Çocukluk Çağı ve İmgelem
‘Bulanık ışık
karanlığı yener
uyanırım gözlerim kamaşırken’
– David, yaş 11
Rüzgâr New York caddelerinde koşuştururken, çocuklar okul kapılarından içeri girmeye başlamıştı. Son dönemlerde şiir ve tiyatro üzerine çocuklarla çalışıyordum; o sabah büyük ve geniş bir odada yaşları 10’u geçmeyen çocuklarla güne başlama şansını yakalamıştım. Daire şeklinde oturarak, bizi buraya toplayan güzün sert esişlerinden ve ivediliğinden konuştuk. Daha sonra, çocuklara, kollarını havaya kaldırıp rüzgârın devinimlerini taklit etmelerini söyledim- fakat daire şeklinde oturduğumuzdan, dirseklerimizin rahat hareket edebilmesi için yeterince yer olmadığı ortaya çıktı. Durum böyle olunca, herkesin ayağa kalkıp tüm bedenlerini rüzgâr gibi hareket ettirmelerinin iyi bir fikir olabileceğini düşündüm. Kaosa sahne olacağını düşündüğüm şey, çocukların kol ve bacaklarında, el ve ayaklarında harikulade işlenen, dışavurumcu bir dansa dönüştü. Sanki çoktan bildikleri bir şeyi, rüzgârın derinliklerinde tekrar bulmuş gibiydiler:
Artık yavaşlama vakti geldiğinde, herkese bir yer bulup oturmasını ve – eğer rüzgârın görüntüsü, hala akıllarında capcanlı dolaşıyorsa- görüp hissettiklerini yazmalarını söyledim. Bundan kısa bir süre sonra David adındaki bir çocuk yazdıklarını göstermek için yanıma geldi:
‘Diri Diri
Orada
-bir şey oldu
Neydi o?
Bir kuş
Bir balık
yoksa bir kertenkele miydi?
Dişi olabilir miydi?
Dinle.
İşitiyorum yine
Rüzgâr
Rüzgârın ta kendisi o
ki o yarattı beni
Onun arkadaşıyım ben
Saklı bir bahçede yaşar
rüzgâr
benden uzakta
O gelince ben uyurum
ve birlikte
süzülürüz havanın içine’
Çocukların bizimle paylaştığı yazıların ve kendiliğinden ortaya çıkan düşüncelerin bazı kısımları, onların, varlıkların gerçek doğasına ilişkin iç görüleri toplama yollarını anlamada bize rehber olacak semboller – ya da giriş kapıları- olarak farz edilebilir.
Çocuğun, pek çok durumda ne söylediğini bile bilmediği ve methiyeler karşısında çoğunlukla duyarsız kaldığı bir gerçektir. David’in yazısı bana o sembolik anlardan birini yaşama imkânı sağladı: Tıpkı dil gibi, düşleme eylemi de – çocuklar için, özellikle bedensel bir eylem olarak- konuşup yazıldığı müddetçe kişinin ruhuna yerleşebilir ve beslenebilir. Bizler imgelerin mucitleri ve başkalarına aktardığımız o imgelerin koruyucularıyız; bu, düş gücümüzün bizden uzak görünen dünyanın farklı cephelerine yerleşmemize olanak veren bir özelliğidir. David’in tereddüt etmeden, “o gelince ben uyurum/ve birlikte/süzülürüz havanın içine” dizelerini yazmış olması, hiç şüphesiz düş gücünün bu özelliğini açıkça ortaya koyuyor.
Çocukların, kendilerinden farklı herhangi bir şeyin iç dünyasına kolaylıkla girebilme yetisi – zihin takası- yalnızca oyuncu tabiatlarından değil; aynı zamanda doğuştan sahip oldukları şiirsel yetenek olarak adlandırılabilecek; düşünme biçimlerinin esnekliği ve akışkanlığından kaynaklanmaktadır. Bu, tıpkı bir kâhinin, hayatın konu başlıklarına ve akademik bilgilere bölünmesine izin vermeden, içindeki ve dışındaki doğaya sımsıkı sarılmasına benziyor.
