“Sanatçılık tamamen insanlarla ve psikolojimizle alakalıdır: Kim olduğumuz, nasıl davrandığımız, kendi ellerimizle neler yaptığımız. Yazı, bir anı yazısı olduğu zaman rahatsız edecek kadar kişisel bir hal alır, fakat kişisel hala kişiseldir.”
Polonyalı ve Nobel ödüllü bir şair olan Wislawa Szymborska bir düz yazısında şöyle demişti; “Ah, dar görüşlülük etmeyelim; anıların içerisinde samimiyet aramak çok da mantıklı bir şey değildir”. Bu sözüne şöyle devam etmişti; “Yazarın seçmiş olduğu benlik biçimini ve dünyasını sorgulamaya değer bir şeydir – çünkü her zaman seçim yapılabilir.” Başka bir yazısında, şunu yazıyor:
Her anı yazarı, çalışmalarının içerisinde, tanıdığı insanlar hususunda daha iyi ya da daha kötü bir tasvir bırakır; ikili benlik portreleri ile birlikte. Bunlardan bir tanesi kasten çizilir, ikincisi ise planlanmaz, tesadüfen çizilir. İlki ikincisinden daha onur vericidir ve ikincisi de birincisinden daha sadıktır. Bir yazar ne kadar iyiyse, bizler de onun çelişkilerine o kadar çok dikkat etmeliyiz.
Fakat bu ikili benlik portrelerini çekici ve büyüleyici kılan kontrol ve teslimiyet kutupluluğu ne ile alakalıdır? Bizler, hem yazarlar hem de okuyucular olarak neden yoğun bir biçimde anılara ilgi duyuyoruz – Augustinus’un İtiraflar eserinden internetteki kişisel hikâyelere kadar? Belki de bunun kendi özlemimizle bir ilgisi vardır. Joan Didion‘un da söylediği gibi; “tanıdığımız insanlarla, onları çekici bulsak da bulmasak da, alakamızı” devam ettirmek içindir.
Fakat bu konuda insanın kendisiyle uzlaşmasından daha fazla, egonun kendisiyle olan iletişiminden daha büyük bir şey var ve bu şey yazarların yabancılara kalplerini ve yaralarını açmalarını sağlıyor ve okuyucuların da yabancıların kalplerine ve yaralarına girmelerini sağlıyor.
Editör Meredith Maran, Why We Write About Ourselves: Twenty Memoirists on Why They Expose Themselves (and Others) in the Name of Literature (Neden Kendimizle İlgili Yazılar Yazıyoruz: Yirmi Anı Yazarı; Edebiyat Adı Altında Kendilerini (ve Diğerlerini) Açığa Çıkarmaları Üzerine) adlı eserde bu şeyin gizemini inceliyor. Eser, anı çalışmalarının çekiciliğinin neden bizlerin üzerinden işlediğinin ve bizi nasıl değiştirdiğinin felsefi boyutlarını inceliyor ve anı türünün ustaları olan Dani Shapiro, Anne Lamott, Cheryl Strayed, Nick Flynn, Meghan Daum, Pat Conroy, Edmund White ve A.M. Homes gibi yazarların görüşlerini de konuya dâhil ediyor.
Yaratıcı yaşam ile ilgili anıları olan Still Writing adlı eseri en yaşam dolu eserlerden birisi olan – roman yazarı, anı yazarı ve detay sanatçısı olan Dani Shapiro, anı yazmanın bir arınma eylemi olduğu yanılgısını açığa çıkararak konuya giriyor:
Okuyucular, anı yazarak şeytanlardan arınmanın gerçekleştirildiği yanılgısına sahiptirler. Anı yazmanın etkisi tam tersidir. Hikâyenizi derinlerinize gömer. Zamanda bir anı dondurarak geçmiş ve gelecek arasındaki ilişkinin arasına girer.
Oliver Sacks‘in anının işlenebilirliğine karşı uyarısını yankılayarak, şunu ekliyor:
Anıda gerçeklik fikri saçma bir fikirdir. Anı tümüyle kararsız, değişken ve hareketlidir. Anının gerçekliğini kontrol edemezsiniz.
