SON zamanlarda yaşanan olaylar, sahip-köle temeli üzerine kurulmak istenen küreselleşme girişimlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekliliğini açıkça göz önüne serdiği halde, dünya patronları ikiyüzlü stratejilerini daha da pekiştirme yönündeki tavırlarını inatla sürdürmeye kararlı görünüyorlar, Stalin’e atfedilen “Bir insanın ölümü trajedidir, sayı beş bin olunca istatistik” sözünü hatırlatırcasına. Belirli bir yönde hızını artırarak yol alan her şeyin eninde sonunda bir yerlere çarpıp dağılması kaçınılmaz oluyor, bütünün, belirlenmiş yönün dışındaki bölümüne körleşmiş olma sonucu. Dünyanın geleceği üzerine çıkarcı projeler geliştirmekte olan ego-ulusların bu düşlerini müdahalelerle gerçekleştirme girişimlerinin uzun vadede ters tepeceğine inanıyorum. Eğer bugün huzursuz bir dünyada yaşıyorsak bunun, egemen konumda olan güçlerin evrenin doğasına aykırı bir yol seçmekle kalmayıp, dünyanın geri kalanını da beraberlerinde sürüklemeye çalışmalarından kaynaklandığını düşünüyorum.
Kendiliğinden akan süreçler arada bir engellerle karşılaşsalar da zamanla kendilerine yeni mecralar bularak akışkanlıklarını sürdürebiliyorlar. Dış müdahaleler zaman zaman kesintiye uğratsa da onları ancak doğal nedenler sonlandırabiliyor, kendi kendilerini yok etmiyorlar. Dünyayı bize gösterildiği şekilde algılamaya şartlandırıldığımızdan, dünyanın bir bölümünün gemi azıya almış gidişini uygarlığın tekamülü olarak değerlendiriyor, bir gün dünyada ilahi adaletin gerçekleşeceğine olan inancımızı hâlâ sürdürüyoruz, bunun nasıl olabileceği hakkında inandırıcı bir fikrimiz olmadığı halde. Bir olguyu dengeleyebilecek bir karşıt olgu olmadığında, o olgunun kendisi kendi karşıt olgusuna dönüşür, kendisini yiyip tüketerek. Ancak dünya dinamizminin bir süredir, şu aşamada ortaya çıkış şekli insani değerlere uymasa da Batı’dan Doğu’ya, hatta Kuzey’den Güney’e kaymaya başlamış olması, yakın olmasa da gelecekte yeni dengeler kurulabileceğinin umudunu da beraberinde getiriyor. Aksini düşünmek ise gerçekten ürkütücü.
Uzmanlık alanı ruh sağlığı olan birinin az önceki görüşleri dile getirmesi yadırganabilir. Ancak çoğumuzun ayrıntıyı bütün olarak görmeye şartlandırılmış olması nedeniyle, zaman zaman yaşamakta olduğumuz bireysel ve toplumsal trajedileri, neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde birtakım “belirleyici”lerle açıklamaya çalışmamızın bizi bir yerlere götürebileceğine inanmıyorum. Bu satırları yazdığım günlerde yetişme çağındaki gençlerle ilgili bazı trajik sorunları anlama çabalarının “dar alanda kısa paylaşmalardan öteye gidemediği izlenimini edindim. “Yerel nedenler” diye bir şey olmayacağına inanan biri olarak, bütünü anlamaya çalışmadan görünür ayrıntıları gereğince kavramamızın mümkün olamayacağını düşünüyorum.
Aynı şekilde, ülkemizin kendine seçtiği amaçlar da bana tek boyutlu görünüyor. “Yukardakiler” kategorisine aday olup bir kez kendimizi oraya attığımızda “ebedi saadet”e ulaşacağımıza kendimizi şartlandırdık, yanlış ata oynayıp oynamadığımızı yeterince irdelemeksizin. Yani, yine tek belirleyici takıntısı. Zengin bir birikimimiz var, ama bunu görmezden gelip, alıntılarla, dolayısıyla kendimize uygun olup olmadığını düşünmeden benimsemeye çalıştığımız modellerle yaşayıvermeye çalışıyoruz. Yeniyi eskinin üzerine inşa edeceğimiz yerde, eskiyi bir kenara atıp yeniyi benimseyiveriyoruz, yeninin altını boş bırakarak. Hırs, saldırgan unsurları barındırır; tutku, hayat sevincini de içeren yaratıcılığı.
