I
Gece boyunca bir su aktı durdu düşünde. Bir iki kere yataktan kalktı, muslukları sıkıştırdı ama ondan değildi. Su, boyuna aktı. Odanın tavanı alçalmadı; duvarlar iki yandan baktırmadı; yatak, altından kaymadı; biri, kırmızı bir havlu tıkmadı ağzına. Tersine: soluk aldı rahatça. Nicedir alıştığı, o yüzden de bir an önce gelip gitmesini beklediği karabasanlardan nasıl uzak bir geceydi! Binlerce küçük çocuğun ayak patırtısını, evin içinde sevinçle ordan oraya koşuşturuşunu andıran su sesi kesilmedi.
Sabah kalktığında, camdan bakmak istemedi canı. Gecenin büyüsü hemen bozulacaktı. Dışarda, başkentin beylik pazar sabahı nasıl olsa. Kurşun gök, baca dumanlarını amansızca bastırır yaşayanların üstüne. Hem kahvaltı sofrası toplanacaktı daha.
Ahmet bir şeyler yemiş (peynirin bir köşesi cıvımış, reçelde ekmek kırıntıları var), arkadaşlarıyla sinemaya gitmiş.
Ev bomboştu. Reçel kavanozuyla kül tablalarına uzanırken Orhan’ın mektubu çarptı gözüne. Dün akşam gelmişti. Zarfı yırtmamış, gereken yerden özenle açmıştı. Kaç yıldır, kocasından gelen mektupları sabırsızlık edip yırtmadığını, usulca açtığını hesapladı Şermin. Evlendiklerinde Ahmet iki yaşında olduğuna göre, on beş yıllık evliydiler demek. Belki Orhan’ın yazacaklarını artık ezbere bildiğindendi. Bildiklerinin doğrulanacağından ürktüğündendi. Göz ucuyla baktı mektuba:
Sevgili Hanımcığım, (böyle başlamayı özgünlük sayar Orhan)
Salimen vasıl olduk (böyle sürdürmeyi de). Dün akşam saat dokuz sularında, denize bakan şehir lokantasında Erdal’la oturup iki kadeh attık.
Yemekler iyi burada, özellikle balıklar.
Sabah erkenden bankaya gittim çünkü otelde sular akmıyor. Çocuklar da beni bekliyorlarmış. Hepsiyle teker teker konuştum, hal hatır sordum. İyi insanlara benziyorlar, pürüz çıkacağını sanmıyorum. (Bankadaki çocukların iyi insanlar oluşu, onları denetleyen Orhan’ın değerini nasıl yükseltiyor!) Erdal, senin pilakiyi çok özlemiş Şermin. Nerde yengenin pilakisi dedi. İlk fırsatta gelecek bize.
(Şimdi işleri sıralayacaktır.)
Şermin’ciğim, benim ucuzluktan aldığım mavi gömlek var ya, hani sen yakalarını beğenmemiştin, onu Cumaya hazır eder misin? Bir iki de mendil kaynat elin değmişken. Nezleyim, çok soğuk buralar. Ha, kömür işi ne oldu? Sabri Bey’e bir telefon etseydin, ilgilenirdi. Mart falan ama kış uzun sürecek galiba.
Ev sahibi, mutfak musluğu için birini gönderdi mi yoksa sızıyor mu yine musluk? Sakın savsaklama karıcığım, on kere telefon et gerekirse. Ahmet’e de söyle derslerini boşlamasın.
(İşler bitti.)
Çok içmiyorsun değil mi Şermin? Aklım sende kalmasın diye soruyorum, yoksa gönlünce iç tabii. Cumaya görüşürüz gözlerinden öperim.
Kocan
Orhan
Not: Kupon zarfı, büfenin üstündeki kâsededir. Kesmeyi unutma. Sonra eksikleri tamamlamak daha güç oluyor.
