Gerçekleri ortaya koyarak işe başlayalım: Ben yetmiş dokuz yaşındayım. Hal böyleyken gençlikten söz etmeye beni hangi şeytan dürttü? Üstelik de gençlere gençlikten söz etmek gibi bir şeyi neden dert edindim? Gençlik deneyimlerinden söz etmesi gerekenler aslında gençler değil midir? Hayatın tehlikelerini bilen, gençlere böyle bir dünya bırakırken kendilerini korumalarını ve sakin kalmalarını öğütleyen yaşlı biri olarak bilgelik dersleri vermeye mi geldim?
Umarım durumun bunun tersi olduğunu göreceksinizdir. Gençlere hayatın sunabilecekleri konusunda, dünyayı kesinlikle değiştirme zorunluluğunun gerekçeleri konusunda hitap etmeye geldiğim ve bu gerekçelerin de, bizzat bu nedenle risk almayı gerektirdiğini söylemek istediğim umarım görülür.
Fakat oldukça uzak bir geçmişten, felsefeyle ilgili pek bilinen bir olgudan yola çıkarak söze başlayacağım: Bütün filozofların babası olan Sokrates “gençleri yoldan çıkarma” temel suçlamasıyla ölüme mahkûm edildi. Felsefenin bilinen ilk alımlanışı çok ciddi bir suçlama biçimindedir: Felsefe gençleri doğru yoldan saptırır. Dolayısıyla, bu bakış açısını benimsersem, basitçe şunu söyleyebilirim: Benim amacım gençleri yoldan çıkarmaktır.
Fakat, gençleri yoldan çıkarma temel suçlamasıyla Sokrates’i mahkûm etmiş yargıçların zihniyetini de dahil ederek soruyorum, “yoldan çıkarma” ne demektir? Bu, parayla ilişkili bir anlamda “yoldan çıkarma” olamaz. Bugün gazetelerin söz ettiği anlamda bir “skandal,” örneğin herhangi bir devlet kurumundaki konumlarını kullanarak zenginleşen insanlar da kastedilmiyordun Yargıçların Sokrates’i suçladıkları şey elbette bu değildir. Tam tersine, Sokrates’in rakiplerine -ki bunlara sofist deniyordu- yönelik eleştirilerinden birinin tam da para almaları olduğunu hatırlayalım. O, deyim yerindeyse, gençliği verdiği devrimci derslerle karşılıksız olarak doğru yoldan saptırırken, sofistler verdikleri dersler karşılığında -ki bunlar oportünizm dersleriydi- yüklü paralar alıyorlardı. Demek ki “gençliği yoldan çıkarmak” Sokrates’in anladığı anlamda elbette bir para meselesi değildi.
Ahlaki bir yozlaşma, yoldan çıkarma da sözkonusu değildi; gazetelerde sözü edilen türden cinsellikle az çok ilgili olaylar hiç değildi. Tersine, Sokrates’te, Sokrates’in bakış açısını aktaran -yoksa uyduruyor muydu?- Platon’da özellikle yüce bir aşk anlayışı görülebilir; aşkı cinsellikten ayırmasa da, bir tür öznel yükseliş adına ondan adım adım koparan bir anlayıştır bu. Kuşkusuz ki bu yükseliş ancak güzel becerilerle temas içinde mümkün olabilir, hatta böyle olmalıdır. Fakat bu temas sadece cinsel tahrike indirgenemez, çünkü Sokrates’in Güzel ideası diye adlandırdığı şeye erişmenin maddi dayanak noktası bu temastır. Dolayısıyla aşk, sonuçta, sadece cinsellikten değil, düşünceye tabi cinsellikli aşk diye adlandırılabilecek şeyden doğan yeni bir düşüncenin yaratılmasıdır. Düşünceye tabi bu aşk, entelektüel ve tinsel benlik inşasının bir bileşenidir.
Sonuç olarak, bir filozofun gençliği yoldan çıkarması ne bir para ne de haz meselesidir. Peki, iktidar yoluyla mı doğru yoldan saptırır? Cinsellik, para ve iktidar bir tür üçlemedir; yozlaşmanın, doğru yoldan sapmanın üçlemesi. Sokrates’in gençliği doğru yoldan saptırdığını söylemek, iktidar elde etmek için sözün ayartıcılığını kullandığını söylemek olur. Filozof güç ve otorite elde etme amacıyla gençleri kullanmış demektir. Gençler onun ihtirasına hizmet etmiş olurlar. Bu bakış açısıyla, gençlerin bu varsayımsal doğru yoldan saptırılması, Nietzsche’yle birlikte güç istenci diye adlandırılabilecek olan şeye gençlerin naifliği dahil etmek anlamına gelecektir.
Fakat bir kez daha söylüyorum: Tam tersi! Özellikle Sokrates, Platon’un bakış açısıyla, iktidarın yozlaştırıcı karakterini açık ve net bir şekilde teşhir eder. Yozlaştıran, doğru yoldan saptıran iktidardır, felsefe değil. Platon’da zorbalığın, iktidar arzusunun şiddetli bir eleştirisi sözkonusudur ki buna eklenecek hiçbir şey yoktur, bir anlamda bu konudaki son sözü söylemiştir. Hatta tersi yönde bir kanaat vardır: Filozofun siyasete katkısı hiç de güç istenci değil, çıkarsızlıktır.
Gördüğünüz gibi, ihtirasa, iktidar yarışına tamamen yabancı bir felsefe anlayışına varıyoruz.
Bu konuda Platonun Devlet’inin bir bölümünü, kendi yaptığım biraz özel tercümeyle aktarmak istiyorum. Arzu ederseniz bu kitabın cep baskısını bulabilirsiniz. Kapakta şu ibareler mevcut: “Alain Badiou” (yazarın adı bu) ve altında “Platon’un Cumhuriyet’i” (bu da kitabın adı). Dolayısıyla kitabı kimin yazdığı anlaşılmıyor. Platon mu? Badiou mu? Hiçbir şey yazmadığı söylenen Sokrates olmasın? Bunun kibirli bir başlık olduğunu kabul ediyorum. Fakat ortaya çıkan sonuç belki de Platon’un metninin aslına uygun bir tercümesindense bugünün gençleri için daha rahat anlaşılır, daha canlı bir kitaptır.
Size okuyacağım bölüm, Platon’un kendine şu soruyu sorduğu yerdir: İktidar ile felsefe arasındaki, siyasal iktidar ile felsefe arasındaki ilişki tam olarak nedir? Dolayısıyla, siyasette çıkar gözetmemeye atfettiği önemi burada değerlendirebiliriz.
Sokrates iki muhatabına hitap etmektedir. Bunlar iki gençtir. Bu nedenle, konumuzdan uzaklaşmış olmuyoruz. Platon’un özgün versiyonunda bunlar iki oğlan çocuğudur: Glaucon ve Adeimantus. Benim daha modern versiyonumda ise, bunlar bir oğlan çocuğu -Glauque- ile bir kız çocuğudur – Amantha. Günümüzde gençlerden ya da gençlere konuşuyorsanız oğlan çocuklarıyla aynı sıfatla genç kızları da hesaba katmak yapılabilecek en sıradan şeydir. İşte, diyalog:
Sokrates – Eğer iktidardan pay alma sırası gelmiş insanlara bu iktidarın onlara önerdiğinden çok daha yüksek bir yaşam sunabilirsek, bu durumda, gerçek bir siyasal topluluk imkânı bulmuşuz demektir; çünkü böylece zenginliğin parayla değil, mutluluk için gerekenlerle ölçüldüğü kişiler iktidara gelmiş olur: Yüce fikirlerle dolu gerçek yaşamdır bu. Buna karşılık, kişisel çıkar sağlamaya tutkuyla susamış insanlar, özel mülkiyetin varlığını ve genişlemesini iktidarın her zaman teşvik etmesi gerektiğine ikna olmuş insanlar kamusal işleri elde etmeye koşarsa, hiçbir gerçek siyasal topluluk mümkün olamaz. Bu insanlar iktidar için birbirleriyle amansızca dövüşürler ve özel tutkularla kamusal gücün iç içe geçtiği bu türden bir savaş sadece en yüksek mevkilere talip olanları değil, bütün ülkeyi de yok eder.
Glauque – Bu ne iğrenç bir manzara!
Sokrates – Fakat, söyle bana, iktidar ve devlet karşısında küçümseme esinleyen bir yaşam biliyor musun?
Amantha – Elbette! Gerçek filozofun yaşamı, Sokrates’in yaşamı!
Sokrates [hoşnut] – Hiçbir şeyi abartmayalım. İktidar âşıklarının iktidara gelmemesi gerektiğini veri kabul edelim; çünkü eğer iktidara gelirlerse, iktidar talipleri arasındaki savaştan başka bir şey olmaz. İşte bu yüzden, filozof olarak adlandırmakta tereddüt etmeyeceğim bu geniş insan kitlesinin, sırayla, siyasal topluluğu korumaya kendini adaması şarttır: Kendini düşünmeyen bu insanlar, kamu hizmetinin ne olduğunun içgüdüsel olarak farkında olmanın yanısıra, yönetimsel görevlerde bulunmanın getireceğinin dışında başka şeref ve onur kaynakları olduğunu ve yöneticilerin yaşamına kıyasla gayet tercih edilebilecek başka bir yaşam olduğunu bilirler.