Yetişme çağındaki gençler, içine doğdukları dünyada tutkuyu değil, hırsı, yani taşınması ağır bir yükü tanıyorlar. Kimi boyun eğiyor, kimi isyan ediyor, uyuşturucudan intihara kadar ulaşan kendine dönük yıkıcı davranışlarla. Üstelik, dibe doğru yol alırken başkalarını da dibe çekmeye çalışarak. Zengin bir birikimin mutfağını bir kenara itip fast-food’a yöneldik, hayat kolaylaştı. Bazı ülkeler bir süredir bu kolaylığın bedelini ödemekteler, kilo ve sağlık sorunlarıyla. Hayatı indirgeyerek ucuza çıkarmanın bedeli de ağır, depresyonun kaçınılmazlığı, bazen de yabancılaşmanın çıkmaz sokağıyla. “Ben ve ve hayatım diye bir şey yok, ben hayatın merkezindeyim” duygusuyla belirlenen “aydınlanma” olgusunu, Batı etkisindeki kültürlerde ancak pek az sayıda insan ölümcül bir hastalığın son aşamasında yaşayabiliyor. Oysa Doğu’ya yabancı olmayan bir olgu bu.
Daha önce de aktardığım gibi, atom-altı düzeyde madde belirli yerlerde kesin bir biçimde varolmaz, varolma eğilimi gösterir. Atomik olaylar da belirli zamanlarda ve belirli şekillerde kesin bir biçimde oluşmaz, oluşma eğilimi gösterirler. Dolayısıyla, atom-altı parçacıkların kendi başlarına hiçbir anlamı yoktur. Bir başka deyişle, aslolan şeyler değil, şeyler arasındaki bağlantılardır ve bu bağlantılar ağı sürüp gider. Çağdaş fiziğin bize sunduğu bu bilgiler evrenin de tek bir bütün olduğunu anlatıyor. Beyin, kendisine ulaşan uyaranları kendince bir düzene sokarak bize bir dünyada yaşadığımız duygusunu yaşatır. Ancak kendisini sürekli olarak yaratmakta olan beyin, “kendince” düzenini dış dünyadan gelen şartlandırılmalarımız doğrultusunda sürdürmek zorunda. Evrenin doğasına uymayan şartlandırılmalarımızın, Jung’un da sözünü ettiği zihin bölünmesine neden olarak. Bilinç ve bilinçdışı denen ikili olmasaydı, içgüdüsel korkularımız tabii ki olurdu, ama üretilmiş kaygılar yaşanır mıydı bilemiyorum. Hindular hayatın bir yanılsama olduğuna inanıyorlar. Kuantum fiziğinin bize öğrettiklerine göre bu inancın pek de temelsiz olmadığı düşünülebilirse de belirli yönde şartlandırılmış beyinlerimiz bunu kabul etmekte zorlanacaktır. Örneğin benim zihnime göre, içinde bulunduğum anda yaşadıklarım benim bana göre gerçekliğim; geçmiş için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, çünkü o benim şimdimdeki geçmişim.
