yerde yaraladım, daha sonra yarayı açtım.
Bilginin en ucunda, her zaman eksik olan şey, sadece vahiyin verdiği şeydir. Şöyle bir yanıt keyfidir: “Şimdi bilmen gerekeni biliyorsun, bilmediğin şey, hiçbir şekilde bilmen gerekmeyen şeydir: Başka birinin bunu bilmesi yeterlidir ve sen ona bağımlısın, onunla birleşebilirsin.”
Bu yanıt olmadan insan her şey olmak için gerekli araçlardan yoksun kalır, şaşkın bir delidir, çıkışı olmayan bir sorundur. Vahiyden kuşku duyulduğunda kavranamayan olgu, hiç kimse bizimle hiçbir zaman konuşmamışsa artık hiç kimsenin bizimle konuşmayacağıdır: Bundan böyle batan güneş altında sonsuza kadar yalnızız.
Aklın yanıtlarının ancak, tanrısal otorite benzeri bir otorite oluşturulması ve vahyin taklit edilmesi ile ayakta durduğunu görmeksizin bu yanıtlara inanılmıştır (her şeyi söylemenin aptallık dolu savı ile).
Sadece vahyin insanın her şey olmasına izin verdiği ve aklın herşey olmadığını bilmekten başka birşey bilinemez ama her şey olma alışkanlığı vardı, bu da aklın Tanrı gibi yanıtlamak ve tatmin etmek için faydasız çabasına yol açıyordu. Şimdi ok yaydan çıktı, dava bin kez kaybedildi, insan kesin olarak yalnız –bir şey söyleyememek üzere (eylemde bulunmadıkça, karar vermedikçe). Büyük alay: Çelişkili, küçük “her şeyler”in bir sürüsü, kendi kendini aşan, aptallığa ulaşan, düzensiz, boşboğaz zekâ.
En tuhafı: Artık her şey olmamak istemek insan için en üst tutkudur, insan olmayı istemektir (veya eğer istenirse, insanı aşmak zıddını yaparak mükemmelliğe yönelme gereksiniminden kurtulacak olmak).
Ve şimdi: Kant ahlakının bir önermesi karşısında (öyle davran ki…) önerme adına yapılmış bir sistem, hatta bir eylem, veya eylem eksikliği, bir istek, yanlış bir bilinç, saygı göstermeden kedinin pençeleri arasındaki fareye bakabiliriz: “Her şey olmak istiyordunuz, yutturmaca buluş, elimizde oyuncak olacaksınız.”
Benim gözümde kararın izlediği bilgisizlik gecesi şudur: “Artık her şey olmayı istememek ve böylece kendine sırtını dönme gereksinimini aşan insan olmak”, Nietzsche’nin öğretisi ne bir şey ekliyor, ne de bir şey çıkarıyor. Gülmenin, riskin, erdemlerin yüceltilmesinin ve güçlerin tüm ahlakı karar düşüncesine dayanır. Gülmenin sınırında insan her şey olmaktan vazgeçmesi ve sonunda kendisi olarak eksik, bitmemiş, iyi olmayı istemesi –en acımasız anlarda eğer olabilirse; ve bilinçli…. kör olarak ölecek noktaya kadar.
Çelişkili bir gelişme, iç deneyin ilkelerinde yadsıdığım olguyu bir topluluğun koşullarının içine sokmamı istiyor. Ama ilkelerde, olabilir dogmaları uzaklaştırıyordum ve şimdi verileri en azından gördüğüm verileri bildirmekten başka bir şey yapmadım. Gece olmadan, kimsenin karar vereceği bir şey yoktur ama sahte bir ışıkta katlanacağı bir şey de yoktur. Karar en kötünün karşısında doğan ve onu aşan şeydir. Bu, cesaretin, kalbin, hatta varlığın özüdür. Ve bu tasarının zıddıdır (karar, ara verilmesine karşı çıkılmasını, her şeyin söz konusu edildiği alanda hemen karar verilmesini ister: Sonrası ikinci derecede önemlidir). Son olarak gecede, içdaralmasında (karar buna son verir) bulunan kararın içinde öz bir giz vardır. Ama ne gece ne de karar araçtı; hiçbir biçimde gece kararın aracı değildir: Gece kendisi için vardır veya yoktur.