Amantha [mırıldanarak] – Gerçek yaşam…
Sokrates – Gerçek yaşam. Var olmadığı asla söylenemez. Daha doğrusu, bütünüyle var olmadığı asla söylenemez.
İşte, böyle! Felsefenin konusu gerçek yaşamdır. Peki, gerçek yaşam nedir? Filozofun biricik sorusu budur. Dolayısıyla, gençliği yoldan çıkarmak diye bir şey sözkonusuysa, bu asla paranın, hazzın ya da iktidarın hatırına değildir, gençliğe bütün bunlardan daha üstün, daha iyi bir şeylerin var olduğunu göstermek içindir: Gerçek yaşam. Zahmete değen bir şey, yaşama çabasına değen ve parayı, hazları, iktidarı çok çok gerilerde bırakan bir şey.
“Gerçek yaşam”ın Rimbaud’nun bir deyişi olduğunu hatırlayalım. İşte, gerçek bir gençlik şairi: Rimbaud. Hayatının baharındaki tüm deneyimini şiire dönüştüren biri o. Bir umutsuzluk anında, iç burkucu bir ifadeyle, “gerçek yaşam yok” diye yazan biri.
Felsefenin bize öğrettiği, en azından öğretmeye çalıştığı şey, gerçek yaşamın her zaman mevcut olmasa da, asla tamamen namevcut da olmadığıdır. Felsefenin göstermek istediği şey, gerçek yaşamın belli ölçülerde mevcut olduğudur. Sahte bir yaşamın, talan edilmiş bir yaşamın, iktidar ve para için amansız bir mücadele olarak yaşanan bir yaşamın, elden gelen her yola başvurarak sadece dolaysız itkilerin tatminine indirgenen bir yaşamın varlığını göstermeye çalışması anlamında gençliği yoldan çıkarmaktadır, yozlaştırmaktadır.
Esasen, der Sokrates -şimdilik sadece onun söylediklerini izliyorum- gerçek yaşamı fethetmek için, önyargılara, basmakalıp düşüncelere, kör itaate, keyfi gelenek göreneklere ve sınırsız rekabete karşı mücadele etmek gerekir. Aslında, gençliği yoldan çıkarmak tek bir anlama gelir: Gençlerin önceden saptanmış yollara girmemesini, sitenin gelenek göreneklerine itaate mahkûm olmamasını, yeni bir şeyler yaratabilmesini, gerçek yaşama dair farklı bir yönelim önermesini sağlamaya çabalamak.
Sonuç itibarıyla, gerçek yaşam yöneliminin çıkış noktasının, Sokrates’in gençliğin iki iç düşmanı olduğu şeklindeki görüşü olduğu kanısındayım. Gençliğin gerçek yaşamdan uzaklaşmasına, gerçek yaşam olasılığını kendi içinde bulamamasına yol açan tehdit bu iç düşmanlardır.
Bu düşmanların ilki, anlık yaşama, oyuna, hazza, âna, bir müzik parçasına, geçici bir aşk serüvenine, bir cigaralığa, aptalca bir oyuna duyulan tutku diye adlandırılabilecek olan şeydir. Bütün bunlar vardır elbet; Sokrates bunları inkâr etme iddiasında değildir. Fakat bütün bunlar üst üste yığıldığında, iyice abartıldığında, bu tutku günübirlik bir yaşam halini aldığında, anlık zamana bağlı bir yaşama dönüştüğünde, istikbalin görünmez olduğu ya da şu veya bu ölçüde karanlık olduğu bir yaşam halini aldığında, o zaman, bir tür nihilizmle karşılaşırsınız, hiçbir birleşik anlamı olmayan bir yaşam tarzıyla karşılaşırsınız.
Anlamlandırılamayan bir yaşamdır bu; dolayısıyla, gerçek bir yaşam gibi yaşanamaz. Bu durumda “yaşam” diye adlandırılan şey, az çok iyi, az çok kötü anlara bölünmüş bir zamandır ve sonuçta, aşağı yukarı iyi kabul edilebilir olası en fazla âna sahip olmak; işte, hayattan beklenebilecek tek şey budur.
Sonuç olarak, bu anlayış bizzat yaşam fikrini parçalar, dağıtır ve bu nedenle, bu yaşam anlayışı aynı zamanda bir ölüm anlayışıdır. Bu, Platon’un gayet açık seçik ortaya koyduğu derin bir fikirdir: Yaşam bu şekilde anlık zamana tabi olduğunda parçalanır, darmadağın olur, tanınamaz hale gelir, artık sağlam bir anlama bağlı değildir. Platon’un birçok açıdan öncelediği Freudyen dili ve psikanalizin dilini kullanırsak, bunun, yaşam dürtüsünün içinde ölüm dürtüsünün de gizlice barındığı bir anlayış olduğu söylenebilir. Bilinçdışı düzeyde, ölüm yaşamın altını oyarak, potansiyel anlamlarından yoksun bırakarak onu ele geçirir. Gençliğin iç düşmanlarının ilki budur, çünkü gençlik kaçınılmaz olarak bu tecrübeden geçer. Gençlik ânın ölümcül gücünün bu şiddetli tecrübesini yaşamak zorundadır. Felsefenin hedefi içsel ölümün bu canlı tecrübesini inkâr etmek değil, aşmaktır.
Diğer yandan, bir genç için ikinci içsel tehdit görünüşte bunun tersidir: Başarı tutkusu, zengin, güçlü, ayakları yere sağlam basan biri haline gelme fikri. Yani anlık yaşamda kendini tüketip bitirme değil, tersine, mevcut toplumsal düzende iyi bir yer edinme fikri. Bu durumda, yaşam, sağlam bir yere sahip olmak için uygulanacak taktiklerin, kurnazlıkların toplamı halini alır; bunun bedeli ise başarılı olmak amacıyla mevcut düzene başkalarından daha iyi itaat etmektir. Bu, hazzın anlık ödüllerine dayalı bir düzen değil, gayet sağlam yapılandırılmış, etkili bir proje düzenidir. Daha anaokulundan itibaren iyi eğitim almaya başlarsınız ve titizlikle seçilmiş en iyi okullarda yolunuza devam edersiniz. Özellikle Henri IV’te ya da tesadüfler sonucu benim de öğrenimimi tamamladığım Louis-le-Grand’da okunur ve mümkünse de aynı yolda devam edilir: Önemli okullar, yönetim kurulları, yüksek finans, güçlü iletişim araçları, bakanlıklar, ticaret odaları, borsada milyarlarla değer biçilen yüksek teknolojili genç işletmeler…
Aslında, insan gençken, genellikle açıkça farkında olmasa da, kimi zaman birbirine karışan ve çelişen olası iki yaşam yöneliminin tuzağına düşer. Bu iki eğilimi şöyle özetleyebilirim: Kendi hayatını mahvetme tutkusu ile inşa etme tutkusu. Hayatını mahvetmenin nihilist an kültü olduğu söylenebilir. Bunun ifadesi, saf isyan, başkaldırı, itaatsizlik, ayaklanma, kamusal alanların birkaç haftalığına işgali gibi parlak ve kısa yeni kolektif yaşam biçimleri rahatlıkla olabilir. Fakat gördüğümüz, bildiğimiz gibi bütün bunların kalıcı etkisi yoktur, bir yapıdan ve zamana örgütlü hakimiyetten yoksundurlar. No future sloganıyla yürünür. Tersine, eğer kişi yaşamını gelecekte gerçekleştireceği şeye, başarıya, paraya, toplumsal mevkiye, kârlı bir mesleğe, aile huzuruna, güney denizlerindeki adalarda tatillere yöneltirse, bunun sonucu, mevcut iktidar yapısını koruma kültü olur, çünkü kişi yaşamını bu yapının içine olası en iyi konuma yerleştirmiştir.
Bunlar, genç olmanın, kendi yaşamına başlıyor, dolayısıyla onu yönlendiriyor olmanın basit olgusu içinde her zaman mevcut iki potansiyeldir. Mahvetmek ya da inşa etmek. Ya da ikisi birden. Fakat ikisini birden gerçekleştirmek kolay değildir; ateş yakmaya benzer, ateş yakarken parlak ışık saçar, ateş parıldar, yaşamın anlarını ısıtır ve aydınlatır. Bununla birlikte, yakmak inşadan ziyade imha eder.
Bu iki zıt tutkunun varlığından dolayı gençlik hakkında bunca zıt yargı sadece günümüzde değil uzun süreden beri mevcuttur. Gençliğin muhteşem bir dönem olduğu fikri ile gençliğin hayatın korkunç bir dönemi olduğu fikri arasında geniş bir çelişik yargılar yelpazesi vardır.