Sevgili Orhan, diye düşündü Şermin — gözleri doldu bir tanecik sevgili Orhan! Şimdi kim bilir hangi kıyı kahvesinde, denize en yakın, en kocaman taşın üstüne çökmüş, bir balıkçıyla konuşuyorsundur. Deniz, ağır ağır akıp gider yanınızdan. Hiç telaş yoktur. Üçünüz, büyük bir uyum içindesinizdir. Yalnız rüzgâr bozar bu uyumu ara sıra. Sabah altıda kalkıp titizlikle bağladığın boyun bağın savrulur o rüzgârda; düğüm sağ omuzunun üstüne gelir. Geceden, otel odasında yıkayıp astığın beyaz naylon gömleğin yakası nemlidir daha, kırışıktır. Sen aldırmazsın. Giyimine özen gösteren bir müfettiş gibi konuşursun. Oysa ne bulursan geçirirsin üstüne bilirim; ama pantolonunun paçası darmış, modası geçmişmiş, ama küçük düğümler atmaktan ipe dönmüşmüş boyun bağın… Sandal renkleridir seni ilgilendiren, balık cinsleri, yaz tasarıları, sendikalar ve hisse senetleri.
Yaşamdan söz eden birinin tafrası yoktur senin sesinde; doğadan kopmamış birinin usul güveni vardır. Elini kolunu hiç sallamazsın. Bir taşa “ilişmen” söz konusu bile değildir; o taşın üstünde yıllardan beri oturuyorsundur sanki, yıllarca da oturacaksındır. Deniz, böyle akıp gidecektir yanıbaşından.
Çanakkale’nin hırçın suyu, Ege’nin göz kamaştıran tuzu, Karadeniz’in yüzeydeki soğuğu, diplerde sarmalayan ılıklığı… hiçbiri önemli değildir. Çünkü tek “deniz” vardır senin sözlüğünde: denizcileri besleyen doğurgan, anaç deniz, gerisi ayrıntıdır.
O günlerde bile — balıkçı amcanın sandalında okul harçlığını çıkarmaya çalıştığın günlerde yani — kuşların kışkırtıcı çığlıklarına bir kere bile kaptırmamışsındır kendini, kalıbımı basarım. Hep önüne bakmışsındır, gözünü oltandan ayırmamışsındır. (Şimdi benimle konuşurken de hep önüne bakıyorsun.) Sonra acıktığında, ananın verdiği çıkından zeytinle ekmeği çıkarıp yemişsindir. Yavaş yavaş çiğneyerek, büyük lokmalar atarak, yediğinin tadını bile düşünmeden.
Bugün, kendi deyiminle “koskoca bir banka müfettişiyken” bile, kendi sınıfından insanlarla konuşurken, o sıcak somunu bulup çıkarmanı, bir balıkçıyla arana, ikinizin de erişebileceği bir uzaklığa yerleştirebilmeni bunlara borçlusun sevgili Orhan. Çünkü yaşamana sıkı sıkıya bağlı bir sözlükten seçersin sen kullandığın sözcükleri. Beş yüz sözcük topu topu, olsun! Varsın yaşaman kadar sınırlı olsun sözcüklerin. Sen bu yüzden tutarlısın zaten, değil mi sevgili Orhan? Ankara’ya da bu yüzden uygunsun: evindesin, güvenlisin bu kentte. Bir anlasan… Bak:
II
Kışa doğru bir akşamdı. Yağmurlar kesilmemişti daha. İşten çıkma saatlerinde, on ikilerde ve beşlerde ansızın bastıran Ankara sağanağı yeni dinmişti. Islak ana caddeye taşıyordu yan sokaklar. Balıkçıların, kitapçıların, çiçekçilerin, basık terzihanelerin, depoların, berberlerin, fazla mesaiye kalmış memurlarla dolu işyerlerinin donuk ışıkları tek tek seçiliyordu caddeden. Çorap mağazalarının önünde biriken kalabalık dağılıyor, dolmuş kuyruklarına ekleniyordu usulca. Sığırcıkların sesi geliyordu.
Dolmuşa atlarken güçlük çekmişti Şermin. Kemanını bacaklarının arasına iyice sıkıştırdı. Tatile giriyorlardı o akşam. Prova dönüşü, kemanını da eve götürmek gerekmişti. Yoksa utanırdı yanında taşımaktan. Dışarda bakanlar için gülünç, özentili yine de fiyakalı bir oyuncaktı bu keman. Oysa Şermin için, kendi mutsuzluğunun elle tutulur bir simgesiydi. Bir tabuttu düpedüz. Şermin’in taşımak zorunda olduğu kendi tabutu. Ne kadar gizlese gözlerden, ne kadar geride bıraksa, bir gün kalabalığın içinde taşımak zorunda değil miydi nasılsa? Omuz verecek kaç kişi var bu tabuta? Omuz vermekten utanmayacak?