Çocukluk günlerimden beri kurduğum bir düşü iki yıl önce Çin’e giderek gerçekleştirdim. Beijing hava limanından otele giderken çok geniş caddelerin buluştuğu meydan büyüklüğünde kavşaklardan geçilirken şaşkın, hatta biraz da tedirgin olduğumu hatırlıyorum. Arabalar, otobüsler, kamyonlar, motosikletler ve sayısız bisiklet her yönden gelip birbirlerinin yanından sıyrılıp geçiveriyorlardı. Bir süre sonra kaygı yaşayanın sadece kendim olduğunu fark ettim, onlar değil. Sürücüler kaygı yaşıyor olsalardı, düzensizliğin düzeninin böylece akıp gidebileceğini sanmıyorum. Beijing’de gözlemlediklerim bana, şimdi yaşadığım şehrin eski günlerini hatırlattı. Trafik ışıklarının olmadığı, sürücülerin sezgileri aracılığıyla kendince bir düzen izledikleri, anlık bir göz temasının önceliğin kime ait olduğunu kendiliğinden belirleyiverdiği zamanları. O yıllarda bir Fransız gazeteci buradaki trafikle ilgili gözlemlerini anlatırken “Herkes birbirinin ne yapacağını tahmin ederek araba kullanıyor ve kaza olmuyor,” diye yazarak hayretini dile getirmişti. Ardından başkentteki yıllarımı hatırladım. Uygar ülkelerin temsilcilerinden bazılarının şehre geldikten bir süre sonra, kendi ülkelerinde yapamayacakları şekilde nasıl tehlikeli araba kullanmaya başladıklarını. Bu durum bir ara benim de doğrudan tanık olduğum küçük bir skandala bile neden olmuştu, yabancı elçiliklerle bakanlığımız arasında. Beijing’deki ikinci günümde o kaotik kavşaklardan tekrar geçmeyi beklediğimi fark ettim. Düzensizliğin düzeni beni de kendine çekmiş olmalı, olağanüstü bir hareket yumağı. Çin’i tanıyan bir Avrupalı tanıdığıma bu deneyimimden söz ettiğimde gözlemime katıldığını ifade etti ve bu olguyu Taoizm’le açıkladı. Çin’de, sıcaklık da vardı, sertlik ve hırçınlık da, hatta bağrış çağrış tartışma, ama orada bulunduğum sınırlı süre içinde galiba pek anksiyete kokusu almadım ya da bana öyle geldi.
Bir kez daha Zohar’ın bilinç ve bilinçdışı dünyalarımızla ilgili söylediklerine dönmek istiyorum: “Çoğumuz, içimizdeki birden fazla benliğin varlığını, ana bilinçten kopmuş farkındalık kümeleri halinde geçici olarak yaşayabiliriz. Çocukluk travmalarının kümeleri, yaşamakta olduğumuz herhangi bir duruma egemen olacak kadar güçlü bir biçimde ortaya çıkabilir. Ya da bazen bu anılar bizi geçmişe hapsedebilir. Uzlaşmacı yanımız çevreye uyumlu davranışlar sergilememize neden olurken, başkaldırım yanımız daha marjinal bir çizgi izler. Bir yanımız üretken ve çalışkan iken bazen de tembel yanımız bize egemen olur. Bazen davranışlarımız sağduyulu düşünceyi izlerken, zaman zaman duygusallığımızın tutsağı olabiliriz. Bu İkililerin herhangi bir zaman ve mekânda beklenmedik bir şekilde karşılaşması can sıkıcı durumlar yaşamamıza neden olur. Psikoterapistler, benliğin yeterli Bose-Einstein yoğunluğu olmayan alt-benlik parçacıklarıyla ilişkiye geçip, bunların ana bilinç akımına çıkmalarını sağlamakla yükümlüdürler. Ancak bunu yaparken, benliğin kendi içinde tek bir şey olmadığını göz önünde bulundurmaları gerekir.“
