Korseler ve şövalyeler üzerinden; sağduyudan, evlilik saadetine.
Kurt Vonnegut, 1965 yılında eşine yazdığı ve Kurt Vonnegut: Letters (Kurt Vonnegut: Mektuplar) isimli fantastik kitapta yayınlanan mektubunda eşine şunu yazmıştı: “Eğer cinsellik ile gerçekten söylediğin kadar ilgileniyorsan, çalışma odamda – üst raflardan birisinde – bu konuyla ilgili gerçekten güzel bir kitap var. Rengi kırmızı ve ismi de The ABZ of Love (Aşkın ABZ’si)” ve mektubu şöyle imzalamıştı: “A’dan Z’ye sevgilerle – K”. Kitap gerçekten Vonnegut’un söylediği kadar ilginç ve muhteşem. Romantizm ve cinsel ilişkiler ile ilgili bir çeşit sözlük olan The ABZ of Love (Aşkın ABZ’si) – doğum kontrolü ve homoseksüellik gibi – dönemine göre radikal olan konuları; bideler ve piknikler gibi dünyevi konuları, utanç ve aşırılık gibi soyut konuları içeriyor. Kitap, orijinal olarak 1963 yılında Inge ve Sten Hegeler isimli karı-koca ikilisi tarafından yazıldı ve Henri Matisse’in Ulysses resimlerini anımsatan, Eiler Krag tarafından çizilmiş olan muhteşem siyah-beyaz çizimler içeriyor.
Kitap, yeni başlayanlar için bir ABC rehber kitabı olmaktan çok; “hâlihazırda var olan, cinsel aydınlanma ile ilgili göze çarpan birçok bilimsel kitaba ek olarak hazırlanmış, kişisel ve öznel” bir tamamlayıcı olduğu tanımı ile sunuluyor.Ayrıca amacının da “sözlüğe benzer bir biçimde, kısmen farklı bir bakış açısından bakılan cinsel ilişkilerin birkaç açısını” açıklamak olduğu belirtiliyor. Aslında kitap birçok açıdan zamanın ötesinde ve dönemin ana akımından uzakta duruyor, çünkü bağnazlık konusunun üzerine gidiyor ve her kısmın doğrularını ve yanlışlarını ele alarak; ırk, cinsiyet ve LGBT eşitliğini savunuyor.
Hegeler ailesi, “Dürüst ve açık sözlü olmayı deneyerek” kitabın giriş bölümünde şiirsel bir biçimde şunu söylüyor:
Eğer etrafa bir cam parçası aracılığıyla bakarsak düzensizlikler ve kirlilikler, gördüğümüz şeyin etkisini bozabilir ve soldurabilir. Bir şeye dışbükey bir lens aracılığıyla bakarsak, baş aşağı gözükür. Ancak eğer bir içbükey lensi, dışbükey bir lensin önüne koyarsak; dışbükey lensteki bozukluğu gidermiş oluruz ve gördüğümüz şeyler de artık baş aşağı gözükmez. Her birimiz dünyaya kendi lenslerimiz, cam parçalarımız aracılığıyla bakıyoruz. Bu cam parçalarının etkisi de; aslında aynı şeye bakıyor bile olsak, hepimizin aynı şeyi görmüyor olmasıdır. Lensler her bir bireyin yetişme tarzına, yaradılışına ve diğer etkenlere bağlı olarak şekilleniyor.
[…]Bu – her ikisinden de malzeme alıyor olsa da – bir sanat ya da bilim kitabı değildir. Daha çok, hayatın bir kısmına bakmamızı sağlayacak olan ek bir cam parçasıdır. Ayrıca, gözlüklerin camı ve pencerenin camı arasında ikiye ayrılabilir.
Biz de bir cam parçası bulduk ve onu birazcık parlattık. Onunla etrafa baktık ve dünyanın birazcık daha insani gözüktüğünü düşündük. Belki birileri de bizim gibi düşünür.
Maddelerin çoğu, onlara uygun çizimler eşliğinde, basmakalıp şeyleri çürütmeye ve bağnazlığı kınamaya odaklanıyor.
Hatta bazıları tam olarak rahatsız edici:
Sense, common (Sağduyu) başlığı altındaki enfes bir yazı; Anaïs Nin’in duygusal aşırılık konusundaki sezgisini yansıtıyor ve şöyle diyor:
Herkes sağduyuyu kullanmaktan bahsediyor. Çoğu, hepimizin temelde sağduyu ile dolu olduğuna inanıyor. Kadınların duygusal yaratıklar olduğu ve erkeklerin de sağduyularını kullandıkları söyleniyor. Saçmalık. Hepimiz seçimlerimizde, eylemlerimizde, yargılarımızda vb. durumlarda duygularımız tarafından yönetilmeye fazlasıyla yatkınızdır.
[…]Hiçbirimiz, düşündüğümüz gibi, sağduyu ile dolu değiliz.
Yani seçebileceğimiz iki yol var: birincisi, duygularımızı reddetmek, bastırmak ve kendimizi makul bir biçimde düşünmeye zorlamak. Bu şekilde kendimizi kandırma riskini almış oluruz.