Efsanevi çocuk kitabı editörü olan Ursula Nordstrom‘un “yaratıcı bir yazarın cezası, kargaşa üzerinden düzen yaratma isteğidir” ifadesini akıllara getirerek Shapiro şöyle yazıyor:
Anı yazmanın en büyük ödüllerinden birisi bu kargaşayı şekillendirebilecek bir yola sahip olmaktır çünkü bununla beraber, bütün parçaları yan yana koyarak onlara bakabilir ve anlam çıkarabilirsiniz. Bu, yaşamı, diğer şeylerle yankılanan bir hikâye olarak anlamak amacıyla gerçekleştirilen kontrol eylemidir. O bir günlük değildir. Kaosu alıp, ondan bir hikâye yaratıp, bundan da bir sanat yaratma girişimidir. Eğer bir yazarsanız, bundan başka yapacak ne vardır?
[…]Bir yorganı dikmek gibidir, kronolojik düzene sahip olmayan bir düzen yaratmaktır – ve bu duygusal, psikolojik bir düzendir.
Shapiro, bu duygusal ve psikolojik boyutun, yaratıcı yaşamın temeli olduğunu – ve bunun, bir sanatçının en sıradan kavramlarından bile ayrılamaz olduğunu belirtiyor. (Amanda Palmer BBC’ye yazdığı, çalışan bir sanatçı olarak anne olmayı tercih etmesiyle ilgili açık mektubunda buna değinmişti.) Shapiro, acımasız “iş/yaşam dengesi” kavramına karşı olarak, şunu gözlemliyor:
Ev hayatım ve yaratıcı yaşamım arasında git gide daha fazla çelişki ve fark olmadığını hissediyorum. İnsan bunlardan birisi olmadan yaşayamaz. Bir yanda bu hayat var ve diğer yanda da bu büyüyen yerin içerisine dalıp gitme dürtüsü var. Ayrıca bu dünya da, tıpkı etrafımdaki dünya gibi, ben içerisindeyken büyük ve kapsayıcı.
Shapiro, antolojilerin her katkıyı anı yazarlarına yapılan yoğun bir öğüt dozuyla bitirme biçimiyle bağlantılı olarak, şunu öneriyor:
Bu anıyı ele alma sebeplerinizi bilmelisiniz. Eğer sebeplerinizden birisi intikamsa, durun. Bekleyin. Nefret ile ya da aldatılma acısıyla yazmak veya sizi motive eden şey her ne ise, bu tutarsız bir hikâye üretecektir. Materyallerinize yeterince uzak kaldığınızdan emin olmalısınız, böylelikle kendinizi bir karakter olarak düşünebilirsiniz.
[…]Hikâye anlattığınızı unutmayın. Her şey doğru yerde olmayabilir… Yalnızca sizin başınıza gelmiş olması o şeyi uygun kılmaz. Dâhil edeceğiniz ve etmeyeceğiniz şeyleri dikkatle seçin.
Toprağın altındaki duygusallık nehrinde inci avlayan ve yazın üzerine mantıksız olmayan nasihatlar veren Cheryl Strayed, anıların tek potansiyel değerine, yani doğruluğa değiniyor:
Bir yazarın, cümlelerin arkasında durup da ‘Bu doğru’ dediği şeyleri okuma eyleminde büyük ölçüde bir güç vardır.
Yaratıcı egolarımızın savunmasız gayretlerini sıklıkla ardına sakladığımız hatalı boyun eğme eylemine teslim olma durumunu reddederek, Strayed kendisine canlılık veren itici gücü ele alıyor – yani her gerçek sanatçıya canlılık veren itici gücü:
Büyüklük peşindeyim. İnsanları hareketlendiren, gözlerine bakan ve yüreklerine erişen edebiyat yazmak istiyorum. En büyük endişem edebiyatın – bize insan olmanın ne demek olduğunu söyleyen – görevini yerine getirmek… İnşa ettiğim cümlelerle dünyaya güzellik ve doğruluk verme arzusuyla doluyum. Bunu gerçekten derin olarak, özünden, önemle istiyorum. İçimde, yalnızca yazınca yatıştırılabilen bir ağrı var.