Şoför, kemana şöyle bir göz attıktan sonra yanındaki delikanlıya döndü, konuşmayı bıraktığı yerden sürdürdü. Yarın Kayseri’ye gidiyordu yedek parça aramaya, gelir miydi delikanlı? Oğlanın gırtlağından, denizi andıran kesik, hışırtılı sesler çıkıyor.
Erkekliğe yönelen bir delikanlıyı ele veren, sık sık çatlayan ses. Ahmet’le aynı yaşta olmalı. Birkaç yıldır, ansızın büyüyen ellerini kollarını nereye koyacağını kestiremiyor Ahmet. Kaşık tutarken elleri titriyor, döküveriyor şekeri üstüne. Pabuçları amma da garip yerlerden deliniyor, eskiyor hemen. İki tabak makarnaya bana mısın demiyor, yutkunuyor sık sık, gözleri dalıyor. Elleriyle ayaklarının oransızlığını örtmek için midir nedir, hep ufak çatal, ufak kaşık, ufak tornavida seçiyor. Dokunduğu her şeyi bozuyor, geçtiği her yeri dağıtıyor.
Bedeninin yıldan yıla değişen boyutlarına ayak uyduramıyor bir türlü. Geçen yılki kavanozu bu yılın elleriyle açarken kapağı kırıveriyor, sürahiyi deviriyor kolunu uzatınca.
Onu yalnız bırakmalıyım artık, diye düşündü Şermin. Taşıma suyla serpilmesin. Analık sevgisiyle üstüne abanmak, bencillik olacak bundan böyle. Yoksa ben besleneceğim ondan. Nasılsa, öz babasından çok sevdiği Orhan yanında… Arkadaşlık etme gibi özürlerle varmamalı üstüne. Bu kesin.
Şoförle konuşan delikanlı, Amasralıymış aslında. Bu sabah amcasını —şoförü— yoklamaya gelmiş Ankara’ya. Konuşulanlardan anlaşıldığına göre, Piknik’e gitmişler öğle yemeğinde. Şiş, tavuklu pilav, krem karamel yemişler. Bira içmişler.
Delikanlı, ellerini nereye koyacağını şaşırmıştır; önce amcasının davranmasını beklemiştir: çatalla mı girişecek, kaşıkla mı? İçerlerden döne döne dış bölmeye dağılan duman halkalarını gözlemiştir. Uzun paltolarının etekleri rüzgârda savrulan gazeteciler vardır Piknik’te. O saatlerde. Puro içer, pipo içer, kahkahalar atarak taşradan gelen meslektaşlarını ağırlarlar. Günlük olayları kendi bulgularıymışcasına anlatırlar. Parti başkanlarını, küçük adlarıyla anarlar. Az bahşiş bırakırlar. Bir başlarına kaldılar mı suskunlaşırlar ancak.
Bu delikanlı, o güleçliği, o abartılmış girişkenliği nasıl şaşkınlıkla izlemiştir kim bilir… Kapıdan itişe kakışa içeri dolan başkentli kadınlara uzun uzun bakmıştır. Başkentin çalışan kadınları ne kadar aykırı düşerler günışığına! Hele iktisadi bağımsızlığı sevgisizlikle, bencillikle karıştıranlar… Bin güçlükle sararttıkları saçları çabucak parlaklığını yitirir, göz altları torbalanır. Bu yaştaki bir oğlanın gözünde “biçimli”dirler yalnız. Memeleri yassıdır, boyunları pörsük, elleri damarlıdır. Öğle yemeklerini sandviçlerle, kebaplarla ayaküstü geçiştirirler. Bu sıkı perhizden biriken parayı, genç işi bluzlara, ekose eteklere yatırırlar. Özellikle kırk yaşından sonra, “Bir sosisli, bir ayran lütfen!” diyerek kasaya uzanırken büsbütün tizleşir sesleri. Hayır kurumlarında görev alırlar o zaman. Kulüplerde toplanıp akşamları, sanat üstüne konuşurlar. Genç aktörlerle şakalaşırlar. Gün ışığından kaçmaya başlarlar. Ne var ki Piknik’in girişinde arkadan vuran ışık, hemen ele verir onları.
Önde oturan iki karaltı, su deposunun orda indiler. Sesler kesildi bir süre. Yol ıssızlaştı. Gök açıldı tepede. Şermin camdan bakmayı sürdürdü. Orhan’la konuşmadılar. Onlar inerken, “Ne olacak,” diyordu delikanlı, “gelirim. Hem görmüş olurum Kayseri’yi. Parçayı birlikte ararız. İki gün daha kalırım.”
