Kırk yaşındayım artık; şaka değil, kırk yıllık koca bir ömür, yaşlılığın ta kendisi! Kırkından fazla yaşamak ayıptır, aşağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yaşar kırkından fazla? Haydi, bana açıkça, elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin! İsterseniz size açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yaşarlar kırkından sonra.
Aklı başında bir adamın sözünü etmekten en çok zevk alacağı konu nedir, bilir misiniz? Yanıt: Yine kendisi.
Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.
Ama şuna iyice inanıyorum ki, değil fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır.
Durumunuzun umarsızlığını, başka bir adam olamayacağınızı, değişmek için zamanınız, inancınız bulunsa bile değişmeyi kendiniz de istemeyeceğinizi anlamanın tadına doyum olur mu hiç? Hem değişmek isterseniz ne olurdunuz ki; belki sizin için aslında başka yol yoktu!
Acıda hazların en tatlısı saklıdır…
Aldatmaca, göz boyama ve el çabukluklarından bulanık bir dünya yarattığınızı bile bile, kime neden gücendiğinizi kestiremeden, bütün bu aldatmacalar, karışıklıklar arasında içiniz sızlar da sızlar; bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız o ölçüde çoğalır.
Her şeyi anlayan bir adam kendine nasıl saygı duyar?
İki kez de aşık olmayı denedim. İnanır mısınız beyler, o yüzden bir sürü acı çektim.
İçlerinden geldiği gibi davranan insanlar, işadamları dar kafalı oldukları için, kafaları çalışmadığı için iş becerirler. Bunu size şöyle açıklayacağım: Bu tür insanlar dar görüşlü olmalarından ötürü, önlerine çıkan ilk sebepleri ikinci dereceden de olsa ana sebep sanırlar. Davranışlarına sağlam bir dayanak bulduklarına herkesten çabuk ve kolay inandıklarından dolayı da içleri rahattır.
Baylar, kendimi herkesten akıllı saymamın tek nedeni, bitirmek şöyledursun, yaşamım boyunca hiçbir şeye başlamamış olmamdır.
Keşke boş duruşum aylaklığım yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım!… Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için “Kim bu adam?” diye sorunca, “Tembelin biri!” karşılığını verirlerdi. … Şaka değil, bu bir unvandır bir mevkidir, kusursuz bir meslektir.
Uygarlık neyimizi yumuşatmış, anlayalım! Duygularımızın türlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramamıştır uygarlık.
İstekler bir gün mantıkla karşı karşıya gelince, artık bizler istek duymayı bir yana bırakıp yalnız düşünmeye başlayacağız, çünkü aklımız başımızdayken birtakım saçmalıkları istemek, böyle göz göre göre mantığa aykırı davranıp kendi kuyumuzu kazmak olanaksızdır.
Bana kalırsa insanın en iyi tanımlanması şöyle olmalı: İki ayaklı nankör bir yaratık.
Gelgeç gönüllü, tutarsız bir yaratık olan insanoğlu ise, belki de satranç oyuncuları gibi hedefi değil, hedefe giden yolu sever. Kim bilir, belki insanın yöneldiği tek hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır, başka bir deyişle yaşamın kendisidir.
Ama ister küçümserken olsun, ister üstün görürken, birini görünce hemen gözlerimi yere indiriyordum. “Şu adamın bakışlarına dayanabilecek miyim bakalım?” diye denemeler yapıyor, gözlerini ilk indiren gene ben oluyordum. Kahrolurcasına üzülüyordum buna.
Yeryüzündeki hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bu bütünüyle hayal ürünü aşklarım beni öylesine cömertçe doyuruyordu ki, sonradan gerçek bir sevgiye gereksinme bile duymuyordum.
Gerçek sevginin bittiği yerde bütün utanmazlığı, hoyratlığı, sevimsizliğiyle fuhuş başlıyordu.
Demin… Seninle… Birleştik… Birbirimize ağzımızı açıp tek söz söylemedik. Sonra da tuttuk, yabansı yabansı konuştuk… Sevişmek bu mudur? İnsanlar böyle mi birleşmeli? Bu, rezillik değil de nedir?
Kolay elde edilmiş bir mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyi?
Çünkü biz, az ya da çok, yaşamak alışkanlığını yitirmiş, aksaya aksaya yürüyen insanlarız.
Madem öyle, neden bazen içimiz içimize sığmaz, birtakım aptallıklar yapar, birtakım istekler besleriz? İşte bunun nedenini kendimiz de bilmeyiz.