Pek çok şey, hatta belki insanlığımız bile, türümüzdeki ruh dediğimiz kaliteyi sezmemize ve kabul etmemize bağlıdır.
“Yaşayıp da (ki bu bile yeterince zahmetlidir) ruhunu kurtarmamak ne kadar aptalca bir şeydir.” diye yazdı Willa Cather hayatını yazarlık yoluna çevirirken. Ama ruh nedir ki, gerçekte ve onu kurtarmaktan bahsetmeye cüret edebilir miyiz? Geçtiğimiz yüzyıl boyunca, ruh kavramını dini çağrışımlardan kurtarmak ve dünyevi bağlamlarda kullanılabilen insani bir konsept olarak geri kazanmak için gösterilen çabaların tek sonucu, bu kavramı hem nefret hem çekiciliğe sahip kutuplaştırıcı bir terime çevirmek olmuştur. Sorgu aletlerimizi bilinç ve özün daimi bulmacalarını çözmeye ne kadar adarsak, ruhun bilgi ve kesinliğe olan açlığımızı yeni gizemlerle beslemesinden o kadar endişe duyarız.
Virginia Woolf bu paradoksu kusursuzca yakalayarak demiştir: “Ruh hakkında direk bir şey yazılamaz. Ona baktığında kaybolur.” Fakat bakmaya devam ediyoruz, en keskin duyularımızı ona çevirip, yerini saptamayı ve doğasını incelemeyi umuyoruz. Başarısız olup, sendeleyip, yeniden deniyoruz. Gücümüz ve sınırlarımız ebedi bir tango halinde.
Bu garip ve derinlemesine insanca dansı kimse Pulitzer ödüllü yazar Marilynne Robinson‘ın The Givenness of Things: Essays (Nesnelerin Bilinirliği: Denemeler) eserinde yaptığından daha anlayışla ve daha güzelce incelememiştir.
“Hümanizm” başlıklı giriş denemesinde Robinson, zamanımızın “neşesiz aciliyetinin” beşeri bilimleri bir kenara atarak ruhu insanlıktan çıkarmasından yakınır. Mantığa aykırı bir çareye işaret eder:
Kasvetimizin panzehiri modern bilimde bulunmaktadır. Bu, beşeri bilimleri savunmak için beklenmedik bir bakış açısı gibi görünebilir ve modern sanat, edebiyat, müzik veya felsefeyi hafife almak istemiyorum. Ama bir dönemin dehasını bu dönem geçmeden önce fark etmek zordur. Milton, Bach, Mozart hayatları sona ermeden önce başlayan uzun süreler boyunca gölgede kalmıştırlar. Siyasetimiz, tarihin ışında bakılırsa, devlet idaresinde zaferlerle dolu görünebilir, bize ne kadar uzak kalsa da. Öte yandan, bilim, güvenilir başarı ve kavrayışları, her ne kadar geçici olsa da, şimdiki zamandan ileri ortaya koyabilir.
Ama Robinson uyarır ki bilim, dini inançların da mağdur olduğu her şeyi bilme yanılgısına karşı kolay bir hedeftir. Henry Beston’ın bilimin sınırları hakkındaki seçkin derin düşüncelerinden yarım asır sonra, bilgiye karşı olan açgözlülüğümüzün bizi bilinmezliğin birçok boyutuna kör ettiği alanlardan özellikle öne çıkan birine seslenir:
Nöroloji, başlıca kaynağı olarak, canlı beynindeki işlemleri görüntüye dökebilme teknolojisine sahiptir. Korku belli bir bölgeyi parlatır, bu nedenle korku öz dengeyi sağlamak amacıyla gelişmiş olan o bölgenin bir fonksiyonudur. Organizmayı savaşmaya ya da kaçmaya hazırlar. İyi ve hoş. Ama korku nadiren sebepsizdir. İnsanlar örümceklerden, dişçiden, kıyamet gününden, mikroplardan, topluluk önünde konuşmaktan, on üç sayısından, uzaylılardan, matematikten, kapüşonlu kıyafetlerden korkabilirler. Tüm bu korkular içinde bulunulan durumdan, beynin geçmişi ve şimdiki sağlık durumundan doğarlar. Tehdidi tespit eder, çevreyi oldukça bireysel koşullarla yorumlarlar. Alarmı çalan tehdit değil, beynin teknolojik incelemeyle parlamayan kısımlarının ürünleridir. Eğer bunlar hesaba katılmazsa, en ufak bir heyecan belirtisinin tanımlayıcı veya öngörücü bir değeri olmaz. Korkan bir insan hap alabilir, bayılabilir veya kargaşaya sebep olabilir. Korkunun doğası ve sebep olduğu dürtülerin görselleştirilmek için okunabilir veya genelleştirilebilir olduğunu varsaymak için karmaşıklığını -bireyselliği tüm gizemleriyle beraber tanıtan faktörü- dışlamak gerekir.