Jung’un dediği gibi, zihinsel bölünmenin Batı dünyasında Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla oluştuğu kabul edilirse, bunun tektanrılı olan bizleri de aynı potaya koyup koymadığı sorusunun cevabı beni tabii ki aşar. İnsanlık tarihini bir süreç olarak görme eğiliminde olduğumdan, tektanrılılığı bu sürecin bir kısım insan için diğerlerinden farklı bir mecraya yönelmiş olması şeklinde görme eğilimindeyim. Zaten burada tartışmaya açtığım konu, bilinç-bilinçdışı şeklindeki ikilinin nedenleri değil, varlığı ve bunun bizim yaşayışımıza etkileri. Bu olgunun tektanrılılıkla bir ilişkisi varsa bile bu artık zaten yazgımız olduğundan, aslolan, bu durumla nasıl baş edebileceğimiz sorusuna cevap aramak. Pasifik’te, Orta ve Güney Amerika’da, Afrika’da Hıristiyanlığı kabul etmiş oldukları halde ondan önceki inançlarının ve ayinlerinin bir kısmını hâlâ sürdüren topluluklarda zihinsel bölünmenin yaşanıp yaşanmadığını bilmiyorum. Bu bakımdan ülkemizin de ilginç bir alan olduğunu düşünüyorum. Arap kültürel etkisine rağmen Asyalı inanç sistemleriyle İslam’ın bireşiminden oluşan bir inanç tarzını sürdürmekte olan kesimin, günümüz dünyasının baskılarına rağmen felsefesini ve döngüsel zamanını nasıl sürdürebildiğini bilmiyorum. Aynı şeyi tasavvufla ilgili olarak da düşünüyorum, gerçi kendini bu yola verdiğine inanmış insanların arasında tasavvufla bağdaştıramadığım söylemleri olan kişilerle karşılaştığım oldu. Tasavvufun ve benzeri varoluş tarzlarının “kurtuluş”u amaçlayan yol olarak görülmesini kabul edemediğimden. Bence, bazı insanlar o yöne doğru “kendiliğinden” hareket edebilir ya da edemez. Zihinsel bölünmenin etkilerinden özgürleşmek umuduyla sufizme yönelen Hıristiyanlar arasında da günümüzün hippileri diyebileceğim tarzda insanlarla karşılaştım. Oysa, bilgilerime göre, sufizm bir varoluş biçimidir, bir alt-kültür değil. Zaman zaman her şeyin birbirine karıştırıldığı bir dünyada, bu ayrıksı örneklerin istisnalar olduğuna inanmayı tercih etme eğilimindeyim. Çünkü bazı dünyaların gerçek örnekleriyle yeterince ve doğrudan bir ilişkim olmadı.
Geçmişte, klasik psikanaliz sürecini tamamlamış insanlara, bilinçdışı dünyasıyla tanışabilmiş, bilinç ve ve bilinçdışı dünyaları bütünleşmiş varlıklar olarak bakılırdı. Bu konuda en başından beri ikna olamamış olduğumu söyleyebilirim, bilgimle değil, sezgimle. Yurt dışında eğitimimi gördüğüm yıllarda bu seçkin varlıkların bazılarıyla karşılaştım, onları çocuksu bir merakla izleyerek. Çoğu, hayatı yaşamaktan çok tartışan, davranışları tanımlama ve yorumlama eğiliminde olan insanlardı. Tabii bu izlenimimi, daha sonraki yıllarda tanımlayabildim. Klasik psikanaliz uygulamalarının, kendi döneminde, pek çok insanın kendine yabancı yönleriyle tanışmasını sağlamış olduğuna inanıyorum. Ancak, özellikle eğitimimi gördüğüm yıllar klasik psikanalizin, temelinden saptırılmış ve sulandırılmış olduğu bir dönemdi. Sonraki yıllarda bu durumun bir ölçüde toparlandığını sanıyorum. Psikanalitik temelli psikoterapötik süreçler de insanların bilinç düzeyinde yaşamadıkları ve kendilerine örtülü kalmış iç dünya bölümleriyle tanışmalarını amaçlar. Ancak bence, terapistle terapiye gelen arasında füzyon tarzında oluşan bütünlük yaşanmadan bu amacın gerçekleştirilmesi mümkün olmayabilir. Çünkü psikoterapötik süreçler, insanın yalnız kendisiyle değil, dolaylı olarak da olsa, evrenle olan ilişkisini içerme durumundadır.
