“Herkes kendi canlılığının ne kadarına katlanabileceğiyle ve kendilerini ne kadar canlılıkla uyuşturabilecekleriyle ilgileniyor.”
Susan Sontag bir zamanlar “Bir yazar, dünyaya dikkatini veren kişidir – bir yazar profesyonel bir gözlemcidir” demişti. Yazarın gözleminin amacı yalnızca dış dünya değildir fakat aynı zamanda – hatta belki de daha ağırlıklı olarak – iç dünyadır. Bu bakımdan, yazar, bir diğer profesyonel gözlemci ile – psikoterapist ile – çarpıcı bir benzerlik taşır. Hep Vaat Hep Vaat: Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine Denemeler; Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine: İncelenmemiş Hayatlar Üzerine Psikanalitik Denemeler ve Kibarlık Üstüne gibi ufuk açıcı eserlerin yazarı ve İngiltere’nin en ünlü psikanalitik yazarı olan Adam Phillips‘in, Paul Holdengräber ile birlikte yaptıkları – The Paris Review dergisinin efsanevi röportaj serisinde bulunan – kapsamlı sohbetleri dâhilinde incelediği şey de tam olarak bu.
On yedi yaşındayken Carl Jung‘un Anılar, Düşler, Düşünceler adlı eserini okumuş ve ondan çok etkilenmiş olan Phillips ilk eğitimsel çalışma deneyimlerine de onu yansıtıyor:
Nasıl yaşanması gerektiği ve düzgün yaşamanın İngiliz edebiyatı okumak olduğu ile ilgili – bilgi çok güçlü bir şekilde aktarılmış ve bende de işe yaradı. Yakın, dikkatli okumayı ve büyük teorinin amaçlarıyla alay etmeyi öğrendim.
Kitapların insanların ruhuna nasıl etki ettiğini unutulmaz bir biçimde ele almış olan Kafka gibi – ve bu soruyu Carl Sagan da güzel bir şekilde ele almıştı ve de bu dokuz yaşında bir kızın sorularına cevap olarak da kullanılmıştı – Phillips de kitap okumanın getirilerine değiniyor:
Kitap okuduğum zaman bilgi topluyormuşum gibi olmuyor ya da aslında okuduğum şeyin çoğunu hatırlamıyorum. Herkes gibi ben de beni etkileyen kitapları biliyorum fakat onların etkileri ayırt edilemezdir. Bunun ne olduğunu tam olarak bilmiyorum… İnsanın sevdiği kitapları okuması konusunda güçlü bilinçaltını çağrıştıran etkiler vardır. Bu kitaplarla alakalı olarak sürekli düşünmek istediğimiz, bizi ilgilendiren bir şey vardır. Bu yalnızca boşlukları doldurmak için kullandığımız fetişler değildir. Elimizde olmadan düşünüp durduğumuz, yinelenen düşler gibidirler.
Holdengräber, efsanevi İngiliz çocuk doktoru olan ve 1988 yılında Phillips’in biyografisini yazmış olduğu Donald Winnicott’un bir makalesinde atıfta bulunuyor:
HOLDENGRÄBER: Edebiyata olan ilgi ile Winnicott’a duyulan ilginin bir arada gitmesi doğal karşılanabilir. Winnicott, “Yalnız Olabilme Kabiliyeti” adlı makalesinde, bir çocuğunun amacının annesinin varlığı içerisinde yalnız kalmak olduğunu söylüyor. Bu, uzun bir süredir bana kitap okumanın tek ve en iyi tanımı gibi gelmiştir.