Bazı kişiler bunu, her biri birbiriyle ilintili ve neden-sonuç ilişkisi içinde gelişen çoklu dünyaların olduğu boş bir düşünce arazisi olarak görebilir ki bu, düşünme ve algılama sürecinin tam olarak ekolojik anlamıdır.
İşte New Yorklu, on yaşındaki Arlanda’nın kâğıda döktüklerinden:
‘İhtiyar bir ağaç gövdesi olmak çok vahim bir şey. Hepiniz harap olmuşsunuz. Ve küçük hayvanlar yuva yapmaya geliyor’
Liberyalı on yaşındaki Philmore’den:
‘Bir yol gördüm. Oturuyordu öylece. Kahverengi ve duygusuz’
Arlanda ve Philmore’un yazdıklarına bakarsak, çocuk aklı ile çocuğun etrafında zuhur eden olgu ve nesnelerin nasıl zarif ve dahi bir şekilde iç içe bulunduğunu görebiliriz. Bu demek oluyor ki; dünyayı yorumlama ve onu ifade etme biçimi öğretilen bir şey değil; ancak ‘içimde ve dışımda olan ne’ sorusuna yanıt aranırken kendiliğinden ortaya çıkandır. New Zelanda’dan yedi yaşındaki Marilyn’in bir böcek ile kendi zihnini değiş tokuş ettiği lirik ve önerisel yazı bunu kanıtlar nitelikte:
‘Hiçbir şey cır cır böceğinin söylediği şarkıdan daha güzel değil. Cırcır böceğinin sesi duygularımı canlandırıyor ve içimden şarkı söylemek geliyor benim de. Benim zihnim cır cır böceğininki gibi, keşke ben de bir cır cır böceği olsaydım. Hop hop kara cırcır! Antenlerini çıkarıyor ve ben onları tutabiliyorum; onun zihniyle benimki bir oluyor’
Avuçlarının içine bir taş yerleştirdikten sonra Aiden’ın kaleminden çıkanlar da buna kanıt olabilecek şeylerden bir diğeri:
‘Taşımın içindekiler dillenmek istiyor, kendilerini var etme biçimleri ve dilleriyle, kendi hareketleri ve kendi tepkileriyle, kendi hareketleri ve neşeleriyle’
Çocukluk döneminin görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen –olanların ve olmak üzere olanların gizeminden büyüyen saf merak ve coşku- ile oluştuğu, kalıplardan özgürleşmiş bu büyük kısmı yalnızca aklımızın karşıt unsurları dengeleme işlevinden değil, aynı zamanda onun, tüm bir evreni şiirsel biçimde tecrübe etmesinden de kaynaklanır. Sözünü ettiğim, mısralardan oluşan bir şiirsellik değildir; bize, büyük bir akarsuyun ortasında, tek kelime etmeden öylece durma cesaretini ve özgürlüğünü veren, bizi akışkan suyla bir bütün gibi hissettiren şiirselliktir. Daha başka örnekler verecek olursak: şehrin caddelerinde dolanırken tesadüfen bir ağaç gölgesinin üzerinden geçip o gölgenin bizimle birlikte yürümek, bizimle gelmek istediğini hissetmek. İşte bu tür şiirsel bir anlayış bize çarpıcı ve hiç umulmadık anlar sunacaktır. Verilen örnekler her çocuk ve yetişkin insan için son derece ulaşılabilir bilgilere ev sahipliği yapan; ancak idrak ve edinimlerimizde var olduğunu nadiren fark ettiğimiz örneklerdir. Bu ölçüde farkındalık gelişim eksikliği yahut masumiyet kaybı olarak görülmemelidir. Olsa olsa bu, bir hayat boyu yanımızda taşıdığımız düşlem konteynırıdır. İçinde; akarsular, biz, ağaçlar ve gölgeleri biriz ve aynı dili konuşuyoruz.
Bundan elli yıl önce, ünlü antropolog Loren Eiseley, ‘Bir Tabiat Biçimi Olarak Akıl’ adlı makalesinde, “Eğer ki akıl tabiatın doğal bir ürünü olup onunla birlikte büyüme ve gelişim gösteriyorsa, tabiatın yasaları altında tabiat gibi işliyorsa, o zaman, insan aklını anlamak için tabiatın karanlıkta kalan diğer görünümlerini de ortaya çıkarmak ve anlamak durumundayız” diye yazmıştı.
