S.de B. — Ölüm hakkında çok kısa deyişle gayet sakin bir görüşünüz var.
J. —P. S. — Ölümün yaklaşması ne de olsa bir dizi yoksunluk biçiminde kendini gösteriyor. Örneğin, bildiğiniz gibi yaman bir içkiciydim, hayatımı renklendiren bir şey de, hani öznel nedenler yüzünden bile olsa sıkıntıda olduğum zamanlar geceyi bol bol içerek kapatmaktı. Bu, yokoldu. Yokoldu, çünkü doktorlar onu yasakladı. Onlara kafam kızmıyor da değil, ama dediklerine göre yine de uyuyorum. Şu halde, her şeyin elimden alınmasından önceki, tabii bu ölüm olacaktır, şeyler gibi yoksunluklar vardır. Hem, ihtiyarlığın kendini göstermesinden başka bir şey olmayan şu dağılma olgusu var ortada. Yani, bir tek insan oluşturması gereken bir ben sentezi fikrine gayet açık seçik sahip olmak yerine, bir sürü etkinlik içinde, ufak tefek şeyler içinde bir dağılmadır gidiyor. Sentez başlamıştır ama hiçbir zaman tamamlanmamıştır. Ben tüm bunları hissetmekteyim, öyleyse on yıl öncesinden daha az rahat bir haldeyim. Fakat ölüm konusuna değinirsek, belli bir anda ortaya çıkacak benim de beklediğim ciddi bir şey olarak bende korku uyandırmıyor, bana doğal görünüyor. Doğallığı, kültürel hayatımla terslik içinde olmasında. Ne de olsa doğaya dönüş ve benim de doğa olduğumun bir olumlamasıdır. Öte yandan, şu yeni görüş açısıyla bile, yıllar yılı haşır neşir olduğum ölümsüzlük yanlışlığıyla bile, hayatımdan anımsadığım kadarıyla bana geçerli bir şeymiş gibi görünmektedir. Bu bir tür ölüm öncesi görüş açısıdır, tam olarak ölümün görüş açısı değil ama ölümden önceki bir görüş açısıdır. Şimdiye dek yapmış olduklarımdan hiçbir şeye karşı esef duymuyorum. En büyük hatalarım bile bana bağlıdırlar beni bağlarlar, ben onlardan çoğu kez başka yıkımlarla sıyrılmışımdır.
S.de B. — Gerçi bu başka bir konu ama yaptığınız en büyük yanlışlıklar olarak neleri düşündüğünüzü bilmek benim için ilginç olurdu.
J.—P. S. — Haa bakın! Şu an için pek öyle özellikle anımsadığım yok. Ama sanırım olmuştur.
S.de B. — Hatalar diyelim, herhalde hatalar yapıldığı kesindir.
J.—P. S. — Hatalar, evet. Kısacası, bunun yıkılmakta olan bir yaşam olduğunu söyleyebilirim. Bu bakımdan, insan hayatı, başladığı biçimde bitiş noktası diyebileceğimiz bir nokta ile sona ermez. Daha çok bu…
S.de B. — Liyme liyme olur gider.
J.—P. S. — Kendi kendine dağılır, liyme liyme olur. Bu durumda eğer ben bu liymeleşmeyi bir yana bırakırsam —bundan da yakınıyor değilim çünkü bu herkesin yazgısıdır— otuzla altmış arasında kendimi kendi ellerimde tuttuğum, daha başlama noktasında ne isem ondan çok da farklı olmadığım bir dönemin olduğunu düşünmekteyim. Bu dönemde bir süreklilik olmuştur diyebilirim hattâ; bu dönemde özgürlüğümü, uygun biçimde olmak koşuluyla, ne istiyorsam onun için kullandım; bu dönemde birtakım düşüncelerin yayılmasına emek verdim, yardım edebildim; bu dönemde istediğimi yaptım, yani: yazdım, bu benim yaşantımın özü oldu. Yedi sekiz yaşımdan bu yana istemiş olduğum şeyde başarıya ulaştım. Hangi ölçüde başarıya ulaştım onda? Bunu bilemem, ama istediğimi yaptım, dinlenen, okunan yapıtlar verdim. Bundan dolayı öleceğim an, birçok insan gibi şöyle diyerek ölmeyeceğim: «Ah be! şu hayatı yeniden yaşayabilseydim, onu başka türlü yaşardım, elden gitti, boşa harcadım ömrümü!» Hayır. Kendimi tümüyle kabul ediyorum ve kendimi apaçık bir biçimde olmak istediğim gibi hissediyorum. Hattâ, bir gerçekti, geçmişe, çocukluğuma yahut gençliğime geri döndüğümde, yaptığımdan daha azını istemiş olduğumu görürüm. Başka bir ün anlayışım vardı, onu küçük bir okuyucu kitlesi için, bir elit tabaka için imgeliyordum ben, oysa nerdeyse herkese ulaşmış bulunuyorum. Bu nedenle öleceğim zaman, doyumlu öleceğim. On yıl sonra değil de o gün ölmekten hoşnutsuz olarak belki, ama doyumlu olarak. Ayrıca ölüm şu ana dek hiçbir zaman yaşantım üzerinde ağırlığını hissettirmedi ve olasıdır ki bundan böyle de hissettirmeyecek. Bu bölümü de böylece bitirmek istiyorum.