— Yürüyelim, dedi Şermin.
— Yorulmaz mısın? Kemanla falan…
— Yoo.
— Hayır, belki yemek yapmamışsındır. Ahmet de gelir nerdeyse. Geciktik.
— Senin bir işin mi vardı yoksa? Yemekten sonra çalışmak?
— Yooo.
Kopuk kopuk sözcüklerden anlatılmaz bir tedirginlik büyüdü. Öyle ki, yola bakınca, çimenlerin yağmurdan sonraki kokusunu bile duymadı Şermin; sağlıklı, budala Amerikalı çocukları gördü yalnızca. Elçilik arabaları simsiyah parladı; gözünü aldı.
Onursuz heybeler, yün çoraplar, parmaksız eldivenler, pirinç mangallar, bakır siniler, elden düşme “For Sale” çocuk arabaları, Kavaklıdere’nin iğreti, küçük dükkânlarından taşıp ucuz erkek losyonu kokan caddeye yığıldı. Bütün bu eşyaların belirgin kırmızıları birleşti, kocaman bir kırmızı oldu. İşte! dedi Şermin. Geceleri ağzıma tıkılan kırmızı havluyu bu dayanılmaz ayrıntılar dokuyor!
Bir esinti çıktı. Kavaklar bu uyarıya kulak verircesine yan yattılar. Havadaki ufacık değişmeler, doğadaki çıtırtılar, yüz katına varan bir oylumla yankılandı Şermin’in yüreğinde. Sendeledi. Bir bahçe duvarına yaslandı. Elini uzatsa, Orhan’ı yanında bulacağını biliyordu ama uzatamadı. Sustu.
— Canın sıkılıyor senin, dedi Orhan ürkekçe.
— Hastalanıyorum galiba.
Gücünün çekildiğini ayırt etti Şermin.
Bir çocukla köpeği geçti yanlarından; toprak yolda ayak izleri kaldı.
— Arkadaşın yok, dedi Orhan. Yani kimseyle görüşmüyoruz. Konuştukça açılır insan diyorum, inanmıyorsun bana.
— Kimlerle görüşelim sözgelimi? Erdal’larla mı? Öbür müfettiş arkadaşlarını sevmiyorsun ki sen. Züppe buluyorsun onları.
— Arada bir çekilir canım. Önemli olan, senin insan içine çıkman. Ne böyle: evden provaya, provadan eve, evden operaya.
— Dostlarım var ama benim. Sen tanımıyorsun.
— Eve çağırmıyorsun ki onları. Suç sende. Tanıştırsaydın.
— Sevmezdin. Daha doğrusu yadırgardın. Daha da doğrusu, belki ayrı tanısaydın severdin ama artık olmaz.
— Sanatla hiç ilgilenmezmişim gibi konuşuyorsun Şermin. Seni bilmezmişim gibi.
Anlaşılmaz bir el hareketi yaptı Şermin.
— Anlatamadım. Bak: Bin kişi için keman çalan, sırasında yüz kişiye arya söyleyen, elli kişiye bale yapan kişiler onlar. Hep birlikte bitirdik okulu. Bir şeyler yapabileceğimizi sanan yetenekli öğrencilerdik (sen o dönemde tanımıyordun beni). Oysa artık biliyoruz ki —yutkundu Şermin— ne kadar çabalarsak çabalayalım, yaptığımız işin özünde yatıyor kopukluk.
— Gerçekten anlayamıyorum dediklerini, dedi Orhan yavaşça.
Anlamadığı, yüzüne yayılan çocukça şaşkınlıktan belliydi.
— Akşamlara kadar çalışıyorsunuz; yalnız ben değil, herkes öyle diyor.
— Daha iyi söylüyorsun ya, dedi Şermin bezginlik içinde. İşimi seviyorum. Hepimiz seviyoruz işimizi, o yüzden de bırakamıyoruz. Çok geç. Gençliğimizi iki üç yıla sığdırıp hızla tükettik.
— Göreceksin, dedi Orhan halktan gelme müfettişlerin tartışmasız, kesin sesiyle, Diyarbakır turnesinden sonra her şey düzelecek. İstediğin, özlediğin kalabalık için çalacaksın orada. Ama ödün vermeyeceksin elbet. Halkı, sizi anlayacak düzeye yükseltmek gerek aslında.