Bana kalırsa, Eiseley aynı zamanda bu sözleriyle, kendi gelişimimiz ve dünyayı algılayış şeklimizin doğal bir süreci olarak imgelemin tabiatına da –bir diğer ifadeyle, imgelemin biyolojisi- değiniyordu.
Çocukların sanatının ve yazdıklarının büyük bir kısmı gösteriyor ki; iç içe geçmiş moleküler yapılar gibi akıl ve tabiat da birbirine kenetlenmiş şekilde var olmakta ve çocuklarda daha rahat iskân eden bu var oluş şekli ancak zaman içinde dağılmalara uğramaktadır.
Tıpkı dört yaşındaki Adrian’ın ortaya koyduğu gibi, birçok çocuk için, rüzgârın ya da taşın canlı birer nesne olması, çimlerin dans etmesi ya da yağmurun bir suratının olması hiç de rahatsız edici ve alışılmadık değildir:
‘Kendi suratını dağıtıp yağmur
parçalar halinde düşüyor yere
ve tekrar yaratıyor kendini
sadece yağmur yaratabilir tekrar kendini’
Bu yalnızca basit bir kişileştirme ya da karikatürize etme sanatı değil, aynı zamanda tabiatı bir parçamız olarak görüp süreçlerini en yoğun ve gerçekçi biçimde hissetme deneyimidir. Güney Afrika’daki bir yerliye türkü söyleten içkin şiirsellik ve içgüdü de bununla aynı şeydir:
‘Ey Hilal, göster yüzünü, bağışla suyunu bize,
Ey Hilal, gürle suyunu bir şimşek gibi üzerimize,
Ey Hilal, yığ suyunu üzerimize’
Ya da kuzey kutbundaki bir Eskimo kadınına şarkı söyleten şey ile:
‘Gün uyanır
uykusundan
gün kalkar yatağından
alacakaranlığıyla
sen de uyanmalısın
sen de kalkmalısın
yeni gelen güne eşlik edip’
Ya da yedi yaşındaki bir çocuğa, güneş resmi çizdiği kâğıdın arkasına şunları yazdıran şey ile:
‘Güneş
beni
öyle bir
ısıtıyor ki’
Bu şekilde, tabiatın her bir parçası insana entegre oluyor ve başlayan aktarım ile iki farklı şeyin tabiatı arasındaki takas, insanın içinde ve insanın dışında kalan fenomenleri birbirinden kopmaz bir bütün haline getiriyor.
Bir çocuğun diğer bir çocuğa şunu söylediğini ne sıklıkta hatırlıyor ya da işitiyoruz? “Sen dağ ol, ben de kuş olacağım” Yahut bir çocuğun odanın bir köşesine çekilip iç dünyasının tüm kahramanları olduğunu; bir kedi, bir şimşek, aniden çıkagelen bir gökkuşağı, hatta odanın kapısı dışından seslenen bir insan olduğunu. Bu, televizyon ya da dijital aletlerin dikkat dağıtıcılığı yüzünden hemen bitecek bir oyun olarak düşünülebilir; ancak pek çok çocuk hala böylesine bir aktiviteye –olasılıkların tiyatrosuna girip o olasılıkları canlandırmak ve tanımak- dâhil olmayı gönülden arzuluyor.
Pek çok kez, en iyi ve en son çıkan teknolojik araç gereçlerle donatılmış sınıflarda, tahta kutumdan çıkardığım bir kızıl gerdan tüyünü, kırık bir dalı, spiral bir deniz kabuğunu, ağacından henüz düşmüş bir yaprağı çocuklara gösterip eğer onlardan biri olsaydık nasıl hissedeceğimizi sordum ve pek çok kez, kulaklarım; çocukların öz imgelemleri yoluyla, görünürde cansız olan bir nesnede buldukları hayata ilişkin tereddütsüz ve muzur fikirlerle yıkandı.
Özensizce bir araya getirdiğimiz düşünüş biçimleri sayesinde, çocuklarla daha farklı bir şiirsellik keşfettik; sıradışı, bilindik izahatlardan yoksun, içinde yaşadığımız tabiat ve ‘kim, ne’ sorusuyla daima ilintili.