[…]İtiraf etmekten bahsetmiyorum. Gereklilikten, doğru anda en derin gerçeği söylemekten ve onun emrinde olmaktan bahsediyorum.
[…]Benim çalışmalarım şaşırtıcı bir değere bağlı değil. Çalışmalarımın kendi potansiyellerine ulaşabilmeleri için, yalnızca söylenmesi gereken şeyleri söylüyorum. İtiraflarla ilgilenmiyorum. Keşif ile ilgileniyorum.
Daha önceden yaptığı “hayatınızın en doğru, en yoğun sesini dile getirdiğiniz zaman; evrensel bir ses ile konuşuyorsunuz demektir” gözlemini yansıtarak; yazarları şöyle bir tavsiyede bulunuyor:
Anılardaki en güçlü şey, orijinalliğinizi ifade etmek değildir. Kendi evrenselliğinize dokunmaktır. Bu, yazınızda orijinal olmamalısınız anlamına gelmez – bu evrensel tecrübeyi bu şekilde yazabilecek olan tek kişi sizsiniz. Buna güvenin.
[…]Güzel bir şekilde yazı yazmak zanaat ve kalp ile ilgilidir… Her şey pahasına, işinizi yapmalısınız.
Yas, arkadaşlık, insanları memnun ederken kendimizi küçültmemiz ve anlamsız dünyada bizlere anlam katan şey gibi karışık konularda sıra dışı bir saygınlık ve cömertlik ile yazan Anne Lamott, anıyı kamusal hizmetin özel bir eylemi olarak görüyor:
Anı yazıyorum çünkü ufak bir miktarda bile olsa yardım etme tutkusuna sahibim. İyileşme, gelişme, büyüme süreçleri ve kabul ettiğimiz kişi yerine doğduğumuz kişi haline dönüşme süreci hakkında yazmayı istiyorum. Bir insanın iç dünyasını tanımlamak ve bunu düşünmemek ya da söylememek için yetiştirildiğimizi söylemek, görev gibi bir şey fakat aslında hepimiz bunu hissediyoruz ve bununla savaşıyoruz. Bunun, insanlara sunmam için bana verilmiş bir ödül olduğunu hissediyorum; “sevmek ya da güvenmek istediğiniz bu şey, benim için böyledir. Hepimiz böyleyiz. Hepimiz berbatız. Hepimiz sevildik. Hepimiz kurbanmışız gibi hissettik, hepimiz daha iyi hissettik” demek için.
Bunda utanılacak bir şey yok. Arkadaş olmak istediğiniz herhangi birisinin geçmişinde yüksek miktarda yara vardır.
Kendisini “bir anı yazarından çok kişisel bir makale yazarı” olarak tanımlayan ve olduğumuz kişi haline dönüşmemiz konusunu güzel bir şekilde ele alan Meghan Daum, kişisellik ile fazla paylaşım arasındaki çizgiye önem verme sanatını inceliyor:
Bana kalırsa, kişisel ve kurgusal olmayan hikâye yazmak okuyucuya yapılan bir cömertlik eylemidir.
Bu bir davettir. Yazar, okuyucuya “benimle gel, sana bir şeyler söyleyeyim ve birlikte bir şeyler keşfedelim” ve “biraz daha yaklaş, sana birkaç sır vereceğim” der.
Bu güven içerisindeki umut, okuyucuyu kendi hisleri ya da sezgileri üzerinden etkileyecektir. Bunlardan hiçbirisinin kalbi boşaltmakla ya da hayat hikâyenizin tamamını, düzenlenmemiş bir biçimde okuyucuya sunmakla alakası yoktur. Bu kötü bir davranış ve kötü bir ev sahipliğidir. Kendiniz hakkında yazdığınız zaman – aslında, herhangi bir şeyle ilgili yazdığınız zaman – amaç, doğru miktarlarda doğru içerikleri sunabilmektir. Yiyeceğin içeriğini çöpe atmış olmuyorsunuz. Pişirdiğiniz bir yemeği servis ediyor oluyorsunuz.