Bu iki yorum edebiyatta da her daim var olmuştur. Hangi tarihsel dönemde olunursa olunsun, gençliğe özgü bir şey hep vardır ve bu iki temel tutkuyla birlikte, sanırım bu biriciklik de tutkuların bu çatışmasıdır: Kendi yoğunluğu içinde yanıp tükenen bir yaşam arzusu ile sitede hali vakti yerinde bir eve sahip olabilmek için taş üstüne taş koyarak inşa edilecek bir yaşam.
İzin verirseniz bu yargılardan bazılarını size aktarayım. Örneğin, Hugo’nun Yüzyılların Efsanesi’ndeki ünlü “Uyuyan Booz” şiirinden iki dizeyi alalım:
Muzaffer sabahları vardır gençliğimizin
Bir zafer gibi sıyrılıp çıkar gündüz geceden
Aşk sabahlarını, şehvet zaferinin tadıldığı sabahları hem ölçülü hem de güçlü bir şekilde anıştırarak, gençlik bir zaferdir, der Hugo.
Şimdi de Paul Nizan’ın Aden Arabistan adlı kitabının başlangıcını aktaralım:
Yirmi yaşındaydım. Bunun yaşamın en güzel çağı olduğunu kimsenin söylemesine izin vermem.
Gençlik -der bize Nizan- kesinlikle yaşamın en iyi kısmı değildir. O halde, gençlik bir zafer midir, yaşamın bir zaferi midir, yoksa çelişik bir dönem, bir kafa karışıklığı dönemi olduğundan, belirsiz, daha ziyade dayanması güç bir dönem midir?
Bu çelişki birçok yazarda, özellikle şairlerde bütün gücüyle karşımıza çıkar. Örneğin belki de Rimbaud’nun bütün eserlerinin ana teması budur. Rimbaud ilginçtir, çünkü, tekrar söylüyorum, büyük bir gençlik şairidir o. Şiirde cisim bulmuş gençliktir, îmdi, Rimbaud iki yargıyı da destekler, iki şeyi aynı anda söyler: Gençlik olağanüstü bir figürdür; gençlik kesinlikle geçmişte bırakılması gereken bir figürdür. Cehennemde Bir Mevsim denen otobiyografik nesir şiirin taban tabana zıt iki ânını karşılaştıralım.
Şiirin başında, daha ilk cümlesinde karşımıza şu çıkar:
Vaktiyle, eğer yanlış hatırlamıyorsam, bir şölendi yaşamım; bütün kalplerin açıldığı, bütün şarapların aktığı.
Bu “vaktiyle”, yirmi yaşındaki Rimbaud’nun gözüyle on yedi yaşındaki Rimbaud’ya atıfta bulunmaktadır. Dolayısıyla bu, son sürat tüketilmiş, fakat kendi başlangıcını şenlik, aşk ve sarhoşluk dönemi olarak gören bir yaşamdır.
Daha ileride, metnin sonuna doğru, uçup gitmiş güzel günleri güçlükle hatırlayan bir yaşlı gibi yine şöyle diyecektir:
Vaktiyle, bir gençlik yaşamadım mı, öyle altın sayfalara yazılacak, sevilmeye değer, yiğit, masalsı?’
Fakat bu iç burkan pişmanlığın Rimbaud’su, henüz yirmisinde olan bu nostaljik ihtiyar, çoktan başka bir tutkuya kapılmıştır: Aklı başında bir yaşam inşasıdır bu. Aşağıda yazdıkları, dürtülerin ölümcül gücünden, kişinin kendisiyle narsistik ilişkisinden, ahlaksızlıkta sebattan vazgeçiş gibidir:
Ben! Ben ki her türlü ahlaktan muaf, müneccim ya da melek olduğumu söylerdim, toprağa ayak bastım, arayacağım bir görev, kucaklayacağım kaba bir gerçeklik var.
En sonda ise, bu motif, bizzat şiirden vazgeçmeye bağlı olarak yeniden karşımıza çıkıyor:
Neşideler bitti artık: Geri dönmek yok atılan adımdan. Katı gece! Yüzümde tütüyor kurumuş kan,
* Bu dize Özdemir İnce çevirisinden alıntılanmıştır: Ben Bir Başkasıdır, Kırmızı Yayınları, s. 119, 2008, İstanbul.
hiçbir şey yok ardımda, şu korkunç ağaççıktan gayrı!.. Ruhsal kavga da insanlarınki kadar hoyrat; ama adalet kuruntusu sadece Tanrı’nın keyfidir.
Yine de uyanış bu. İçimize dolan gücü ve gerçek sevecenliği kabullenelim bütünüyle. Ve şafak vaktinde, ateşli bir sabırla silahlanmış, gireceğiz görkemli şehirlere.
Görüyorsunuz: Başlangıçta, yaşamı yakıp kül etme tutkusu, sabırsız kahramanlık, şiir ve şölen. Sonda ise, neşideler bitti artık, yani: Şiir yok! Sağlam temellerle inşa edilmiş yaşamın ve görevin kaba zorunluluğundan yana inanç değişikliği yaşanır. Çılgın gençliğe hakim olanın tersine, gereken şey artık sabırdır, ateşli sabır. Yalnızca üç yıl içinde Rimbaud gençliğin olası iki yönelimini baştan sona kat etmiştir: Ânın ve hazzın mutlak egemenliği ya da başarı görevinin kaba sabrı. Gezgin bir şairken sömürgelerde silah kaçakçısı olur.
Şimdi, doğrusu, gençlere olduğu kadar kendime de sorduğum soruya geliyorum. Günümüzde gençliğin değerini hangi terazide tartabiliriz? En karşıt yargıların bile dile getirildiğini bildiğimize göre, bugün ne söyleyebiliriz? Bütün bir gençliği oluşturan çelişkinin iki teriminin tartılmasından elimizde ne sonuç kalır? Terazi ne tarafa eğilim gösterir?
Günümüz gençliğini nitelediği söylenebilecek ve onu önceki kuşaklardan farklı kılan olumlu özellikler vardır. Gerçekten de, gençlerin günümüzde kendi yaşamlarını yakıp yok etmek için olduğu kadar inşa etmek için de geçmiştekinden daha büyük bir manevra alanına sahip oldukları birçok gerekçeyle ileri sürülebilir. Basitçe ifade edersek, gençliğin en genel özelliğinin, en azından bizim dünyamızda, Batı denen dünyada, daha özgür olmak olduğu söylenebilir.
Öncelikle bu gençlik sert bir inisiyasyona tabi değildir. Gençlikten yetişkinliğe geçişi belirtmekte genellikle sert olan törensel kurallar artık dayatılmamaktadır. Bu tür inisiyasyon yüzyıllar boyunca var oldu ve insanlık tarihinde çok önemli bir yer işgal etti. İnsan denen memelinin, bu tüysüz iki ayaklının on binlerce yıllık yaşamında, özellikle de gençlikten yetişkin dünyasına geçişte inisiyasyon törenleri, toplumsal olarak örgütlenen bu özel geçişler hep vardı. Bunlar bedeni damgalamaktan maddi manevi korkunç sınamalara ya da önce yasak olup da sonra izin verilen faaliyetlere dek uzandı. Bütün bunlar “genç”in “henüz inisiye olmamış” biri olduğu anlamına geliyordu. Kısıtlayıcı, olumsuz bir gençlik tanımı vardı. “Genç olmak”, özellikle “henüz yetişkin olmamak”tı.
Sanıyorum bu zihniyet, bu sembolik gelenekler yakın zamana kadar sürdü. Benim yaşım ileri de olsa, insan denen hayvanın bütün tarihsel varlığı ölçeğinde bunun neredeyse bir hiç olduğunu bir an kabul edelim. Dolayısıyla, gençliğimin çok da uzak bir dönem olmadığı söylenebilir. Benim gençliğimde, askerlik hizmetinde simgelenen bir erkek inisiyasyonunun varlığı kesinlikle aşikârdır. Kadınların inisiyasyonu da evlilikti. Genç erkek askerliğini yaptığında, genç kız da evlendiğinde yetişkin kabul ediliyordu. Günümüzde inisiyasyonun bu son iki kalıntısı büyükanne ve büyükbabaların anılarında kalmıştır. Dolayısıyla gençliğin inisiyasyon sorunundan kurtulduğu söylenebilir.