Bu tamamen, bilim adamlarının, gerçekliğin kendi metotlarıyla açıklayabildikleri kadarını gerçek kabul etmelerinin bir örneğidir. Bu metotlar, teknolojiyle olduğu kadar kelime haznesiyle de ilgilidir, ki bu iki kavram birbiriyle ilişkilidir ve birbirini destekler.
[…]İnceleme altındayken, somut da isim verilebilen her şey kadar anlaşılmazdır. Bildiğimiz anlamıyla somut, karanlık maddeye, karşıt maddeye ve dolaylı olarak bunların ve bizim şimdiki anlayış kabiliyetimizin ötesine uzanır.
Aramızdaki, Bertrand Russell’ın tarafını tutan, (ve insan ruhuna inansa da) sonsuz ruh inancını, kendi geçiciliğimize olan nefretimizin getirdiği hayalperestçe bir yanılsama olarak gören agnostik hümanistler için, Robinson’ın ruhu, gerçekliği anlamak için işe yarar bir konsept olarak savunması özellikle ilgi çekici:
Buradaki asıl sav, (nörolojinin bilimler arasında göze çarpan noktası hipotez ve hatta teoriyi es geçip doğrudan sav yapılabilmesidir) ruhun var olmadığıdır. Ruhun soyut, bu sebeple ölümsüz, bu sebeple kutsal olduğu iddia edilir. Özdür, ancak özden ayrıdır. Aldığı yaralar ahlaki türdendir, bir ve ayrı olduğu öz yalan söylediğinde, çaldığında, öldürdüğünde yaralanır. Ancak özü yaralayan veya öldüren kazalardan hasar almaz. Açıkça bu sezgi -“inanç” kelimesinin ilettiği herhangi bir şeyden daha zengin ve derin bir anlamı vardır- ruhun somutluğunu kanıtlamakla yok edilemez. Aynı şekilde, soyuti olması var olmadığını kanıtlamaz.
Ruhu değerli bir kavram olarak görüyorum. İnsan hayatının itibarının ve insan eylem ve tecrübesinin anlatılamaz ağırlığının bir ifadesidir ruh.
Soyutu somutlaştırmaya çalışmakla, der Robinson, nöroloji ön yargıdan bağımsız olduğu iddiasında bulunur. Gerçekte ise, Sorgu ve algı araçları ulaşılan sonucu büyük ölçüde biçimlendirir. (Krista Tippett’in de dediği gibi, “sorularımızı sorma şeklimiz ulaştığımız cevapları etkiler.)
Robinson der ki:
Varlıkların doğasını bilmemizin bizi herhangi bir konuda kesin yargılarda bulunmaya ehil yaptığı konusundaki kuşkusuzluk ve ısrardan daha saf bir insanmerkezcilik olamaz…
Bu çeşit bir eleştiri genelde dine karşı olur. Ben sözbilimsel bir tae kwon do uğraşısında değilim, saldırıyı saldırgana çevirmeye çalışmıyorum. Benim anlatmaya çalıştığım şey nörolojinin, en azından yaygın şekliyle, kanıtlarının çıkarımlarının çok ötesine ulaşmaya çalıştığı ve taraflı olduğudur.
Bunu zihnin ve dehanın daha hümanistik görüşleriyle karşılaştırır:
Eğer Shakespeare MR çektirseydi olağan dışı bir dehaya yönelik bir kanıt görüleceğini düşünmemiz için hiçbir sebep yok. Hem parlak zekalı hem de eşsiz olduğuna dair birçok kanıt bıraktı, ama konuyla alakasız olmasına rağmen rönesans dramı başlığı altında kalmıştı. Belki de zihin beşeri bilimlerin merkezine sıkıca oturtulduğu için. Nörolojik bakış açısından bakılınca, bu sadece soruyu belirsizleştirir. Sonuçta, bizdeki bu yüksek benlik duygusu nereden geldi? Yapmış olduklarımızdan ve yapmaya devam ettiklerimizden. Ve bu farkındalık nerede korunuyor ve arttırılıyor? Sanatta ve beşeri bilimlerde. Mozart’ı benden daha iyi bilen, seven ve müziğini moral verici bulan birçok nöroloğun olduğuna eminim. Bu tutarsızlığı açıklamak onlara kalmış.