PHILLIPS: Bu, Winnicott’un en radikal fikirlerinden birisiydi çünkü söylediği şey yalnızlığın, kuralları çiğneme isteğinden önce geldiği anlamına geliyordu. İlk zamanlarda içerisinde bulunduğumuz; birisinin varlığı içerisinde, onların taleplerinden etkilenmeden ve sizin onlar üzerinden talep üretmenize ihtiyaçları olmadan var olmak konusunda derin bir şekilde önemli olan bir nokta vardır. Bu da, bir insanın dikkatini verebileceği içsel bir alan yaratır. Bu alanın içerisine çekilmek için insanın, orada bir kalkan varmış gibi ya da birisi sizi koruyormuş gibi, yeterince güvenli hissetmesi gerekir ve böylece “kendisini unutup” o şeyin içerisine, örneğin bir kitabın, tamamen girebilir. Veya bir çocuk açısından bu bir oyun da olabilir. Sanıyorum bu kitap okumanın işaretlerinden birisidir. Winnicott için ise bu, iyi bir ilişkinin tanımı olmalı; içerisinde bulunurken başka bir şeyin içerisine özgür bir şekilde girebileceğiniz türden bir ilişki.
Hep Vaat Hep Vaat: Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine Denemeler adlı eserinin giriş kısmına “psikanaliz, en iyi ihtimalle, hayatın zorlukları ve canlılıkları üzerine oluşturulan ilginç fikirleri popüler hale getirmenin uzmanlık alanı olmalıdır” yazmıştı ve bunu yazarken çocukların psikolojisi ile kitap okumak arasındaki paralellikleri; psikanalizin kapsamlı büyüsünü ele almak adına, bir tramplen olarak kullanmıştı:
Psikanaliz, bir çarenin olmadığı fakat kendimizle yaşamanın farklı yollarına ve bu sözde bizlerin farklı tanımlarına ihtiyaç duyduğumuz bir konumda başlar.
Psikanalitik tedavi hakkında güzel olan şey onun olağan çalışma mantığıyla çalışmıyor oluşudur. Bunu belirtirken onun insanın ıstırabına hitap ettiği gerçeğini de yok saymıyorum. Demek istediğim, onun berbat birçok insan ıstırabının sadece zorlu olduğunu ve karakterin zorlu olmasının da bir mantığı olduğu düşüncesini kanıksıyor olmasıdır. İnsanlar değişir, fakat bu konuda gerçekten sınırlar vardır. Psikanalitik tedavide keşfettiğiniz tek şey, kendiniz ya da hayatınızla ilgili değiştirebileceğiniz şeylerin sınırlarıdır. Çok uzun süre çocuk olarak kalırız.
[…]Mesele şu ki, bu tamamen diğer insanlara özgür bir şekilde konuşabiliyor olsaydınız – o insanların sizlere, sizin düşünmeyi ve özgürce konuşmayı bir kenara bırakacağınız yolları göstermelerine izin veriyor olsaydınız – hayatınız nasıl olurdu sorusunun deneyidir. Bunun bazı belirtileri değiştirmediğini söylemiyorum. Kendi deneyimlerimden de biliyorum ki, değiştiriyor. Fakat bu durumun en ilginç yanı onun önceden tahmin edilemez oluşu. Bir buzdolabı satın alırsanız, garanti edilmesini istediğiniz bazı belirli şeyleri vardır. Bir psikanaliz satın alırsanız, size hiçbir şey garanti edilemez. Bu gerçekten bir risktir ve meselenin asıl noktası da budur. Hastalar gelirler çünkü bir şeyden ıstırap çekiyorlardır. Bu ıstırabın hafifletilmesini istiyorlardır. İdeal olarak, analizi yapma sürecinde kendi ıstıraplarının hafifletildiğini ya da değiştirildiğini görebilirler; fakat aynı zamanda insanın ıstıraplarından daha çok hafifletilmesi gereken daha önemli şeyler olduğunu da keşfedebilirler.