Vurgulayacağım ikinci özellik, yaşlılığa verilen değerin de azalması, hem de son derece azalmasıdır. Geleneksel toplumda yaşlılar her zaman efendi konumundadır; yaşlı oldukları için değer görürler; doğal olarak bu durum gençlerin aleyhinedir. Bilgelik de deneyim uzunluğuyla, ileri yaş ve yaşlılıkla birlikte anılır. Yaşlılığa verilen bu değer günümüzde yok olurken yerini zıddına bırakmıştır: Gençlik değer kazanmıştır. Benim “gençlikçilik” diye adlandırdığım şey budur. Gençlikçilik, bilge yaşlılar şeklindeki eski kültün bir anlamda tersine dönmesidir. Bunu teorik, daha doğrusu ideolojik düzlemde söylüyorum, çünkü iktidar hâlâ geniş ölçüde yetişkinlerin, hatta yaşlıların ellerinde yoğunlaşmıştır. Fakat bir ideoloji olan, ticari reklam konusu olan gençlikçilik, gençleri model alan topluma nüfuz etmiştir. Platon’un demokratik toplumlar konusunda öngördüğü gibi, gençlerin yetişkin olmaya özlem duymasındansa, yaşlıların ne pahasına olursa olsun genç kalmak istedikleri izlenimi içindeyiz. Gençlikçilik, yaşlılığın bilgeliğini bir üstünlük olarak görüp üstlenmek yerine, başta bedensel gençlik olmak üzere, gençliğe mümkün olduğunca yapışıp kalma eğilimidir. Bu yüzden, “formda kalmak” yaşlılığın buyruğudur. Sürekli jogging ve tenis, fitness, estetik cerrahi; her şey olur. Genç olmak ve genç kalmak gerekir. Spor kıyafetler içindeki yaşlılar bir yandan tansiyonlarını ölçerek ormanda koşuyorlar. Ama yine de yaşlanan kişi için, ormanda gayet iyi koşmuş olsa bile yaşlanıp ölecek kişi için, yani, sonuçta, herkes için ciddi bir sorun vardır. Ama bu başka bir konudur.
Keza, en azından görünüşte, gençler arasındaki farklılaşmanın, kelimelerden korkmayarak ifade edelim, sınıf farkının daha az olması da muhtemeldir. Bunu görmek için çok geriye gitmeye gerek yok. Benim gençliğimde, düşünün ki, belli bir yaş grubundaki gençlerin yaklaşık %10’u lise mezunu oluyordu. Şimdi ise, sadece birkaç on yıl içinde bu oran %60-70’e çıktı. Benim gençliğimde, mezun olamayan gençlerle aramızda gerçek bir eğitim uçurumu vardı; hatta büyük çoğunluk orta öğrenim görmemişti, on bir on iki yaşlarına doğru öğrenimleri kesintiye uğruyor, ancak ilkokul diploması almış oluyorlardı, yani okuma yazma biliyorlardı, sayı saymayı biliyorlardı, dolayısıyla büyük şehirlerde kalifiye işçi olabiliyorlardı. Atalarımızın Galyalılar olduğunu biliyorlardı, dolayısıyla 1914 savaşının siperlerinde vatan için ölebiliyorlardı ya da (1954-1962 yılından söz ediyorum; yani daha dünden) Cezayir’de, Aures Dağlarında “Arap” avına çıkabiliyorlardı. Bu ikili kader, yani işçi ve asker olmak gençlerin %90’ına yetiyordu. Diğerleri, seçkin % 10 en az yedi yıl daha eğitimine devam ediyor ve böylece toplumsal prestij basamaklarında yükseliyordu.
Benim gençliğimle hemen hemen aynı döneme denk düşen o günlerde sanki toplumun içinde iki farklı toplum var gibiydi; en azından iki farklı gençlik vardı. Uzun süre eğitim görenlerin oluşturduğu gençlik, hiç eğitim görmeyen ve ezici bir çoğunluk oluşturan gençlikten farklı bir dünya meydana getiriyordu.
Günümüzde iki farklı gençlik arasındaki bu sınıfsal uçurum, elbette daha az görünür olsa da, özellikle köken, oturulan semt, alışkanlıklar, din, hatta giyim kuşam, tüketim tarzı ve anlık yaşam anlayışı gibi habitusları içeren başka biçimler altında varlığını sürdürüyor olabilir. Daha az belirgin, daha az şekillenmiş, daha az görünür olsa da belki daha derin bir uçurumdur bu. Bununla birlikte, bu da başka bir konudur.
Hatırlattığım her şey dikkate alındığında, genç olmanın, gençlerle yetişkinler arasındaki inisiyasyon tarzı toplumsal hudutlara artık tabi olmadığı ve dolayısıyla gençlikle yetişkinlik arasındaki geçişin daha esnek olduğu ileri sürülebilir. Gençliğin, ritüel kuralları ve gelenekleri, kısacası “kültürü” bakımından birazcık daha homojen olduğu da ileri sürülebilir. Nihayet, ileri yaş manevi kültünün sonsuz bir gençliğe dair maddi külte döndüğü de söylenebilir. Sonuçta şunu belirtebiliriz: Bugün genç olmak o kadar da kötü değildir, daha ziyade bir şanstır, eskiden böyle değildi, kısıtlayıcı bir şeydi. Günümüz gençliğinin özelliklerinin büyük ölçüde yeni bir özgürlüğün özellikleri olduğu ve dolayısıyla, gençlerin genç olmakla şanslı oldukları ve şanssızlığın yaşlı olmak olduğu söylenebilir. Rüzgâr tersine döndü.
Ama durum bu kadar basit değil.
Öncelikle, bir inisiyasyon olmaması çift anlamlı bir veridir. Bir yanda, gençleri bir tür sonsuz ergenliğe mahkûm ederek, sözünü ettiğim tutkuları ele alıp çözümleme imkânsızlığına maruz bırakır. Buna da -tersinden aynı anlama gelmek üzere- yetişkinin çocuksulaştırılması denebilir. Genç kişi sonsuza dek genç kalabilir, çünkü özel bir hudut yoktur, bu demektir ki bir anlamda yetişkinlik hem sürekli hem de kısmi biçimde çocukluğun bir uzantısıdır. Yetişkinin bu çocuksulaştırılmasının pazarın gücüyle bağlantılı olduğu söylenebilir; çünkü yaşam, bizim toplumumuzda, belli ölçülerde, satın alma olanağıdır. Ne satın alınacak? Oyuncaklar, elbette; kocaman oyuncaklar, hoşumuza giden ve başkalarını etkileyen şeyler. Çağdaş toplum bize bu nesneleri satın almayı, mümkün olduğunca çok satın alabilme arzusu duymayı emreder. Oysa bir şeyler satın alma fikri, yeni şeylerle -yeni arabalar, marka ayakkabılar, kocaman televizyonlar, güneye bakan apartman daireleri, altın kaplama akıllı telefonlar, Hırvatistan tatilleri, imitasyon İran halıları- oynama fikri, çocukluğun, ergenlik arzularının karakteristiğidir. Bu durum yetişkinler arasında kısmen de olsa geçerli bir şey halini aldığında, genç olmakla yetişkin olmak arasında artık sembolik bir engel kalmamış demektir; bu, yumuşak bir sürekliliktir. Yetişkin, kocaman oyuncaklar satın alma imkânına gençlerden biraz daha fazla sahip olandır. Fark niteliksel olmaktan ziyade nicelikseldir. Dolayısıyla, dünya pazarındaki metaların ışıltısı karşısında gözleri kamaşmış öznelerin satın alma yasasına genel ve çocuksu itaati ile gençlerin ergen hali arasında ortaya çıkan sonuç, gençliğin bir tür ipsiz sapsız gezginliğidir. İnisiyasyon varken gençlik sabitti, fakat şimdi akıntıya kapılmış gezgindir; ne hudut tanır, ne engel; yetişkinlikten hem ayrıdır hem de ayırt edilemez; ve bu gezgin varoluş aynı zamanda benim yönelimsizlik diye adlandırdığım şeydir.
İkinci argüman, yani yaşlılığın artık değer görmemesi, gençlikten yana ne söylemektedir? Bu durum, gençliğin başlı başına değer kazanmasına gölge gibi eşlik eden gençlik korkusunu önemli ölçüde güçlendirdi. Gençlikten, özellikle işçi sınıfı gençliğinden duyulan bu korku bizim toplumlarımızda çok karakteristiktir. Bu korkuyu dengeleyecek hiçbir karşılık yoktur. Vaktiyle gençlik korkusunun anlamı, yaşlılığın, eski kuşakların aktardığı bilgeliğin gençliği ketlemesi, ona hakim olması, ona özdeşleşmeler/kimlikler ve sınırlar dayatmasıydı. Fakat bugün çok daha kaygı verici bir şey var; gençliğin gezginliğinden korku duyuluyor. Gençliğin ne olduğu ve ne olabileceği bilinmediği için korku duyuluyor, çünkü gençlik bizzat yetişkin dünyasının içinde olmakla birlikte aynı zamanda tamamen onun içinde de değildir, başkası olamasa da başkasıdır. Baskıcı yasalar, polisiye uygulamalar, anlamsız soruşturmalar ve özellikle bu gençlik korkusuna yönelik uygulamalar had safhadadır. Bunu hesaplamak gerekir, gençler bunu hesaplamalıdır. Gençlerin hem gençliği öven hem de ondan korkan bir toplumda yaşadıkları kesindir. Bu ikisi arasındaki dengenin sonucu olarak, toplumumuz kendi gençliğiyle olan meseleyle baş edemiyor. Daha doğrusu, büyük şehirlerimizdeki gençliğin çok geniş bir bölümüne ciddi bir sorun gözüyle bakılmaktadır. Günümüzde olduğu gibi, toplum bu gençlere istihdam sağlayamadığında sorunlar çok ciddi bir hal alır; çünkü bir işe sahip olmak, bir anlamda, inisiyasyonun son biçimiydi, yetişkin yaşamı bu noktada başlıyor gibiydi. Günümüzde bir iş bulmak bile çok geç, gecikmeli mümkün olabilmektedir. Geriye kalan, sosyal konutlarda yaşayan gezgin ve tehlikeli sınıf olan gençliktir. Üçüncü argüman ise, yani orta sınıf gençlik ile işçi sınıfı gençliği arasındaki kültür, eğitim konusundaki mesafenin elli yıl öncesinden çok daha az olması konusunda, söylediğim gibi, başka farklılıkların açıldığını görmek gerekir. Köken, kimlik, kılık kıyafet, ikamet, din farklılıkları… Görünüşte birleşmiş gençliğin içinde uçurumun açıldığını söylüyorum. Önceleri, seksenli yıllara ve ötesine dek, gençlik ikiye ayrılmıştı; yüksek mevkilerde görev alacak olanlar ile işçi ya da köylü olarak kalması gerekenler çok erkenden ayrılıyordu. îki dünya vardı. Şimdi daha ziyade tek bir dünya görünümü vardır. Fakat bu aynı dünyanın içinde ciddi, aşılmaz farklılıklar olduğu fikri yavaş yavaş yerleşti. Öğrenci gösterileri sosyal konutlarda yaşayan gençlerin şiddetli isyanlarından tamamen ayrıldı. Eğitim düzeyinde resmi olarak inkâr edilse de, gezginlik ve güvensizlik gençliğin bölünmesini yeniden üretmektedir.