Son zamanlarda “hayatı ciddiye almak” ya da “almamak” tarzı ifadelerle sık karşılaşır oldum, ne denmek istendiğini pek kavrayamadan. Çünkü böyle bir ifade, daha önce de sözünü ettiğim, ben ve hayatım ikilisinden oluşan bir bakış açısı üzerinde şekilleniyor gibi. Bu satırları yazdığım akşamın öğle sonrasında, “Kendime yeni bir hayat lazım, kendime yeni bir neden lazım” sözleriyle başlayan bir şarkı duydum. Sözlerin kalanını hatırlayamıyorum, ama hayata hayli beklenti yüklüyor gibiydi. Ben ve hayatım ya da ben ve şeyim tarzı bölünme sürdürüldükçe, diğer insanlara ve aslında bir parçası olduğumuz halde dışımızda oluştuğu sanısında olduğumuz olaylara beklenti yüklemek kaçınılmaz oluyor. Dolayısıyla, şarkı sözündeki “lazım”ları kimin tedarik etmesi gerektiğini anlayamadım. Atom-altı parçacıklar gibi bizlerin de soyutlanmış bireyler olarak bir varlığımız olamaz, ancak aramızdaki bağların içinde var olabilir, fark edilebilir, kendimizi fark edebiliriz. Doğayla olan bağımızı çoğumuz yitirmiş olduğundan, geriye sadece birbirimizle olan bağlar kalıyor ve bu zor bir durum, çünkü doğadan kopmuşluğun yalnızlığını karşılamaya yetmiyor. Üstelik doğaya karşı saygılı davranmamış insanın, birbirinin varlığına nasıl saygılı olabileceğini anlamak da kolay değil; nice uygarlıkların yok edilmiş ya da sırf kendinden farklı olduğu için aşağılanmış olduğu düşünüldüğünde. İnsanlık olarak gelinen aşamada, yalnızlığımızı birbirimizle giderme ihtiyacımız, aramızda bağ oluşturmak ve o bağa bir şeyler katmak yerine, birbirimize
her zamankinden daha çok benmerkezci beklentiler yüklemeye başladığından bu yana kendimizi, birbirimize daha da yabancılaşmamıza neden olan girdapların içinde savrulur halde bulmaya başladık.
Son zamanlarda yaşananları ya da yaşanamayanlan, her şeye rağmen, insanlık tarihinin geçirdiği aşamalardan biri olarak görme eğilimindeyim, bazılarının düşündüğü gibi insanlığın sonu değil. Bana, bu gidişin bir aşamasında bir yerlere fena halde çarpmadan kendimizi aramaya yönelemeyiz gibi gelse de bu tabii ki bir kehanet değil, bilemem. Bence önemli olan yaşamakta olduğumuz zaman. Çığrından çıkmış görünümdeki kargaşaya “nasıl” katıldığımızı idrak edebilmek ve bize olumsuz gelen olgulara “rağmen kendimizi var edebilme” yolunda uğraş vermek.
Yazdıklarımın, nasıl yaşanacağına ilişkin yönergeler ya da somut çözüm önerileri bekleyen okuyucumda düş kırıklığı yaratacağını biliyorum, ama onların beklediği bilgilere sahip değilim. İnsan dünyasını merkez alan bir alanda çalışmış olmanın ve birey olarak yaşadıklarımın ve yaşayamadıklarımın birikimlerini paylaşmak istedim, başta da belirttiğim gibi. Hayatımın ilk dönemleri, çoğu şimdi bana saçma görünen şartlandırılmalarla, sonraki bölümü de bu şartlandırılmalardan arınmaya çalışmakla geçti. Arınma çabalarımın bende bir boşluk yarattığını sanmıyorum, “meli-malı”lar azaldıkça yerini insanın doğasında varolduğuna inandığım sağduyu aldığından herhalde. Yaşadıklarımdan öğrendiğim şey, ben ve ötekiler diye bir ikilinin olmadığı ve insanın kendine bir hayat ısmarlayamayacağı oldu.
Bana göre, hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl varolduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler. Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, burada saydıklarımla ve saymadıklarımla, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın. İnsanlık tarihi boyunca onu karmaşık bir hale getirme yönünde öyle ustalaşmışız ki bazılarımız bununla ilgili bir şeyler söyleme ihtiyacını duyuyoruz; hayatın kendisinden çok, onu çözülmesi zor bir yumağa nasıl dönüştürdüğümüzü anlatabilme umuduyla. Bunlar benim görüşlerimdi, başkalarının her zaman söyleyecek farklı şeyleri olacak.
Hoşça kalın!
Engin Geçtan
Hayat (155-162)
Metis Yayınları —2002