S.de B. — Bu öğretmenlik mesleği özgür bir seçim mi olmuştur, yoksa ailece öne sürülen bir şey mi? Çünkü konuşmamızın burasında tam da özgürlükten, seçimden, v.b. söz etmemiz gerek.
J.—P. S. — Bu hayli karışık. Sanıyorum, dedeme göre benim öğretmen olmam gerektiğinden daha doğal bir şey yoktu. Büyük oğlu öğretmen değil mühendis olmuştu; ama küçük oğlu öğretmen olmuştu, halen de öyleydi; ona göre benim gibi bunca yetenekli bir çocuğun, kendisi gibi öğretmen olması doğaldı. Ama kabul etmek gerekir ki, eğer benim başka kesin bir mesleki yönelimim olsaydı — örneğin yüksek mühendis ya da Deniz Kuvvetleri mühendisi — onu seçmekte beni serbest bırakırdı. Fakat ben öğretmen olma yöneliminde kendimi serbest bıraktım, çünkü bu aydın kesiminde, kendilerinden biri olmayı kurduğum romancıların, yazarların kökünü, kaynağını görüyordum. Öğretmenlik mesleğinin insan hayatı hakkında önemli bilgiler verdiğini ve kitabın yazılmak için önemli bilgiler gerektirdiğini düşünüyordum. Öğretmen olması ve öğrencilerininkini düzelmesi sırasında kendisi için bir üslup oluşturan Edebiyat öğretmeniyle, bu öğretmenin böylelikle incelemiş olduğu üslubu, kendine ölümsüzlük sağlayacak bir kitap yaratmak için kullanması arasında bir ilişki görüyordum.
S.de B. — Şu halde sizi öğretmenliğe iten bu ailesel oluşumlarla kendi isteminiz arasındaki bir uyuşum olduğunu söyleyebiliriz?
J.—P. S. — Evet, eğer buna bir uyuşum adı verilebilirse, çünkü insan çöpçü ve yazar olabilir. Öğretmen olma olayıyla yazma olayı arasında ancak ikincil derecede ilişki vardır. Ama ben o uyuşumu seçtim. Yeni dünyayı dedemin mesleği aracılığıyla ve kendi öz yazma istemim aracılığıyla gördüm. «Yazacaksın» diyen dedem olduğuna göre bunlar birbiriyle bağlaşık oldu. Zaten de yalan söylüyordu, çünkü yazmam umurunda değildi, öğretmen olmamı istiyordu. Ama ben bunu çok ciddiye alıyordum ve sonuç olarak, kuşkusuz tüm öğretmenlerden üstün olan benim öğretmen dedem sanki kendisi yazmışmış gibi bunu bana söylüyordu.
S.de B. — Evet, ama benim sormak istediğim bir soru daha var: Ölümden sonra hayata dönüş, ruh, bizdeki ruhsal bir ilke, örneğin Hristiyanların düşündükleri cinsten bir hayata dönüş düşüncesi aklınızdan bir an için olsun şöyle bir gelip geçmedi mi hiç?