Toplumsal grubun kendi gençliğini sıkı otoriter denetim altında tuttuğu binlerce yıllık dünyayı “gelenek toplumu” diye adlandıralım: Oğullarının – özellikle de kızlarının- faaliyetleriyle ve ender haklarıyla ilgili her şeyi çok yakından denetleyen kodlanmış, normlara tabi kılınmış, sembolleştirilmiş bir otorite biçimi. Gençlerin sahip olduğu aşikâr yeni özgürlüklerin, geleneksel dünyada olmadığımızı kanıtladığını kuşkusuz ileri sürebiliriz. Fakat bu geleneksel dünyada olmamanın sorunlar getirdiği de açıktır, ki bu sorunların çoğu henüz çözülmüş değildir. Gençler için çözülmediği gibi yaşlılar için de çözülmemiştir. Gençler gezgindir ve korku salmaktadır, yaşlılar değersizleşmiştir ve kurumlara kapatılmıştır, “huzur içinde” ölmekten başka kaderleri yoktur.
İzin verirseniz, size militanca bir fikir önereceğim. Günümüz yetişkinlerine karşı gençlerle yaşlıların ittifakını oluşturacak geniş bir gösteri örgütlemek gayet doğru olur. Otuz yaş altındaki en asiler ile altmışın üstündeki en haşinler, tuzu kuru kırklıklara ve elliliklere karşı. Gençler gezgin ve yönelimsiz olmaktan, olumlu yaşam işaretlerinden sonsuzca yoksun olmaktan gına geldiğini söyleyebilirler. Yetişkinlerin de sonsuza dek gençmiş gibi davranmalarının iyi bir şey olmadığını söyleyebilirler. Yaşlılar kendi değersizliklerinin, geleneksel yaşlı bilge imgelerinden dışlanmalarının bedelini, hurdaya çıkarılarak, toplumsal görünürlüklerinin tamamen yok edilerek ölümü bekleyecekleri bakım evine dönüştürülmüş yaşlı yurtlarına sürülerek ödemekten bıktıklarını söyleyebilirler. Bu karma gösteri yepyeni ve çok önemli bir şey olur! Dünyanın her tarafına yaptığım sayısız yolculuk sırasında birçok konferansa katıldım, çeşitli konumlarda yer aldım ve dinleyici kitlesinin, benim gibi, ‘60’ların ve ‘70’lerin büyük mücadelelerinden emekli eski tüfeklerden, bu muharebelerden sağ kurtulmuş yaşlılarından ve de karşılarındaki filozofun kendi varlıklarının yönelimiyle ve gerçek bir yaşam olasılığıyla ilgili söyleyecek bir şeyi olup olmadığını görmeye gelmiş genç bir kitleden oluştuğunu gördüm. Dolayısıyla, dünyanın her yerinde size sözünü ettiğim ittifakın taslağıyla karşılaştım. Günümüz gençliği, birdirbir oynar gibi, egemen yaş grubunun, kabaca otuz beş ile altmış beş yaş arasındakilerin üzerinden atlayarak, yaşlı asilerin, boyun eğmeyenlerin dar çekirdeğiyle birlikte, yönelimsiz kalmış gençliğin ve eski tüfeklerin ittifakını oluşturmalıdır. Hep birlikte gerçek yaşam yolunun açılması için baskı yapabiliriz.
Bu görkemli gösterinin düzenlenmesini beklerken, gençlerin yeni bir dünyanın eşiğinde olduklarını, bunun binlerce yıllık geleneksel dünya olmadığını söylemeliyim. Her kuşağın yeni bir dünyanın eşiğinde olduğu söylenemez; esasen burada hitap ettiğim gençlere özgü bir durumdur bu.
Sizler geleneğin son kalıntılarım sarsan ve yok eden bir toplumsal kriz döneminde yaşıyorsunuz. Bu yıkımın, bu inkârın olumlu yanının ne olduğunu gerçekten bilmiyoruz. Bunun bir tür özgürlüğe yol açtığını ise tartışmasız biçimde biliyoruz. Fakat bu özgürlük özellikle bazı yasakların, tabuların yokluğudur. Bu, olumsuz bir özgürlüktür, tüketicidir; ürünlerin, moda ve görüşlerin sürekli değişmesine mahkûmdur. Yeni bir gerçek yaşam fikrine herhangi bir yönelim belirlemiyor. Aynı zamanda, gençler açısından bir başıboşluk ve korku yaratmaktadır, toplumun da bunun hakkından nasıl geleceği bilinmiyor, çünkü tek yapabildiği şey bunun karşısına rekabete ve maddi başarıya dayalı sahte bir yaşamı çıkartmaktır. Yaratıcı, olumlu bir özgürlüğün ne olabileceğini belirlemek, gelmekte olan yeni dünyanın amacı olacaktır.
Aslında hepimizin üzerinde durması gereken sorun şudur: Modernite, geleneğin terkidir. Kastlardan, soylulardan, babadan oğula aktarılan hükümdarlıklardan, dinsel yükümlülüklerden, gençlik inisiyasyonlarından, kadınların itaatinden, az sayıdaki kudretli ile küçümsenen, emekçi, göçebe köylü ve işçi kitlesi arasındaki sembolik bakımdan çok güçlü, katı, biçimsel ve resmi ayrımdan oluşan yaşlı dünyanın sonudur bu. Bu karşı konulmaz hareketi hiçbir şey geri döndüremez. Bu hareket Batı’da kuşkusuz Rönesans’la birlikte başladı; 18. yüzyılda Aydınlanmayla birlikte ideolojik düzeyde tahkim edildi; o zamandan bu yana üretim tekniklerinin görülmedik atılımı ve hesaplama, dolaşım, iletişim araçlarının sürekli yetkinleşmesiyle somutlaştı; ve 19. yüzyıldan itibaren, küreselleşme yolundaki kapitalizm ile el yordamıyla ilerlemeye çalışan, müthiş yenilgiler yaşayıp inatla yeniden inşa çabalarına girişen kolektivist ve komünist fikir arasındaki siyasal mücadeleye maruz kaldı. Bu mücadele, gelenekten kopuş olarak görülen modernitenin biçimine ve sonuçlarına yönelikti ve hâlâ da buna yöneliktir.
Belki de en çarpıcı nokta, burada özellikle üzerinde odaklandığımız nokta, geleneksel dünyadan bu kopuşun, binlerce yıldır varlık sürdüren örgütlenme biçimlerini üç yüzyıl gibi bir süre içinde süpürüp atan insanlık üzerindeki bu gerçek kasırganın öznel bir kriz yarattığıdır; bu krizin nedenlerini ve kapsamını bugün algılamaktayız ve bunun en belirgin veçhelerinden biri özellikle gençliğin bu yeni dünyada kendine bir yer bulmasının aşırı ve giderek büyüyen güçlüğüdür.
Gerçek kriz budur. Bugün herkes “kriz”den söz ediyor. Kimi zaman bunun modern finans kapitalizminin krizi olduğu sanılıyor. Ama hayır! Hiç değil! Kapitalizm tüm dünyaya hızla yayılmaktadır ve onun kendine özgü gelişme tarzı krizleri ve savaşları daima içermiştir; bunlar rekabet biçimlerini yenilemek ve galiplerin, yani diğerlerini mahvederek mevcut sermayenin mümkün olduğunca önemli miktarını ellerinde toparlamaya başaranların konumunu sağlamlaştırmak için gereken ve bu ölçüde de vahşi araçlardır.