Holdengräber, Phillips’in psikanalizden bahsederken sürekli kullandığı arzu kelimesine dikkat çekiyor; Phillips de kendi mesleğinin iki amacı konusunda mantığa aykırı bir çerçeve ortaya koyuyor:
Analiz, birbirine bağlı iki şeyi gerçekleştirmelidir. Arzunun iyileştirilmesi ve kendimizi tanımama ihtiyacımız ile ilgilidir… Semptomlar, kendini-tanıma eyleminin biçimleridir. Benim agorafobiye sahip olduğumu, utangaç olduğumu ya da bu tür şeyleri düşündüğünüz zaman; bu kendini-tanıma eyleminin biçimleri olur. En iyi ihtimalle psikanalizin yaptığı şey size, kendinizi-tanıma eyleminiz açısından bir tedavi sağlamaktır. Ayrıca bir de sizin kendinizi kolay anlaşılır, hikâye tarzında bir yolla kendinizi anlama dileğiniz açısından. Yalnızca kendinize, size karşı da bilinmeyen olacağınız bir hale girmeniz konusunda izin verirseniz; arzunuzu ve arzularınızı iyileştirebilirsiniz. Çünkü insanın kendisini tanıması noktası, bir insanın arzu konusunda sahip olduğu endişeleri de içerir. İnsanın yaşamını değerli kılacak şeyleri ve hayatı yaşamaya değer kılan şeylerin gerçekten var olup olmadığı konusu bilmeye değerdir.
Phillips, filozof Martha Nussbaum‘un insancıl kırılganlığımız ile birlikte yaşamamız konusu üzerine düşüncelerini yansıtarak, şunu ekliyor:
Herkes kendi canlılığının ne kadarına katlanabileceğiyle ve kendilerini ne kadar canlılıkla uyuşturabilecekleriyle ilgileniyor.
Hepimizin güçlü duygular için öz-tedavi yöntemlerimiz vardır. Daha sonra bu öz-tedavi bir probleme dönüşür; daha açık bir anlamda, bir alkoliğin problemi alkol değil, içkinin etkisidir. İçki içmek bir problem haline gelir, fakat asıl problem içkinin tedavi ediyor olduğu şeyin ne olduğudur. Yetişkin insanlar olduğumuz zaman hepimiz alkolik oluruz. Yani; hepimiz belirli duyguları ve düşünceleri öldürmek için yollar üretiriz.
Phillips, Kafka’nın meşhur mektubuna da atıfta bulunarak, sanata değiniyor – Bir Terapi olarak Sanat adlı eserde Alan de Botton‘ın daha derinden incelediği bir konu. Phillips, Holdengräber’e şöyle söylüyor:
Sanata karşı hayranlık beslememizin ya da onu sevmemizin sebeplerinden birisi, sanatın içimizde bir his uyandırmasıdır – Kafka’nın da bir mektubunda belirttiği gibi; sanat, içimizde donmuş olan bir denizin buzlarını kırar. Bu bizlere bir şeyler uğruna kaybetmiş olabileceğimiz hassasiyetimizi hatırlatır.
Ayrıca içsel dünyamızdaki bu hassasiyetin üzeri gittikçe, öz-benlik asrı ile birlikte gelmiş olan dış dürtünün daimi akışı tarafından örtülmektedir. Malcolm Gladwell‘in “hayatlarımızın maddi içeriği ile alakalı olarak yaptığımız yüksek derecede bireyselleştirilmiş seçimlerin bütünü, iç-gözlem eyleminin modern halidir” düşüncesini yansıtarak, Phillips insan iletişiminin teselli edici etkisini ele alıyor:
Ne istediğinizi bilmek aşırı derecede zor bir şey olabilir, özellikle de hayal kırıklığı fobisine sahip; tüketici, kapitalist bir kültürde yaşıyorsanız – bir hayal kırıklığı ışığı hissettiğiniz zaman, orada bulabileceğiniz bir şeyler var demektir. Bu durumda alışveriş yapmak, yemek ve seks yapmak istediğiniz şey olmayabilir, fakat istediğiniz şeyin ne olduğunu bulmak için birisiyle iletişim kurmanız gerekir.