J.—P. S. — Sanırım geçmiştir, ama daha çok nerdeyse doğal bir olgu gibi. Ta bilincin yapısından gelen, artık hayatta olmayacağım bir anı imgelemenin bana verdiği sızı. Bilinçte imgelenen tüm gelecek yine bilince götürür. Bilincin artık olmadığı bir anı imgelemek olanaksızdır, ama imgelemek olayı yalnız şimdideki bilinci değil, gelecektekini de içerir. Bu nedenledir ki ölümü düşünmedeki güçlüklerden biri, bence, işte bu bir bilinçten sıyrılabilme olanaksızlığıdır. Örneğin, ben kendi cenaze törenimi imgeliyorsam kendi cenazemi imgeleyen ben kendimimdir; sokağın köşesine gizlenmişimdir yani ve tabutumun götürülüşünü seyretmekteyim. Şu halde, gençliğimde on beş yaşımdayken buna benzer daima var olacak bu hayatı tasarlamak yönünde bulanık bir eğilimim olmuştur, çünkü gayet basit anlatımla, geleceği imgelediğimde, onu görmek için kendimi de onun içinde imgeliyordum, ne ki tüm bunlar pek bir şey sayılmaz. İşin aslında, bir tanrı—tanımaz olarak ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığına inanmışımdır, meğer ki bir yarı hayatta kalış gibi gördüğüm ölümsüzlük olsun.
S.de B. — Tanrı—tanımazlığınızın sizde nasıl doğduğunu ve geliştiğini bilmek isterdim.
J.—P. S. — Les Mots’da açıkladığım gibi sekiz, dokuz yaşlarıma doğru Tanrı’yla aramda gerçekten bir kulluk ya da anlayış ilişkisi değil de iyi komşuluk ilişkileri vardı yalnızca. Kendisi oradaydı, güya evi ateşe verdiğim gün olduğu üzere zaman zaman kendini gösteriyordu.
S.de B. — O da nesi, evi ateşe mi verdiniz?
J.—P. S. — Les Mots’da kibrit kutularını nasıl elime alıp durduğumu, nasıl ateşe verdiğimi, ama zaten ufak çapta bir şeydi, anlattım. Tanrı ara sıra sahiden de bana bakıyordu; bir bakışın beni sarıp sarmaladığını betimlerdim. Ama yine de tüm bunlar, sisli bir biçimde, din dersiyle, aslında yanlış olan, bu içe doğuşun ders halinde sunulmasıyla fazla da ilişkili olmaksızın bende olan izlenimlerdi. Derken, oniki yaşlarımda olduğum sıralarda, ailemin biraz kent dışındaki bir yerde bir villa kiralamış oldukları La Rochelle’de güzel bir gün, sabah vakti, kız lisesine giden komşularım üç Brezilyalı kızla, küçük Machado’larla birlikte tramvaya binmek için kendilerini bekliyordum. Hazır olmalarını bekleyerek, topu topu birkaç dakikacık evlerinin önünde geziniyordum ki bu düşünce birden kafama saplanıverdi. Nereden geldi, nasıl o an beni yakaladı bilmiyorum; birden kendi kendime şöyle dedim: Tanrı yok be! Kuşkusuz daha önce, Tanrı konusunda yeni düşünceler edinmiş olmalıydım ve sorunu kendime göre çözümlemeye başlamış olmalıydım. Ama, her ne hal ise işte o gün küçük bir içe doğuş biçiminde, bunu çok iyi anımsıyorum, kendi kendime «Tanrı yoktur» dedim. Bunda çarpıcı olan, benim bunu onbir yaşımda düşünmüş olmamdır ve o gün bu gündür ben bu soruyu kendime bir daha sormadım, yani altmış yıl boyunca.
S.de B. ― Bu sezginin doğuşundan önce hangi çalışmayı yaptığınızı az daha belirgin olarak ortaya koyamaz mısınız?
J.—P. S. — Kesinlikle hayır. Öyle ki, oniki yaşımdayken, bunu hiçbir öncelikli düşünce içinde olmaksızın bir besbellilik şeklinde bana görünüveren bir gerçek diye değerlendirdiğimi çok iyi anımsıyorum. Bu, elbette bir yanılgıydı, ama olup bitenleri benim kendi gözümde canlandırışım hep böyle olagelmiştir: birdenbire çıkıp geliveren bir düşünce, ortaya çıkıveren ve hayatımı belirleyen bir sezgi. Sanıyorum küçük bayan Machado’lar kapıda göründüğü an kafama da çakan bir düşünce. Sonra ertesi gün ya da daha ertesi gün onu kuşkusuz yeniden düşünmüş ve Tanrı’nın olmadığını açıkça söyleyip durmuşumdur.
s. 572—577
Simone de Beauvoir
Veda Töreni ve Jean-Paul Sartre’la Söyleşiler
Veda Töreni
Çeviren: Nesrin Altınova
Jean-Paul Sartre’la Söyleşiler
Çeviren: Beyhan Kayıhan
Varlık Yayınları, 1974