Mevcut durumu gözden geçirelim. Mao Zedung’un dediği gibi, “sürekli sayılarla düşünmeliyiz.” Günümüzde dünya nüfusunun %10’u mevcut sermayenin %86’sını elinde bulunduruyor. Bu sermayenin de %46’sını yüzde bir elinde tutuyor. Dünya nüfusunun %50’si kesinlikle hiçbir şeye sahip değil, %0. Neredeyse her şeye sahip olan %10’un hiçbir şeyi olmayanlarla, hatta geri kalan cılız %14’ü paylaşanların en şanssızlarıyla bile asla bir araya gelmemeyi neden diledikleri rahatlıkla anlaşılacaktır. Diğer yandan, bu %14’ü paylaşanların büyük bölümü büyük olasılıkla pasif gücenme ile sahip oldukları şeyi vahşice koruma arzusu arasında bölünmüşlerdir; özellikle de korkunç bir “tehdit” olarak gördükleri hiçbir şeyi olmayan %50’ye yönelik sayısız baskıcı engele ırkçılığın ve milliyetçiliğin de yardımıyla destek vermektedirler.
Sonuçta bütün bunlar “Occupy Wall Street” hareketinin birleştiricilik iddiasındaki sloganının, yani “Bizler %99’uz!”un içinin gayet boş olduğunu gösterir. Bu hareketin katılımcıları, övülmesi gereken bir iyi niyetle dolu olsalar da, çoğunlukla “orta sınıf’ ailelerden gelen gençlerden oluşuyordu kuşkusuz; ne gerçek yoksullar ne de gerçek zenginlerdi. Kısacası, demokrasiyi sevdiği, demokrasinin temel direği olduğu yönünde propaganda yapılan orta sınıf. Fakat, işin aslı, hali vakti yerinde Batı’nın bu ‘orta sınıf’tan insanlarla dolu olduğudur. Zengin seçkinlerin %1’i içinde olmasa da, varlıklı mülk sahiplerinin %10’u içinde olmasa da, kelimenin tam anlamıyla yoksul %50 karşısında aynı ölçüde titreyen ve kendi aralarında paylaşmaları gereken kaynakların %14’lük minicik bölümüne yapışarak küreselleşmiş kapitalizme destek veren küçük burjuvalar grubunu oluşturan orta sınıftır bunlar; ve bunların yokluğunda, “demokratik” vahanın hayatta kalma şansı hiç olmazdı. Sembolik olarak bile olsa “%99’lar” olmaktan uzak olan Wall Street’in cesur gençleri, mensubu oldukları grup da dahil olmak üzere, kaderleri yok olmak olan bir avuç insanı temsil etmektedir.
Tabii eğer hiçbir şeyi olmayanların ya da gerçekten pek bir şeyleri olmayanların gerçek kitlesiyle çok ciddi bağlar kurarlarsa; %14’dekilerle, özellikle bu kesimdeki entelektüellerle ve de %50’dekilerle siyasal bir ittifak gerçekleştirirlerse durum değişir. Böyle bir siyasal strateji uygulanabilirdir, çünkü Fransa’da ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Maoculuk bayrağı altında buna kalkışılmış ve önemli yerel başarılar elde edilmiştir. Aynı dönemde ABD’de daha az yankı uyandıracak şekilde [radikal sol hareket] Weathermen’le bu başarılmıştır. İki üç yıl önce de işgal hareketleriyle, ama Wall Street’tekiyle değil, Tunus’ta, Kahire’de, hatta liman işçileriyle aktif bir ilişkinin nüvelerinin görüldüğü Oakland’da buna kalkışılmıştır. Her şey, kesinlikle her şey, bu ittifakın kesin olarak yeniden doğuşuna, uluslararası ölçekte örgütlenmesine bağlıdır.
Fakat böyle bir hareketin aşırı zayıflığı durumunda, kapitalizmin küresel şekillenmesi içinde gerçekleşen gelenekten kopuşun nesnel, ölçülebilir sonucu benim söylediğim şeydir: Küçücük bir oligarşi, basitçe hayatta kalmanın sınırlarında yaşayan ezici çoğunluktaki insanlara, tıpkı Batıklaştırılmış, yani yasallaştırılmış ve kısır orta sınıflara yaptığı gibi, kendi yasasını dayatır.
Fakat toplumsal ve öznel düzeyde olup biten nedir? Marx daha 1848’de çarpıcı bir tanımda bulunmuştur; ve bu tanım onun döneminden ziyade günümüzde daha doğru olduğu için özellikle çarpıcıdır. İnanılmaz bir şekilde genç kalmış bu yaşlı metni hatırlatayım:
Burjuvazi iktidarı ele aldığı her yerde, feodal, patriyarkal, duygusal ilişki olarak her ne varsa hepsine son verdi. İnsanı ‘doğal efendileri’ne tutsak eden karmaşık ve çeşitli feodal bağları hiç acımadan kopardı ve insanla insan arasında soğuk çıkar ve “peşin ödemeden” başka bir bağ bırakmadı.
Burjuvazi, dini inancın ateşli ve kutsal heyecanını, şövalyelik ruhunu, küçük burjuva duygusallığını, bencil hesabın buzlu sularında boğdu.
Burjuvazi, kişisel haysiyeti bir mübadele değeri haline getirdi ve binbir güçlükle elde edilmiş sayısız özgürlüklerin yerine, o biricik ve acımasız özgür ticareti koydu. Tek kelimeyle, dini ve politik aldatmacaların maskelediği sömürü yerine, zorba, utanmaz, doğrudan ve çıplak sömürüyü koydu.
Burjuvazi, o zamana dek saygınlık gören ve kutsal bir saygıyla karşılanan mesleklerin halelerini söküp attı. Hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim insanını, hepsini kendisinin parayla tutulmuş hizmetkârları haline getirdi.
Burjuvazi, aile ilişkilerini örten duygusal peçeyi yırttı ve bunları basit para ilişkilerine indirgedi.
[…] Donmuş ve paslanmış tüm toplumsal ilişkiler, eski ve saygın anlayış ve fikir dizisiyle birlikte çözülüp dağılmakta, onların yerine geçenlerse daha kemikleşemeden eskimektedir. Kalıcı ve katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan çıkıyor ve insanlar nihayet kendi yaşam koşullarına ve karşılıklı ilişkilerine uyanık gözlerle bakmak zorunda kalıyorlar.Marx’ın burada tanımladığı şey, gelenekten kopuşun gerçekte insanlığın sembolik örgütlenmesinde devasa bir krize nasıl kapı açtığıdır. Gerçekten de binlerce yıl boyunca insan yaşamının içindeki farklılıklar hiyerarşik bir biçimde kodlandırılmış, simgeselleştirilmiştir. Genç ve yaşlı, kadın ve erkek, yoksul ve kudretli, benim grubum ve diğer gruplar, yabancılar ve uyruklar, sapkınlar ve imanlılar, soylu olanlar ve olmayanlar, şehirliler ve köylüler, entelektüeller ve kol emekçileri gibi en önemli ikiliklerin üstesinden, dilde, mitolojilerde, ideolojilerde, yerleşik dinsel ahlaklarda, karmakarışık olmuş hiyerarşik sistemler içinde herkesin yerini kodlayan düzen yapılarına başvurarak gelinmiştir. Örneğin soylu bir kadın kocasından aşağı ama halktan bir insandan üstündü; zengin bir burjuva bir dükün önünde eğilmeliyken hizmetkârları onun önünde eğilmeliydi; keza, herhangi bir yerli kabilenin kadını kendi kabilesinden bir savaşçı karşısında neredeyse bir hiçken, bir başka kabileden esir karşısında neredeyse her şeydi ve hatta kimi zaman işkencenin kurallarını o belirliyordu. Dahası, Katolik kilisenin yoksul bir mümini piskoposu karşısında önemsiz biriyken, Protestan bir sapkın karşısında seçilmiş biri olarak kabul edilebiliyordu; keza, özgür bir insanın oğlu babasına kesinlikle bağlıyken, geniş bir ailenin siyahi babasını kendi kişisel kölesi yapabiliyordu…
Dolayısıyla, her türlü geleneksel simgeselleştirme, mevkileri ve sonuç olarak bu mevkiler arasındaki ilişkileri dağıtan düzen yapısına dayanır. Genel üretim, mübadele sistemi olarak ve sonuçta -sermaye ile emek arasındaki, kâr ile ücret arasındaki karşıtlığın egemen bir değişkesine indirgenen- toplumsal mevkilerin sistemi olarak kapitalizmin gerçekleştirdiği haliyle gelenekten kopuş, gerçekte hiçbir aktif simgeselleştirme sunmaz, fakat sadece ekonominin kaba ve keyfi, bağımsız oyununu, Marx’ın “bencil hesabın buzlu suları” diye muhteşem biçimde adlandırdığı sembolik olmayan, yansız egemenliğini sunar. Geleneğin hiyerarşik dünyasından kopuş hiyerarşik olmayan bir simgeselleştirme önermedi, fakat sadece bir azınlığın iştahına tabi hesap kuralları eşliğinde, ekonominin sultası altında gerçek bir zecri şiddet önerdi. Bunun sonucu, tarihsel bir simgeselleştirme krizidir; bu kriz altında gençlik kendi yönelimsizliğine katlanmak durumundadır.