Gelecek insanın söz konusu olduğu karar için söylediğim şey, trajik bir düzensizliğin beklemeden karar verilmesini gerektirdiği her kez, her gerçek kararın içinde vardır. Bu beni silinmenin en ucuna (kaygısız), gülünç romantizmin tersine götürüyor (ve böylece hangi ölçüde kendimden uzaklaşıyorum –muhakkak– takınmak zorunda olduğum romantik görünümler –bir tembelliğin kötü görmeye yönelttiği şeydir…) Ecce Homo’nun derin anlamı: Hiçbir şeyi gölgede bırakmamak, ışık altında gururu ayrıştırmak.
Topluluktan varmış gibi söz açtım: Nietzsche bunu olumlamıştır ama yalnız kalmıştır.
Onun karşısında, kaygılı bir bağlılık duygusuyla yanıyorum= İç deneyin yolunda ancak esinli, kararsız olarak ilerledi ve beni durdurmadı: Filozof olarak amacının bilgi olmayıp, işlemleri birbirinden ayırmadan yaşam, onun en son sınırı, bir sözcükle deneyin kendisi, Dionysos philosophos olduğu doğruysa. Beni Nietzsche’ye bağlayan ve onunla iletişime girme isteği doğuran olgu ayrık bir özgünlük olmayıp topluluğa ait olma duygusudur.
Kuşkusuz ben bilgisizliğin gecesine Nietzsche’den daha fazla eğildim. İçinde, çamura batmış gibi zamanımı geçirdiğim bu bataklıklarda o oyalanmıyor. Ama artık tereddüt etmiyorum: Eğer bu derinliğe dalınmazsa Nietzsche bile anlaşılmaz. Aslında buraya kadar ondan ancak ne kadar gösterişli olursa olsun yüzeysel sonuçlar çıkarılmıştır.
Sadakat – içimde kendimi yok olarak buldurtturan sersemletici bilinçlilik olmadan bağlılık olmaz.
Sonsuz dönüşle ilgili olarak, Nietzsche’nin yargılamaya dayanan tasarımlarla karışmış, açıkçası gizemsel bir biçim altında bu deneyime ulaştığını düşünüyorum. Nietzsche sadece, ateşli, yalnız bir insan olarak zekâ ve akıldışı yaşam arasında az bulunan bir dengeye sahiptir. Denge entelektüel yetilerin gelişmiş çalışmasına pek uygun değildir (bu yetiler dinginlik gerektirir, Kant ve Hegel’de olduğu gibi). Hiçbir şeye bağlı olmayan, her şeye yeniden başlayan, taşı taş üzerine koyarak yaratmayan Nietzsche her yöndeki güçleri ortaya koyan görüşlerle hareket etmiştir. Sonunda zekânın yıkımından bahsetmiştir (eğer görmek istenirse). İlk sıraya bilinci koymuştur. Çelişkilerden kaygı duymamıştır. Sadece özgürlüğe tutkundur. Uçuruma ulaşan ilk insandır ve uçuruma egemen olduğundan yenilmiştir.
“Nietzsche sadece insan olmuştur…”
Buna karşı olarak.
Nietzsche’yi tam olarak bir “insan” gibi resmetmemek.
Şöyle diyordu:
“Fakat insanlıkta büyük ve yüce olan unsurların selleri sonunda nereye akıyor? Bu seller için bir okyanus yok mu? –Bu okyanus ol: Bir tane olacak. (80-81’den bir bölüm) Dionysos philosophos’dan daha iyi olarak, bu okyanusun kaybedeni ve bu çıplak gereklilik: “bu okyanus ol”, deneyi ve deneyin yöneldiği en ucu göstermektedir.
Deneyde artık sınırlı var olma yoktur. Bir insan diğerlerinden hiçbir şekilde ayırdedilmemektedir: Onda, diğerlerinde sel gibi olan şey kaybolur. “Bu okyanus ol” komutu en uca bağlı olarak, aynı zamanda bir insandan bir yığın, bir çöl oluşturur. Bu bir topluluğun anlamını özetleyen ve belirleyen bir anlatımdır. Nesne olarak sadece deneyimi olan bir topluluktan bahsederek Nietzsche’nin isteğini karşılayabilirim (ama bu topluluğu göterirken “çöl”den bahsetmiş oluyorum).