Bunu örnekleyecek bir olay Orleans’ta altıncı sınıflara ders verdiğim bir sırada gerçekleşmişti. On haftalık bir çalışma periyodundan sonra, çocuklara bir önceki yaz benim üzerinde gezinmiş olduğum çayırların zihinlerine girmelerini söyledim. Burada benim rolüm, çocukların o çayırları nasıl hayal edebildiklerini ve kendi akıllarındaki çayırlar ile nasıl bağdaştırabildiklerini gözlemlemek ve ortaya koymaktı. Onlara, Colorado dağlarında yürürken, kendimi bir anda ortasında bulduğum, çevresi büyük tepelerle sarılmış yeşil ve geniş çayırlardan bahsettim.
Ayrıca, hayal gücümüzün tıpkı çayırlara benzediğini ve o çayırlar aracılığıyla hem dış gözümüzle hem de içimizdeki büyülü gözümüzle görebileceğimizi ekledim.
Çayırlarda yürürken, üzerime doğru geldiğini gördüğüm kara fırtınayı anlatmaya başladığım kısım sohbetin en can alıcı kısmıydı. Belki söz konusu, fırtına olduğundan belki de fırtınayı anlatırken ses tonumun o karanlık havayı yansıtır bir şekilde inişli çıkışlı olmasından, çocukların gözlerinde, onların da hikâyenin bir parçası olmaya başladıklarını, o manzaranın içinde benimle birlikte yürüdüklerini gördüm. O anki korkularımdan ve kaybolmuş olabileceğim ihtimalinin verdiği endişeden bahsettikten sonra, onlara gerçekte neyden korkmuş olabileceğimi sordum. Sanki aylar önce, o çayırda benimle birliktelermiş gibi hemen cevap verdiler:
“Çünkü dağda kaybolmuştunuz…”
“Hava gittikçe kararıyordu ve kafanızda ayı ve onun gibi korkunç hayvanlar hayal edip korkmuştunuz. Evet, hayal ürünlerinizden korkmuştunuz”
“Gök gürültüsü ve şimşekten…”
Çocuklar konuşmalarını sürdürürken, bir engeli ortadan kaldırdığımızı fark ettim. Artık onlar deneysel yahut ders kitabı minvalinde düşünmüyorlardı ve aslına bakılırsa, kendi iç görülerinin üretken diline güvenmeye başlamışlardı.
Edebiyat, tiyatro ve sanatın diğer dallarından faydalanarak geçirdiğimiz süreç içerisinde, çocuklar kendi çayırlarını bulmaya ve oraları mesken tutmaya başlamışlardı.
Her bir çocuğa tutup koklaması için kurutulmuş çiçekler verdim. Rüzgârın ve havanın, güneşlerin ve ayların, ışığın ve karanlığın, çimlerin ve ağaçların, böcek ve kuşların –hatta bulutlar ve fırtınaların- kendilerine ait şiirsellikleri olan çayırlara dönüşmesi ve bu çayırları birbirleriyle paylaşmaları çok uzun sürmedi.
‘Benim çayırım güzel
orada güvercinler
sabah çiği ve
ve benim gülüşlerim var’
–Aisha
‘Mis gibi… Kokusunu alıyorum. Özgür dünyada
artık dinlenme vakti gelmiş bir ren geyiğiyim. Annem beni
beslediğinde… O zaman dinleneceğim.’
-Baholoame
‘Benim çayırım
tüm çayırların festival yeridir
Açan pembe gülleri
Büyüyen düğün çiçekleri
Gülümseyen papatyaları
Savrulan hercaileri
ve ayçiçekleriyle’
-Dwayne
‘Ne kadar güzel ışık huzmeleri
içlerinden dünyayı görebiliyorum’
-Jennifer
‘Ben çimenim.
Hareketsizim.
Uykuluyum.
Sessizim.
Evet, ben çimenin kendisiyim.
Ve hareketsiz
ve uykulu
ve sessiz.
Evet, ben çimenin ta kendisiyim.
Ve böylece iyi geceler diyorum.
-George
-RICHARD LEWIS
Çeviren: Hande Karataş
Tabutmag 1. Sayı