Yansız bir özgürlük kisvesi altında evrensel gönderge olarak sadece parayı öneren bu krizin gözünden bakıldığında günümüzde iki farklı alternatif vardır. Bunların her ikisi de bence kesinlikle tutucudur ve günümüzde insanlığın, özellikle de gençliğin karşı karşıya olduğu gerçek öznel meselelere uygun değildir.
Bunların ilki kapitalizmin ve sadece ticari belirlenimin boş yansızlığıyla damgalamış olan boş “özgürlük”lerinin sınırsızca savunulmasıdır. Bu yolu adlandıralım: Benim “Batı arzusu”nun cazibesi diye adlandırdığım şey bu; yani toplumlarımızın, Fransa’nın ve aynı türdeki diğer bütün ülkelerin liberal ve “demokratik” modelinden daha iyi hiçbir şeyin var olmadığı ve olamayacağı savı. Pascal Bruckner kısa süre önce bir makalesine böyle aptalca bir başlık koymuştu: “Batılı yaşam tarzının pazarlığı olmaz.”
İkinci yol, geleneksel, yani hiyerarşik simgeselleştirmeye geri dönüş yönündeki tepkisel arzudur. Bu arzu, ister ABD’deki Protestan sektler sözkonusu olsun, ister Ortadoğu’daki tepkisel İslamcılık ya da Avrupa’da ritüalist Yahudiliğe geri dönüş şeklinde görülsün, genellikle herhangi bir dinsel anlatı kisvesine bürünür. Fakat ulus hiyerarşilerinde (Yaşasın “safkan” Fransızlar! Yaşasın Büyük Rus Ortodoksluğu!), katıksız ırkçılıkta (sömürgecilik döneminden kaynağını alan îslamofobi ya da nükseden anti-Semitizm) ya da nihayet, atomlaşmış bireycilikte (Yaşasın Ben, kahrolsun ötekiler!) pusuya yatabilir.
Bu iki yol da bence son derece tehlikeli çıkmazlardır ve bunların giderek daha kanlı bir hal alan çelişkileri insanlığı sonsuz savaşlar döngüsüne sokar. Bu, gerçek çelişkinin etkili olmasını engelleyen sahte çelişkiler sorunudur.
Bu gerçek çelişki, hem düşüncede hem de eylemde bizim için ölçüt olması gereken çelişki, hiyerarşikleştirici sembolik gelenekten kopuşun kaçınılmaz iki bakışını karşı karşıya getirir: korkunç eşitsizlikler ve patojen başıboşluklar yaratan Batı kapitalizminin simgesellikten çıkmış bakışı ile genellikle “komünizm” diye adlandırılan ve Marx’tan ve çağdaşlarından bu yana eşitlikçi bir simgeselleştirme öneren bakış. Modern dünyanın bu temel çelişkisi günümüzde, SSCB’de ya da Çin’de devlet “komünizmi”nin geçici tarihsel çöküşünden sonra, gelenekten kopuşun bakışıyla, paranın yansızlığının gizlediği gerçek hiyerarşiler yararına eski simgesel hiyerarşileri gizleyen Batı’nın yansız ve kısır saf olumsuzluğu ile gerçekte güçsüz oluğunu maskelemeye yönelik gösterişli bir şiddetle birlikte eski hiyerarşilere geri dönüşü savunan faşizan tepki arasındaki sahte çelişkiyle maskelenmiştir.
Tepkisel faşizmin liderleri ve gerçek yarar sağlayıcıları Ölü Tanrıya, yani eski dünyada hiyerarşik simgesel düzenin hem zirvesi, hem de güvencesi ve anahtarı olan Ölü Tanrıya -cesedini sağa sola sallıyor olsalar da- hiç de inanmadığından bu çelişki gerçekte sahtedir. Aslında bunlar Batılı büyük finans gruplarıyla aynı dünyaya mensuptur: Temerküz etmiş leşçi kapitalizm dışında toplumların hiçbir küresel örgütlenmesinin mümkün olmadığı konusunda her iki taraf da hemfikirdir. Her iki taraf da insanlığa hiçbir simgesel yenilik sunmamaktadır. Onlar sadece toplumsal kapasiteyi, kolektif örgütlenme gücünü, “bencil hesabın buzlu sularını” değerlendirme konusunda anlaşamamaktadırlar. Bizim Batılı efendilerimize göre, zengin seçkinler ve devasa pleb kitlesiyle insanlığın yoluna devam etmesi için bu yeterlidir. Para soyut bir simge olarak iş görecektir. Her türden tepkisel/gericiye göre, eski ahlaka ve kutsanmış hiyerarşilere geri dönmemiz gerekir, yoksa bizzat bütün sistemi tehlikeye atacak ciddi kargaşalar sonuna dek sürecektir.
Bu anlaşmazlık, aralarındaki çatışma ne kadar şiddetli görünse de, öncelikle her iki tarafın da çıkarınadır. İletişim araçları üzerindeki denetimleri sayesinde bu tartışma kamuoyunun dikkatini çeker ve böylece insanlığı bir felaketten kurtarabilecek tek bütünsel kanaatin gelişimini engeller. Kimi zaman Komünist İdea diye adlandırdığım bu kanaat gelenekten kopuşun kaçınılmazlığının kabulünün ardından, bizzat bu kopuş süreci içinde, eşitlikçi bir simgeselleştirmeyi yaratmak için çalışmamız gerektiğini ilan eder; bu simgeselleştirme, kaynakların kolektifleştirilmesinde, eşitsizliklerin fiilen yok edilmesinde, farklılıkların eşit öznel haklarla tanınmasında ve sonuçta, devlet benzeri ayrı otoritelerin yok olup gitmesinde barışçıl edilmiş öznel tabana rehberlik edecek, onu kodlayıp biçimlendirecektir.
Bu eşitlikçi simgeselleştirmenin gerekliliği bağlamında, sahte çelişkinin hakimiyetinin, en yaşlılarla birlikte en fazla etkilediği gençlere geri dönebilirim.
Siz gençler, gelenekten gerçek kopuşun ve sahte çelişkinin hayali boyutunun ikili etkisi altındasınız.
Ayrıca, inanıyorum ki sizler yeni dünyanın, eşitlikçi simgeselleştirme dünyasının eşiğindesiniz. Kolay bir iş değil bu: Bugüne dek bütün toplumsal simgeselleştirmeler hiyerarşikti. Dolayısıyla, kendi öznelliğinizi bütünüyle yepyeni bir göreve katmanız gerekiyor: Kapitalist hesapların buzlu sularında simgeselliğin yıkımına ve tepkisel faşizme karşı yeni bir simgeselliğin yaratılması. Bu nedenle, sizlerin olup bitene, yani sonsuz ergenlik, işsizlik, kökene ve inançlara bağlı farklılaşma, varoluşun yönelimsizleşmesi gibi gençlerin başına gelen şeylere karşı dikkatli olmak gibi bir göreviniz de var (işin en güç yanı da bu). Fakat aynı zamanda, cinsiyetler arasındaki, keza yetişkinlerle, yaşlılarla, dünyanın bütün gençleriyle olan yeni ilişkilere de uyanık olmalısınız. Bütün bunların yanısıra, olabileceklerin, simgeselleştirilebilir bir gelecek inşa etmeye yönelik olguların işaretleri de var. Bu işaretler genellikle pek okunaklı değildir, gizlidir, fakat filozoflar sadece olup bitene dikkatli olmakla kalmamalı, kendi deneyimleri içinde, en tekil, en özgün, en ender olarak gözüne çarpana, var olana değil gelmekte olana işarette bulunana da dikkatli olmalıdırlar.
Olup bitenden farklı bir şeyin olabileceğine dair işaretlere dikkat kesilmek herkes için, ama özellikle gençler için çok önemlidir. Bu geniş dünyada olup biten her şeyi eğer dikkatle gözler ve yöntemli bir şekilde tartışırsanız bu işaretleri bulursunuz. Fakat bunları aynı zamanda kendi yaşam deneyimlerinizde, bu deneyimlerdeki özgün ve yok edilemez olanda da bulursunuz. Başka bir deyişle, sizin yapabilecek olduğunuz şeyler var, sözkonusu durumda bu, kendi yaşamınızı inşa etmektir, elinizdeki imkânları kullanmaktır; fakat yapabilir olduğunuzu henüz bilmediğiniz bir şey de vardır ki şu an için en önemli olan tam da budur, gelecekteki eşitlikçi simgeselleştirmeyle en fazla ilişkili olan da budur: Öngörülemeyenle karşılaştığınızda keşfettikleriniz. Örneğin sırılsıklam âşık olduğunuzda. O zaman insan yapabilir olduğunu bilmediği şeyleri yaptığını fark eder, düşünce ve simgesel yaratı düzlemi de dahil olmak üzere, o âna dek bilmediği bir kapasiteye sahip olduğunu görür. İnsanın sandığından çok daha fazlasını yapabilir olduğunun farkına varışı, yeni bir kolektif yaşam fikrine yönelik bir harekete katıldığında, okunan bir kitap, dinlenen bir müzik ya da seyredilen bir tabloyla altüst olup kendi içinde sanatsal bir eğilim ortaya çıktığında ya da yepyeni bir bilimsel sorunun cazibesine kapıldığınızda da vuku bulur. Bütün bu durumlarda insan kendinde bilmediği bir kapasiteyi keşfeder.