— Bence, dedi Şermin —gözleri doldu yine— bence, dinleyicilerimizi de burdan götürmeli otobüslere bindirip. En iyisi bu. Onlar hiç değilse alıştılar bize. Diyarbakır’da, smokini, tuvaletleri, kabartılmış saçlarıyla Ankara’daki kadronun küçüğü çıkacak nasılsa karşımıza. Nereye gitsek, onlar çıkacak. Yani demek istiyorum ki bizim dertlerimiz ilgilendiremez seni. O kadar aziz ki sayıca, acı çekenimiz o kadar az ki, ilgilenmeye değmez zaten.
III
Şermin, çıplak ayak yürüdü, bahçe kapısını açtı. Soğuğu yüzünde duydu. Ankara’nın soğuğu gelir gelir vurur ama iliklere işlemeden, yalnızca yalazlayıp geçerek, burnu ve elleri kızartarak. Yüreğe, giysilere değmeden. Bahçenin çimenleri gece boyunca kamçılanmış o ısırıcı rüzgârla.
İşte o kış—başı akşamından bu yana, her yer kar içindeydi. Ankara, Mart ayının bu son pazar günü, kapılarına zincir vurulmuş çelikten bir iş hanı gibi soğuk ve asık yüzlü.
Oysa üç ay süresince kar, temiz beyazlığıyla ne güzel örtmüştü her yanı. Öfkeleri bastırmış, coşkuları dindirmişti. Her şey, beyaz bir dalgınlıktı üç aydır. Evler de o yüzden süpürülüyordu ya boyuna. Bulaşıklar yıkanıyor, lekeli sofra örtüleri köpüren sulara bastırılıyor, boyuna eğilinip kalkılıyor, eğilinip kalkılıyor, yerlerden iplikler toplanıyor, kırıntılar süpürülüyordu. Evini dolaşılır kılmaya çabalıyordu herkes. Kış, en büyük yardımcıydı. Başkentin güneş ışığında büsbütün bürokrat duran sarı benzini gözlerden gizlemişti hiç değilse.
Ama Nisan gelmişti işte! Şermin bir bardak konyak doldurdu. Pazar sabahının ilk konyağı bu. Önünde, yeme ve içme dilimlerine bölünmüş kocaman bir gün var.
Çok çok iki hafta sonra, Samanpazarı’nın oralarda kıştan kalma bezgin bir arabacı, atını boncuklarla süsleyecek.
Çamuru elleriyle yoğurup unutulmaz kalıplar yaratan bir çamur ustası, doğadaki yeni renklere öykünecek.
Dikmen kırı, konuksever bir yüz gibi açılacak yoksulluğu içinde: BUYURUN!
Çatılardaki son karı eritmeye çabalayan küçük sokak güneşine baktıkça gözleri dolacak kişinin. “Boşuna,” diyecek, “boşuna! Bu kent kasketini fırlatmaz havaya. Bir kerecik olsun fırlatmayacak!”
Çünkü kendiliğinden oluşmuş bir kentin doğal eğilimleri, halkının içgüdüsünü yansıtan, hemen kestirilebilen akla yakın yokuşları, çıkmaz sokakları yoktur burada. Burada her şey insan elinden çıkmıştır. İnsan zoruyla.
Evlerdeki uzun taşlıklar — hiç şaşmaz — bir muslukla son bulur mutlaka.
Eski evler bozulmuş, dağıtılmış, çok odalı lokantalar haline getirilip boğazına düşkün parti delegelerinin buyruğuna sunulmuştur. Ellerinde kaşık, tabaklarının altında garsonun sokuşturduğu peçete, çorbanın getirilmesini beklerler. Gözler saattedir.
Eskiden kalma tek tük ağaçlı yollar da, başlarına ve sonlarına taksi durakları konularak cezalandırılmışlardır başıboşluklarından ötürü.
Çünkü başkent burası. Burada her şeyi devlet kararlaştırır. İçlerine bir çığlık gibi tıkılı kalanlara yer yoktur burada!
Burası, yavaş yavaş, bin türlü güçlüğe göğüs gererek yetişenlerin, sonra da bu güçlüklerle bir daha karşılaşmamak için ellerinden her geleni yapacakların yurdudur.
Senin yerindir sevgili Orhan.