Hannah Arendt’in cevaplanamaz sorular sormanın insanı insan yaptığına dair unutulmaz ifadesini yankılayan Robinson ekler:
Bilim hiçbir zaman birden çok evren olduğu fikrini onaylayamayabilir veya reddedemeyebilir veya zaman ve yer çekiminin tatmin edici bir tanımına ulaşabilir. Bilgiyi, onla karşılaştığımız şekilde öğreniyoruz. Karşılaşmalarımız, yöntemlerimiz ve varsayımlarımızı belirleyen duyularımız, tekniklerimiz, sezgilerimizdir. Bu noktaya ulaşmak bilimin bir hatası değil, muhteşem bir başarıdır.
Bunu söylemişken, biraz durup düşünmenin zamanı gelmiş olabilir. Her şeyin temelde bilinebilir ve anlaşılabilir olduğu inancına tutunmak, her insan eşyasının veya binasının metrelerle ölçüldüğünü varsaymaya benzer. Evrenin yapısının veya bizim evrimimizin sonucunun, gerçekliğe yöneltilen her sorunun cevaplanması yönünde olduğu düşüncesi, evrenin bizim varlığımızın mümkün olması için tasarlandığı düşüncesi kadar insanmerkezcildir.
[…]Beynin çözülebilir olduğunu iddia etme dürtüsü bahsettiğim sebeplerden dolayı bu karışıklık ve düzene ve bu sonsuz küçüklükteki ayrıntıların arkasındaki nedenlere dair daha derin bir anlayışa sahip olana kadar reddedilmelidir. Beyin kesinlikle şekli ve durumunun açığa çıkarabileceğinden daha derinlemesine özgündür.
“Tecrübe” adlı başka bir denemesinde Robinson ruhun bir gerçekliği hissetme mekanizması olarak yararlılığı konusuna tekrar değinir:
“Ruh” kavramı benlik tecrübesinin zenginliği ve çeşitliliğini kabullenmemize izin verir.
Sy Montgomery’nin ahtapotun bilincine olan büyüleyici sorgusunu akla getiren bir hassaslıkla Robinson gerçekliğe dair insan merkezcil tanımlarımızı göz önünde tutar:
[Denizyıldızlarının] gözlerinin olmadığı sanılıyordu. Sonra, tamamen gözlerden oluştukları, vücutlarının görsel alıcılarla kaplı olduğu keşfedildi ve o basit görünümlü yaratık bir şekilde bir duyuya sahip olduğu kabul edildi. Ruhuna dair daha dikkate alınmış bir bakış açısı, fiziksel mevkiine dair bu gizemlere bir son verecektir. […]Bizim somut gerçeklik olarak tecrübe ettiğimiz şey, somut bir gerçeklik için derinlemesine alışılmamış bir şeydir. Burada temel unsur insan tecrübesidir. Evrenin, o büyük enerji fırtınasının bir parçası olduğumuzu bilebiliriz. Ayaklarımızın tabanlarından, en kötü fikrimize kadar, Beethoven’ın bir sonatından Yankee Stadium’una kadar, hiçbir şeyin yerine başka bir şey konulamaz…
Bir fırtına dedim, ama evrenin dokusunda derin bir düzen ve tahmin edilebilirlik vardır. Atomların (ne olursa olsun) belli özellikleri ve düzenleri tanımlanabilir. Kural ve kuvvet dediğimiz başka sabitler de vardır. Ben Henry James’in bakış açısını kabul ediyorum, yani bir şey hakkında edindiğimiz bilgi o şeyle karşılaşma şeklimize bağlıdır, ve bu sebeple asla bilgimizin tam olduğunu varsaymamalıyız. Eğer bu prensip ulaşamayacağımız kadar küçük ölçeklerde geçerliyse, kesinlikle bize tanıdık olan gerçeklik için de geçerlidir.
Bu sınırların ve bilgimizin fıtri eksikliğinin kabullenilmesi ruhumuzun bilinmeyen ve bilinemez varlık dokusu için bir sığınak olduğu fikrini getirir der Robinson:
Pek çok şey, hatta belki insanlığımız bile, türümüzdeki ruh dediğimiz kaliteyi sezmemize ve kabul etmemize bağlıdır.
The Givenness of Things toplam 17 denemesiyle, korkudan hafızaya ve nezakete kadar her şeye değinen olağanüstü bir kitap.
Maria Popova
Çeviren: tabutmag