Bir odada tek başınıza, Rodin’in Düşünen Adam heykeli gibi oturamazsınız…
Sohbet içerisinde bazı şeyler, bir başkası aracılığıyla değişebilir ve özümsenebilir – size bir şey söylerim ve siz de bana aynı şeyi farklı biçimlerde tekrar söyleyebilirsiniz – ve sonra zihninizin genellikle aşırı derecede tekrarlar içeren bir şey olduğunu fark edeceksinizdir. Bir insanı zihninin içerisinde şaşırtmak çok zordur. İnsanın öz-eleştirisinin kelime dağarcığı çok zayıf ve klişedir. Kendimizden nefret etme durumumuzda en aptal halimizin içerisinde oluruz.
Phillips, psikanaliz ve edebiyat arasındaki paralelliğe dönerek, bu benzerliğe taneli olma özelliği yüklüyor:
Psikanalitik seanslar, romanlar gibidir; epik şiirler gibi değildirler, lirik şiirler gibi değildirler, tiyatro oyunları gibi de değildirler – daha çok, bir oyundan alınmış diyalog parçacıkları gibidirler. Fakat bana denemelermiş gibi geliyorlar; on dokuzuncu yüzyıl denemeleri. Çünkü benzer şekilde; konu dışına çıkma, konuyu değiştirme, tutarsız olma, daha sonradan üstesinden gelinecek ve aşılacak olan sonuçlara varma ve daha fazlası gibi fırsatları içerirler.
Bir deneme yazısı, konuşmaların ve uyumlu şeylerin karışımıdır ve bana kalırsa ikisinin de avantajlarına sahiptir. Bir kısa hikâyede olduğu gibi; başlangıç, gelişme ve sonuç bölümlerinin olması gerekmez. Deneme yazıları başıboş dolaşabilirler, gezebilirler.
Emerson ve Lamb gibi on dokuzuncu yüzyıl deneme yazarlarının miraslarına yansımalar yaparak, Phillips, E.B White‘ın bir narsisizm Mekke’si olarak deneme yazısı kavramı ile karşı karşıya gelen bir açıdan, türün doğasında var olan psikolojiyi tanımlıyor:
Deneme, çok nadir olarak tutucu bir biçimdedir ve bunun sebebi, bana kalırsa, kısmen buharınızın tükenmesidir. Bu olsa olsa en sıkıcı türün bir propagandası olurdu. Zorlayıcı türden bir deneme yazmak için, tonu değiştirme kabiliyetine sahip olmanız gerekir. Bana kalırsa ayrıca dönüşlü olarak kendinizi gözden geçirmeniz de gereklidir. Bu, bu şeylerin diğer türlerde imkansız oldukları anlamına gelmez fakat bu şeyler denemelerde çok mümkündür. Deneme kelimesinin de ortaya koyduğu gibi, bu bir şeyi denemek anlamına gelir, tamamen deneysellikle ilgilidir. Yazmaya başladığım andan beri – bilinçli olarak olmasa bile – yazdığım şeyin geleneğinin bu olduğunu düşünüyorum.
Müziği, şiirsel prensibin en yüce simgesi olarak var sayan Edgar Allan Poe gibi ve kendi sanatı da dâhil olarak, müziği tüm sanatların üzerinde tutan Edna St. Vincent Millay gibi Phillips de, müzik ve müziğin kabiliyetleri – hatta nörolojik bir seviye – açısından; bilinç siperlerimizden kaçmak ve direkt olarak ruha hitap etmek adına; psikanaliz ve şiir arasındaki simetriyi inceliyor:
Dylan, Neil Young, J.J Cale ve Joni Mitchell’in sesini duyduğum ilk anı hatırlıyorum – benim kendi kendimi hayal etmemi sağlayan müzikler. Çok çağrışımlıydı. Size hiçbir şey öğretmiyor, fakat bilmeniz gereken her şeyi öğrenmişsiniz gibi hissediyorsunuz.