Daum, yazarlara verdiği tavsiyelerinde John Steinbeck‘in kitabından bir sayfa alıyor ve bir çeşit sorumluluk reddi sunuyor:
Çoğu tavsiyeyi bir tutam tuz eşliğinde alın, benimkiler dâhil. Edebiyatta, hayatta da olduğu gibi, çoğu tavsiye alan kişiden çok veren kişi hakkında bilgi ortaya koyar. Yani, kaynağa her zaman dikkat etmelisiniz. Eğer bunlar güzel şeylerse, referanslarınızda onlara teşekkür etmeyi unutmayın.
A.M. Homes için, anı yazmak “bilgiyi ve tecrübeyi düzenleme dürtüsünden – bunları bir kaba koymak ve o kabı bir süre bir kenara koyma isteğinden” ortaya çıkar. Fakat bu kabın inşası, Pandora’nın kutusunun şiddetini gerektirebilir. Kendisinin doğumu esnasında evlatlık olarak verildikten otuz yıl sonra biyolojik ailesi ile tanışmasının şaşırtıcı anılarını konu alan The Mistress’s Daughter adlı eserini yazma tecrübesine, geçmişe dönerek şunu söylüyor:
Olduğumu düşündüğüm kişi değildim ve kim olduğumu bilmiyordum. Kimliğinizin ne kadar narin olduğunu fark etmek ilginç bir şeydi. Otuzlu yaşlarınızda olsanız bile, birkaç kitap yazmış olsanız ve kim olduğunuzu bildiğinizi düşünseniz bile; bir parça bilginin ortaya çıkması, yazınınıza eklenen bir ek ya da eksilme sizi dağıtabilir.
[…]Anıyı, en büyük kişisel değişimi yayınlamak; büyük bir yerindelik hissidir. Canlı olma, var olma hakkımın olduğunu hissediyorum. Çocukken çok dışarıda hissediyordum; bu huzursuz bir yaşam biçimiydi.
Büyük anıların paylaştığı temel özelliklerden birisi ve bizi onlara çeken cazibenin merkezcil gücü; haklılığın zanaatıdır – yazarların kendi özel tecrübeleri aracılığıyla yabancıların tecrübeleri üzerinde saygınlık ve geçerlik yaratma eylemi. Homes bu konu hakkında güzel bir açıklama yapıyor:
Kendi anımı yazmak hoş bir şey değildi, kendimi muayene eden bir doktor gibiydim: Burası acıyor mu? En çok neresi acıyor? Ah! Yine kanadı.
Düşündüğüm birçok nokta vardı, bunu gerçekten yapmak istemiyorum. Durmak istiyorum.
Devam etmemi sağlayan şey, anımın üzerine tecrübelerimi ve bir yazar olarak eğitimimi koyabilecek olmamı hissetmemdi – temel duygusal tecrübeler için uygun dili bulmak. Kitap hususunda işe yarayan şey, onun kendi evlatlık olarak verilme tecrübelerine uygun dili bulamamış olan insanlara ses vermesiydi. Onların kendi tecrübelerini değişik bir yolla keşfetmelerini ve/veya o tecrübeyle ilgili hislerinin açıkça söylenmesini ve onaylanmasını sağladı.
Anının biçimi derin kişisellikten şekillendirilmiş olsa da, içeriği yaratıcı dürtünün evrenselliği tarafından canlandırılmış – ve Holmes bunu heyecanlandırıcı bir kusursuzlukla yakalıyor:
Sanatçılık tamamen insanlarla ve psikolojimizle alakalıdır: Kim olduğumuz, nasıl davrandığımız, kendi ellerimizle neler yaptığımız. Yazı, bir anı yazısı olduğu zaman rahatsız edecek kadar kişisel bir hal alır, fakat kişisel hala kişiseldir.
Brain Pickigns by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)