Günümüz insanının “çöl”e, insanın binlerce kakışmış budalalıklarına (aşağı yukarı bilimsel, ideoloji, iyimser şaka, gelişme, dokunaklı duygusallık, makinelere, büyük laflara inanç ve son olarak uyumsuzluk ve bilinmezin tam bilgisizliği) uzaklığını belirlemek için, “çöl”ün, şenlikleri düzenleyen “eski insan”ın devamı olan “günümüz insanı”nın kaygılarını en bütünsel anlamda terk etmesi olduğunu söyleyeceğim. Çöl geriye dönüş değildir: Çöl “günümüz insanı”nın çürümesine maruz kalmıştır ve çölde, hiçbir şeyin, çürümenin bıraktığı yıkıntılar kadar yeri yoktur – bu yıkıntılar “çöl”e, çöl gerçeğini verirler, çölün arkasında küllerle dolu alanlar biçiminde Platon’un, Hıristiyanlığın ve özellikle en korkuncu modern fikirlerin anısı uzanır. Ama bilinmez ile çöl arasında fikirlerin cıvıldaması durmuştur ve bu sebepten “eski insan”a benzer: Çöl akılcı (sözde) bir kendini tutma değildir ama düştür.
“Çöl”ün ve “çöl”ün oluşturduğu düşün neşesi.
“Muhteşem ve yeni ama aynı zamanda korkunç ve alaycı hangi durum, varoluşun bütünlüğünün varlığı karşısında benim olan bu bilgiyi yaratıyor! Kendi açımdan, en eski hayvansal insanlık, tarih öncesi dönem ve geçmişin tamamı içimde şiirler tasarlamaya, sevmeye, nefret etmeye, sonuçlar çıkarmaya devam ediyorlar, aniden bu düşten uyandım ama düş gördüğümün ve mahvolmaktan kurtulmak amacıyla düş görmeyi sürdürmem gerektiğinin farkına varmak için.” (Nietzsche -Şen Bilgi) Dünya ile “çöl” arasında tüm içgüdülerin uyumu, kendini akıldışı verişin çok sayıda olasılıkları, dansın canlılığı vardır.
Bilinmezin (Tanrı’nın, evrenin) düşü olmak fikri, Nietzsche’nin ulaştığı en uç nokta gibi görünüyor. Bu fikrin içinde, olmak, olumlamak mutluluğu, her şey olmanın yadsınması, doğal verimlilik ve yırtıcılık var: İnsan, Baküs Rahibesi gibi bir filozof. İçinde, sesimin sonunda çok az bir anlamla düşün bir yönünü taşıyabileceği “çöl”ün hangi noktada uzak olduğunu bilmek zordur.
Her şeyin sürekli sorunlaştırılması ayrık işlemlerle hareket etme gücünden yoksun bırakır: Kendini hızlı patırtılarla ifade etmeye, düşüncesinin anlatımını yapabildiği kadar bir tasarıdan çıkartmaya, her şeyi birkaç tümcenin içine sokmaya zorlar: İçdaralması, karar ve onsuz egemenliğin bağımlı görüneceği sözcüklerin şiirsel bozulmasına kadar.
Her şeye rağmen şiir sınırlı ve sözcükler alanına bağlı bir bölümdür. Deneyin alanı tüm olabilirliktir. Ve sonunda zorunlu olarak kendisinden olan anlatımın içinde deney, dilden daha az sessizlik değildir. Bu durum güçsüzlükten ileri gelmez. Tüm dil deneye verilmiştir ve dil deneyi kendine bağlamaya çalışır. Ama istenen sessizlik saklamak için değil, kopmanın bir derece daha üstünden anlatmak içindir. Deney, eğer sessizlik, silinme, uzaklık bağları, deneyin söz konusu ettiği bağları değiştiremezse, iletilemez.
[*] Dördüncü Bölüm’de söylediğim gibi, karşı çıkma ilkesi, Maurice Blanchot’nun bir temel üzerinde durduğu gibi üzerinde durduğu ilkelerden biridir.
Georges Bataille – İç Deney
Bir Yöntemin ve Bir Topluluğun İlkeleri