[…]Müziğin duygusal etkisi, insanların onun hakkında söyleyebileceği şeylerle ölçülemez ve görünen o ki, bu esasi bir şeyin göstergesidir – bu çok güçlü duygusal etkiler genellikle açık bir şekilde telaffuz edilemez. Bir şeyler olduğunu bilirsiniz fakat onun ne olduğunu bilmezsiniz. Kendinizi tekrar tekrar aynı, belirli şiirlere dönerken bulursunuz. Sonuç olarak, onlar yalnızca bir sayfa üzerindeki yazılardır, fakat geri dönersiniz çünkü sizin için gerçekten önemli olan bir şey içinizde kelimelerle uyandırılmıştır. Ve birisi size Peki, bu nedir? Ya da En sevdiğin şiir ne anlama geliyor? Diye sorduğunda, eğer belirli bir biçimde eğitildiyseniz, buna cevap veremeyebilirsiniz fakat söyleyebileceğiniz şey ile neden okumaya devam ettiğiniz arasındaki boşluğu hissedersiniz.
Aynı şekilde, insanları anlamak peşinde koşan bir psikanalist de çok kısıtlı olacaktır. Bu, bir insanı, onun bir roman karakterine dönüşmesini sağlayacak şekilde tekrardan tanımlamak değildir. Bu, size kendinizi tanıma isteğinizin bir endişe durumunun sonucu olduğunu göstermektir – ve neler olduğunu tam olarak bilmeden kendi halinizde yaşamanın nasıl olacağını göstermektir.
Maya Angelou’nun diğer insanlara etiketler koyma konusundaki yakınma düşüncelerini ters çevirerek ve Joss Whedon‘ın kendimizi kucaklamak üzerine Wesleyan’da yaptığı mezuniyet konuşmasını yansıtarak Phillips de bizlerin kendi kendimizi etiketleme eğilimimiz – ve böylece, Angelou’nun sözleriyle, kendimizi kısıtlamamız ve yasaklamamız – hakkındaki aynı öğütleri ele alıyor:
İnsanlar “Ben şu türden bir insanım” dedikleri zaman kalbim daima kötü duygulara kapılıyor. Bunlar bir çeşit formüllerdir; kim olduğumuz, neleri sevdiğimiz, nasıl insanları sevdiğimiz ve bu tarz şeyler ile alakalı neredeyse on tane formülümüz vardır. Bu ifadeler ile insanın an ve an kendisini nasıl deneyimlediği arasındaki uyumsuzluk komiktir. Bu, bir resmin altındaki başlığa benzer. Düşünürsünüz, ah, evet, buna öyle dendiğini biliyorum. Fakat o resme bakmanız gerekir.
Phillips daha sonra kendimize kim olduğumuzu söylerken, kendimize aynı zamanda ne olabileceğimizi de söylediğimizi – ve bunun yasını tuttuğumuzu – gözlemliyor. Ve bu durum da, hayatlarımızdaki fark edilemeyen “… Olsaydı ne olurdu” durumları için var olan zehirli bir üzüntü halidir; ayrıca Phillips bunu son kitaplarından birisi olan Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü adlı eserinde de detaylı bir şekilde bu konuyu ele alıyor. Holdengräber’e şunu söylüyor:
Sözde diğer hayatlarımızı kaçırmamız, modern insanların yapmaya hevesli olduğu bir şeydir. Alternatiflere bağımlıyız, yapamayacağımız şeylerden büyüleniyoruz. Sanki hepimiz hatalı ailelere sahibiz gibi, ya da hatalı vücutlara, ya da hatalı şansa…
Konfor şöyle bir şey olmalı; kaçırdığınızı düşündüğünüz hayatlara sahip olmaya çalışmak konusunda çok fazla bir şey düşünmenize gerek olmaması. Kendinizin, yalnızca başka bir yerle ilgilenen tarafından baskı görmeyin.
Sahip olduğu verimli kariyeri olan yazarlığa dönerek, Phillips bir insanın neden yazdığı konusunu – bu konu daha önce George Orwell, David Foster Wallace, Michael Lewis, Lynne Tillman, Italo Calvino, Susan Orlean ve Joy Williams tarafından da ele alınmıştı – ve eleştiri psikolojisini ele alıyor:
Eleştiriyi hoş karşılamak için mazoşizm konusunda çok iyi olmanız gerekir. Fakat biliyorsunuz ki, isteseniz bile, farklı bir şekilde yazamazsınız. Yalnızca kendinizi ne zaman sıktığınızı fark edebilmelisiniz.