İnşa edebileceğiniz söylenebilir, fakat sizi daha öteye götüren bir şey de vardır; sizi yerleşik kılan olduğu gibi, yolculuğa çıkma, kendinizi sürgün etme kapasiteniz de vardır. Her ikisi de aynı anda vardır. Artık nihilist olmayan, gerçek yaşamı bulmanız için bir pusula, yeni bir simge olan yönelimli bir gezginlikten yola çıkarak yerleşikliğe itiraz edilebilir.
Başlangıçta belirttiğim çelişkiyle, yani kendi yaşamını imha etmek ile inşa etmek arasındaki çelişkiyle ilişkili olan bu sonuncu nokta, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, gençliğin öznelliğini oluşturan şeydir. Bu ikisi arasında bir bağ kurmak gerektiğini söylüyorum. Sizin inşa etmek istediğiniz, yapabilir olduğunuz bir şey vardır, ama aynı zamanda sizi yola çıkmaya, yapmayı, inşa etmeyi, içine yerleşmeyi bildiğiniz şeyin ötesine gitmeye çağıran şeyin işaretleri de vardır. Yola çıkmanın gücü. İnşa etmek ve yola çıkmak. Bu ikisi arasında çelişki yoktur. İnşa ettiklerinizden vazgeçmeyi bilmeniz gerekir, çünkü başka bir şey sizi gerçek yaşama çağırmaktadır. Gerçek yaşam, günümüzde, piyasa yansızlığının ve eski hiyerarşik ideaların ötesinde yer alır.
Bütün bunlara dair son sözleri şaire bırakıyorum, çünkü bu yola çıkış, kökünden kopma, kendinden kopma, yeni simgeler yaratma sorunu sözkonusu olduğunda, ancak şairler yeni bir dil bulabilir. Bu anlamda, şiir dilde ezeli bir gençliğe bağlı kalır. Saint-John Perse’in bir şiirinin sonundan alıntı yapacağım. 1920’lerin, 1950’lerin bir şairi. Şiirin adı da “Anabasis.” Anabasis Yunancada “yeniden yükselerek geri dönmek” anlamına gelir; erişilmesi güç bir istikamete doğru geri dönen ya da yeniden yükselen bir gezginliktir. Bu anlamda bir gençlik metaforudur bu. Anabasis, Pers ülkesinde bir iç savaşa katılmış paralı askerlerin öyküsünü anlatan Yunanca bir kitabın adıdır. Bu kitabın yazarı, paralı askerlerin komutanı olan Ksenofon’dur. O dönemde paralı askerler vardı; tıpkı bugün Afrika’daki ya da Ortadoğu’daki bütün savaşlarda olduğu gibi, hatta Orta Avrupa’da bile paralı askerlerle karşılaşırsınız. Bunlar siyasal düzeyde olup bitenlerle gerçek anlamda ilgilenmeyen insanlardır; bir işverenin parasını ödediği bu askerler kan dökme işini yerine getirirler. Ksenofon’un kitabı örneğinde, Persli işveren büyük bir muharebede öldürülmüştür, diğer bütün Persli askerler dağıldığında Yunan paralı askerler kendilerini Pers topraklarının, günümüz Türkiye’sinin ortasında bulurlar ve sarsılmaz bir kararlılıkla evlerine doğru gitmek, Kuzey’e doğru yol almak isterler. Tam bir şaşkınlık içindedirler ve evlerine gitmeleri gerekmektedir. Fikir budur. Terk edilmiş, yönlerini şaşırmış haldedirler ve yine de kendi varlıkları olan şeye doğru, sahici gerçekliklerine doğru gidebileceklerini düşünürler. Sizi siz yapan özneyi asla kendi evinizi sağlam bir şekilde inşa ederek gerçekleştiremezsiniz, aynı zamanda kendinize doğru yola çıkmayı da bilmeniz gerekir. Eski ev gelenekten başka bir şey değildir, yola çıkmak eski eve yeni bir olumlama katar. Bu durumda kendi alanınızın yeni bir simgeselleşmesiyle karşılaşırsınız. Gerçek bir ev, düşünce ve eylem macerasının size terk ettirdiği ve neredeyse unutturduğunda bulabildiğiniz evdir. İçinde her daim kalınan ev ancak gönüllü bir hapishanedir. Hayatta önemli bir şey meydana geldiğinde bu her zaman sizin için gerçek yaşamı oluşturan şeye doğru bir tür yola çıkıştır, köklerinden sökülmedir. Anabasis, sizin yolu şaşırdığınız, yönelimsiz kaldığınız, fakat kendinize doğru yol aldığınız, bu yönelimsizlik ve bu yola çıkış içinde gerçek benliğinizi bulacağınız ve bütün insanlıkla birlikte, eşitlikçi simgeselleştirmenin evrelerini yaratacağınız fikridir.
Ksenofon’un Anabasis’inde muhteşem bir sahne vardır. Paralı askerler Yunandır, dolayısıyla denizcilerdir. Kuzeye doğru giderek denizi bulurlar. Yukarı doğru çıkmışlar, aynı zamanda da tırmanmışlardır:
Orada, tepenin üzerinde, denizi görürler. Hep birlikte, “Teselya! Teselya!”, “Deniz! Deniz!” diye bağırırlar. Eski denizci varlıklarını olumlayarak yeniden simgeselleştirirler. Gençlik de budur, bu olmalıdır: Dünya okyanusuna doğru bir Anabasis.
Günümüz gençliği artık bu özgürlüğe, imkâna sahip olduğundan, gelenekle eli kolu bağlı değildir. Fakat bu özgürlükle, bu yeni gezginlikle ne yapacaktır? Yaratıcı ve yoğun bir yeni yaşam açısından ne yapabileceğinizi keşfetmeniz, kendi kapasitenize geri dönmeniz gerekir. Yeni eşitlikçi simgeselleştirmeye böyle hazır olursunuz. İnşa etmek ile zıddı arasındaki ilişki budur. Yunan paralı askerler için bunun metaforu, çiftçi, asker ve denizci arasındaki ilişkiyi aniden keşfetmeleridir. “Teselya! Deniz!” çığlığı, yeryüzündeki yaşam macerasında yitirip tekrar buldukları şeyin ne olduğunu ifade eden bir çığlıktır; fakat basit bir geri dönüş ya da tekrar anlamında değil, yeni ve yoğun bir anlamda kavuşulan şeyin çığlığıdır: Deniz artık eski halinde değildir, görülmemiş bir deneyimin eşitlikçi yeni paylaşımının simgesine dönüşmüştür.
Yine bu aynı satırlarda Saint-John Perse’in “Anabasis” şiiri şöyle biter:
Fakat insanların yeryüzünde yapıp ettiklerinden ayrı, birçok alamet, birçok tohum görülür yolda ve güzel havanın mayasız ekmeğinin altında, yeryüzünün tek bir derin soluğundadır hasadın bütün kârı…
Dişi yıldızın, göğün derinliklerindeki vaat edilmiş saflığın görüldüğü akşam vaktine dek…
Rüyanın ekilebilir toprağı! İnşa etmekten söz eden kim?
– Toprağın parsel parsel dağıtıldığını gördüm ama düşüncem hiç şaşmadı gemiciden.
Hal böyleyken, günümüzde genç olmak bir avantaj mıdır, dezavantaj mı? Geleneklerden amansızca kurtulmuş bir dünyaya yeni gençliği kabul edebilmek için dünyanın da değişmesi gerekir. Yeni toprak, yeni dünyanın ihtiyaç duyduğu simgeselleştirmenin yeni aygıtlarını, yeni düşüncesini yaratacak -zaten yaratmış- gençler için “rüyanın ekilebilir toprağı” da olacaktır. İnşa etmek elbette gerekir, temel atmak gerekir. Fakat dünya geniştir ve düşünce bu ölçeği dikkate alarak algılamalı ve hareket etmelidir. Hepiniz için tek dileğim, bir yere yerleşmenin, meslek, kariyer sahibi olmanın baş aciliyetiniz olmamasıdır; bunun yerini, düşün kardeşi olan doğru düşünce almalıdır. Bir yola çıkış düşüncesi, çalkantılı dünya okyanusuna dair doğru bir düşünce. Doğru ve göçebe bir düşünce, göçebe olduğu için doğru bir düşünce, denizci bir düşünce. Herkes şöyle diyebilsin: “Toprağın parsel parsel dağıtıldığını gördüm ama düşüncem hiç şaşmadı gemiciden.”
Alain Badiou
Gerçek Yaşam
Türkçesi: Işık Ergüden