Şermin, bahçedeki sepetten birikmiş gazeteleri aldı, içeri taşıdı, sedirin üstüne yaydı. Radyoyu açtı sonra. İkinci konyağı tepeleme doldurdu. Açık bıraktığı kapıdan, rüzgâr hohladı yüzüne doğru. Ağzındaki konyak kokusu odaya yayıldı. Coşkunca içtiği bir gecenin ertesi günü birayla başlardı genellikle: kuşluk vaktine titrek gölgeler çizilirdi.
Derken iki duble konyak: gün yavaştan ısınırdı. Kış ortasında bile. Daha önce gözden kaçan, kendilerini yeterince belirleyemeyen ayrıntılar, ansızın keskinleşir konyakla, hızla büyümeye başlar, çarpık boyutlara varırlar. Kendini bıraktın mı, güne söz geçirir konyak. Rakı gibi ağırlaşıp dilin ucuna yerleşmez kolay kolay. Votka gibi ense kaslarını aşağı çekmez. Sezgileri biler yalnızca:
Bak, kemanlar nasıl genişliyor, nasıl dönüp dönüp yağıyorlar bir duygu sağanağıyla. Duyuyor. Akdeniz şarkılarına özgü bir bolluk bu: bir dayanışma. Bir denizi paylaşma. Oysa bir konçertoda keman, tek başına ne kadar dayatsa kâr sayılır. Sonda olmadık gösterilere girişmesi, boğuluşunu vurgulamak içindir.
Şermin kalktı, konyak şişesini bırakırken büfedeki kâseyi gördü. Orhan’ın özenli yazısıyla üstüne “Kuponlar” yazdığı zarf, oradaydı. Aldı zarfı, sedire fırlattı. Gazeteleri açtı. Oturdu, baktı:
“Ne güzel boyuyorlar kuponlardaki evleri. Pes! Sanki dünya yeni yaratılmış. Deniz, uzaktan belli belirsiz görünüyor. Gökyüzünün mavisi bile yepyeni, el değmedik.
Orhan’ın keman çalan aydın bir karısının yanı sıra bir de böyle bir evi olsa, yazısına özen göstermek zorunda kalmazdı. Gazete sayısını azaltırdı. Çocuk istemezdi. Boşuna biriktirmiyor bu kuponları!
Her kuponun bir eve, her yeni evin yeni bir kupona, kuponlara dönüşeceğini bilmesine karşın hırsla biriktiriyor. Demek yitirebileceği şeyler çoğaldı artık. Yitirebileceği kadar çok şeyi var. Tehlikede. Bu güvenli yaşamanın bozulmaması için de her aykırılığı göze alabilir.”
Birden, Şermin’in hızla akan düşünceleri kesintiye uğradı. Kuponlardan birinin yanındaki yazı gözüne çarptı.
YU PAPATYALAR… BOYU PAPATYALAR…
Gazeteyi katlandığı yerden açtı: DİZBOYU PAPATYALAR, diye okudu. Bir uçak şirketinin ya da yazlık bir otelin reklamı olsa gerek.
“…geçirmek istiyorsanız, sizi DİZBOYU PAPATYALAR…” Başı—sonu yırtılmıştı yazının.
Şermin kendini anlamaya zorladı:
Böyle anlarda hep olur. Yerinde kullanılan bir sözcük, rasgele yükselen bir şarkı, nasıl kavratır yaşamayı! Ne diyor radyodaki ses: Teamo Te. Ne demek olabilir Teamo Te? “Seni seviyorum, seni, seni, seni,” gibi bir şey. Hiç usanmadan, hep yineleyerek.
Dili bilmesek bile anlıyoruz, çünkü Akdeniz’in ortak dili bu. “Dizboyu Papatyalar,” anlamına da gelebilir, “Daha yığınla çocuk var doğurulacak, yığınla çocuk bezi, don, erkek çorabı var yıkanacak,” anlamına da. “Seni seviyorum, hadi hoşça kal, bir gün o kıyı kahvesinde yanına çöküp dostça iki kadeh içebilme isteğim baskın geliyor,” anlamına da…
IV
Şermin kalktı, askıdan paltosunu aldı, giydi, yürüdü; kapıyı açtı, ardından çekti.
O zaman, uzun süren bir bayram şenliğinden sonra iğreti ışıkları söndürülmüş, renkli ampulleri zafer taklarından sökülüp alınmış, yayalarının her günkü bildik adımlarına dönmüş bir anayolun duyabileceklerini duydu.
Şubat 1973
s.45—55
Tomris Uyar
Dizboyu Papatyalar
YKY, 2004