Joan Didion‘a (“Eğer kendi zihnime kısıtlı bir şekilde bile olsa erişme şansıyla kutsanmış olsaydım, ortada yazmak için hiçbir sebep olmazdı.”) yankı vererek, Phillips şunu ekliyor:
Yazan her insan biliyor ki, yalnızca inandığınız şeyi yazmıyorsunuz. İnandığınız şeyi bulmak ya da inanmaya gücünüzün yeteceği şeyi bulmak için yazıyorsunuz… Ben yazdığım zaman, aklıma bir şeyler geliyor. Bu bir düşünme biçimidir. Fakat bir şeyi yalnızca düşünmek yerine düşüncenizi icra edebilirsiniz.
Kendi alışkanlıklarını ritüel haline getiren meşhur yazarların aksine Phillips, Bukowski‘nin tarafını tutuyor ve Holdengräber’ şöyle söylüyor:
Yaratıcı süreç diye bir şey yoktur. Demek istediğim, oturuyorum ve yazıyorum. Olan tek şey bu. Çarşamba sabahı oturuyor ve yazıyorum. Bazen işe yaramıyor, çoğu zaman da işe yarıyor ve hepsi bu.
Aynı büyülü düşünmeyi, nedensel ilişkinin derin bir kargaşası ile birleştiren; daha zehirli bir kültürel mitolojiye değiniyor – birisinin anlamlı bir iş ortaya koyması için acı çekmesi gerektiğine inanılan; “işkence görmüş dahi” sanatçı ideali. Bunun yerine Phillips alternatif bir yaklaşım öne sürüyor – Ray Bradbury’nin de benimseyip desteklediği gibi – sanatsal çabayı gaddarlığa değil, iyiliğe demirlemek:
Sanatçı efsanesinden ve mesleki sanatçılık hayatının mevcut olan en iyi hayat olduğu düşüncesinden büyülenmiş bir kültürün içerisinde yaşıyorsanız; bu durumda problemler çoğaldığı zaman bunun çözümünün sanatçı olmak olduğunu düşünerek kıvranan insanlara karşı daima bir cazibe var olacaktır. Sanatçı efsanesinin can kayıpları olarak düşünebileceğiniz bir takım insanlar vardır. Onlar gerçekten başka bir şey yapmış olmalılar. Tabii ki bazı insanların şansı yaver gidecektir ve sanat onlarda işe yarayacaktır, fakat çoğu insanda işe yaramayacaktır. Bunun da resme dâhil edilmesi gerektiğini düşünüyorum. İçerisinde insanların “Pekâlâ çocuklarına, eşlerine, arkadaşlarına kötü davranmış olabilir ama şu romanlara, şiirlere, resimlere bakın” dediği şeyleri genellikle duyuyoruz ve görüyoruz. Bana kalırsa bu berbat bir denklem. Açıkçası insan iyi bir ebeveyn olmayı ya da iyi bir sanatçı olmayı seçemez, fakat eğer sanat gaddarlığı meşrulaştırıyorsa, o zaman sanat da sahip olmaya değecek bir şey değildir. İnsanlar olabildiğince kibar olmak ve birbirlerinin arkadaşlığının tadını çıkarmak için yapabilecekleri her şeyi yapmalıdırlar. Bunu yapmamızda yardımcı olan herhangi bir sanat, herhangi bir şey sahip olmaya değerdir. Eğer yardımcı olmuyorsa, değer değildir.
Röportajın tamamı için (İngilizce) şuraya erişebilirsiniz: Phillips’in eşsiz zekâsını daha fazla keşfetmek için kitaplarının içerisine dalış yapabilirsiniz; özellikle de Hep Vaat Hep Vaat ve Kibarlık Üstüne eserlerine.
Brain Pickings by Maria Popova
Çeviren: Gözde Zülal Solak (tabutmag)