Roald Dahl fiziksel rahatsızlıkların yaratıcılığı güçlendirdiğine inanıyordu. Kafa karıştırıcı bir ifade olsa da bu, ünlü sanatçıların, yazarların, bilim insanlarının ve mucitlerin günlükleri hastalıkların nasıl yaratıcıklarını önünü açtığını anlatan yazılarla dolu. Bunun nedeni, belki de hastalıkların, durmadan genişleyen bir düşünce ve yaratıcı vizyon evreni yaratarak bilinçli aklın kronik kısıtlamalarından kurtulmuş bir hal oluşturmasıdır.
Sanatçı ve punk rock ikonu Patti Smith, tam anlamıyla böylesi bir deneyimi, muhteşem biyografisi, ‘Çoluk Çocuk’ ta aktarıyor.
Oldukça dindar bir evde büyümüş olan Patti Smith çocukluğunun en erken dönemlerini kaleme alıyor:
Annem bana dua etmeyi öğretmişti; annesinin ona öğrettiği duayı o da bana öğretmişti. Şimdi uyumak için yatıyorum, Tanrı’ya ruhuma sahip çıksın diye dua ediyorum. Ben yatağımın önünde diz çökerken, o her zamanki gibi elinde sigarasıyla başımda bekler ve bana ezberlettiklerini tekrar edişimi dinlerdi. Dualarımı edebilmekten daha büyük bir arzum yoktu; ancak bu sözler beni rahatsız ediyordu ve ben de annemi sorularımla sıkıştırıyordum. Ruh nedir? Ne renktir? Ben rüya görürken ruhumun fesatlık edip kaçıp gidebileceğini ve geri dönmeyi başaramayacağını düşünürdüm. Ruhumu içimde tutabilmek için uyumamaya çalışırdım.
[…]Zaman geçtikçe daha farklı, daha sessiz, konuşmaktan çok dinlemeyi gerektiren bir dua tecrübe etmeye başladım.
Kelimelerimin ufak sağanağı genişleyen ve uzaklaşan ayrıntılı bir hissiyatın içine doğru yağıyordu artık. Bu şekilde imgelemin görkeminde buldum kendimi. Bu süreç, özellikle gribe yakalandığımda, kızamık olduğumda, suçiçeği geçirdiğimde ve kabakulak olduğumda kendini daha şiddetli bir biçimde göstermişti. Yaşadığım her hastalık farkındalık seviyemi arttırdı. Derinliklerimde uzanırken, başımın üzerindeki kar tanesinin simetrisi gözkapaklarımda daha da yoğunlaşıyordu; aldığım en güzel hediyeydi bu. Cennet kaleydoskopun kırık bir parçası.
Smith en sonunda, dindarlığın bu heyecanlandırıcı iftiharının dinde değil, kitaplarda olduğu sonucunu çıkarmıştı:
Kitaplara olan aşkım, dualara olan aşkımla rekabet eder bir hale gelmişti zamanla. Annem kucağında bir kitapla sigara ve kahvesini içerken ben onun ayaklarının dibinde oturup onu izlerdim. Onun böyle dalıp uzaklara gidişi beni meraklandırırdı. Onun kitaplarına bakmayı, sayfaları hissetmeyi, kapaklarındaki dokuyu kaldırmayı severdim. Bu kitapların içinde ne olduğunu, annemin dikkatini böylesine çeken şeyin ne olduğunu bilmek istiyordum. Bir gün annem “Şehitlerin Kitabını” yastığımın altında sakladığımı fark edince kitapta anlatılanları tam anlamıyla algılayacağımı umarak beni masanın başına oturttu ve böylece okuma derslerim başlamış oldu.
Büyük çabalar sarf ederek Ana Goose’dan Dr. Seuss’a geçmeyi başarmıştık. Biraz daha ilerleme kaydettiğimde, Kırmızı Pabuçları okumama izin vermişti. O kitap beni alıp götürmüştü.
Onları okumayı o kadar özledim ki.
Maria Popova
Çeviri: Hande Karataş (tabutmag)