Diğer yol ise, duygularımıza fırsat vermek, hislerimizi kabul etmek ve günışığında ortaya çıkmalarını sağlamak. Hissettiğimiz şeylere karşı duyduğumuz bütün yargılardan şüphe duyarak; sağduyuyu uygulayan bir insan olmaya bir adım atmış oluruz.
Hegeler ailesi felsefi ve kuralcı şeylerden de kaçınmıyor:
Development (Gelişim) başlığı altında, erotik gelişim süreçlerine oldukça mizahi bir bakış sunan bilgi görselleri bulunuyor. Bunun, içerisinde “bizim hızlı ve düzenli olarak akıllı ve daha akıllı bir hale geleceğimiz” bir seyir ile devam etmesini isteriz.
Şu şekilde devam ettiğini düşünüyoruz:
Aslında gerçekte şöyle devam ediyor:
… bir süre aynı noktada dönüp dolaştıktan sonra, her yön içine ve içinden gerçekleşen ufak tefek sallantılar, çaresizlik hissiyle sonlanan ani bir düşüş [ve sonrasında] mutlak ideale ulaşamadan bir süre tekrar bir noktada sallanma, tekrar bir düşüş, yine çaresizlik hissi ve sonra tekrar gelişim, vs., vs. Her tür gelişimde, herhangi bir öğrenme sürecinde hayal kırıklıkları ve depresyonlar gereklidir.
Personality (Kişilik) başlığı altındaki en ilginç yazılardan birisi, bir Kızılderili totem direğinin görsel örneği aracılığıyla açıklanan, kişinin Freudyen modelinin açıklaması. Ayrıca, kişilik meselesinin hala ucu açık bir soru olduğunu da belirtiyor:
Bir insanın kişiliği, bahsedilen insanın diğer insanlarla olan ilişkisini belirleyecek olan her özelliğin bir toplamıdır.
İnsan kişiliğini ele alan birçok teori ortaya çıkmıştır. Çoğu model aslında gerçekte ne olduğunu açıklama çabası ile yapılmıştır. Bu teorilerden bazıları diğerlerinden daha pratiktir, fakat hiçbiri doğru değildir. Hala çok az şey biliyoruz – belki de doğru olanı hiçbir zaman bulamayacağız. Burada açıklanacak olan da doğru olan değil tabii ki. Bu, psikanalizde kullanılan modeldir.
Bu model – tıpkı diğer birçok model gibi – bir resim; bilinen bir şeyin yardımıyla bilinmeyen bir şeyi açıklama çabası. Eğer kişiliği üç surata sahip bir Kızılderili totem direği olarak düşünürsek, bu bize model hakkında fikir verecektir.
Üç insanın da ayrı ayrı isimleri ve farklı karakterleri var:
1) En üstteki surat katı ve eleştirici. Karanlık birisi. Biz bu kişiye süper ego diyoruz ve kendisi doğru ve yanlış konuları dâhilinde öğrendiğimiz her şeyi temsil ediyor. Süper ego bize trafikte nasıl araba kullanacağımızı, kaşık çatalı nasıl tutacağımızı, yani genel olarak “kişinin” nasıl davranacağını hatırlatır. Ayrıca vicdanın sesidir.
2) En alttaki yüze de id adını veriyoruz. Bu kişi de bizim isteklerimiz, dürtülerimiz ve ihtiyaçlarımızla ilgileniyor – yani çok dürüst, ilkel fakat aynı zamanda acımasız bir güç. Bu durumda, id’in suratı ilkel, girişken, vahşi ve acımasız gözüküyor.
3) Ortadaki surat, kendimiz. Ona ego adını veriyoruz ve diğer iki surat arasında biraz sıkışmış gibi duruyor. Üstteki yüz ailemizi anımsatıyorken ve alttaki yüz de bize biraz yabancı geliyorken; ortadaki yüzü kabul etmek bizim için en kolayı – yapmak istediğimiz şey ile yapmaya izin verildiğimiz şey arasında bir uzlaşma.
Kafamız biraz karışıyor, çünkü eğer iyi ve çekingen bir kişiysek – en alttaki kişi kuyruğunu çıkarıyor ve isyan ediyor, bu sırada en üstteki kişi de onaylayarak kafasını sallıyor. Ve eğer coşkulu bir insan olarak en alttaki kişinin dilediği gibi davranmasına izin verirsek – evet, bu sefer de kötü bir vicdan hissine kapılırız çünkü en üstteki kişi homurdanır.
Yani, bir dengeye ihtiyacımız vardır. Belirli bir ahlaki kurala bağlı kalmalıyız – trafikle baş edebilmek adına yolun belirli kurallarına bağlı kalmak gibi. Fakat aynı zamanda, bizden kendi haklarını talep eden, kendi “doğamıza” – id’imize – de haklarını vermeliyiz.
Kendi döneminin önyargılarına cesur bir şekilde karşı koyan ve çok güzel bir şekilde resmedilmiş olan The ABZ of Love (Aşkın ABZ’si), Vonnegut’un eşine önerdiği gibi, gerçekten muhteşem.
Maria Popova
Çeviri: Gözde Zülal Solak (tabutmag)