25 Şubat 1956’da genç Sylvia Plath (beğenilen şair, çok fazla tanınmayan sanatçı, dünya aşığı) oldukça kalabalık bir edebiyat topluluğu partisine katıldı ve ileride fırtınalı bir evlilik yaşayacağı ve edebiyat hayatının tartışmalı vasisi konumuna gelecek adama ilk görüşte âşık oldu: Ted Hughes.
Deli Kızın Şarkısı: Sylvia Plath ve Ted’den Önceki Hayat adlı, tutku dolu biyografi kitabında Andrew Wilson, Sylvia Plath ile Ted Hughes’ın edebi bir efsane niteliğindeki ilk karşılaşmalarını ayrıntılarıyla anlatıyor.
25 Şubat 1956’da yirmi üç yaşındaki Sylvia Plath, insanlarla dolu bir odaya girdi ve gözüne ilk olarak daha sonradan günlüğünde “büyük, esmer, çekici” olarak tarif edeceği adam çarptı. Kendisine eşlik eden arkadaşlarına o adamın ismini bilip bilmediklerini sordu; ancak bir yanıt alamadı. Parti durmaksızın devam ediyor ve Jazzın serbest ritimleri, -piyanonun aksak desteğiyle- trampetin iç gıcıklayıcı siren şarkısı herhangi bir sohbet ortamının oluşmasını önlüyordu. Fullbright bursuyla Cambridge’de eğitim gören Sylvia, tüm gece boyunca alkol almıştı: o geceki kavalyesi Hamish Stewart ile kasabadaki bir tavernada neredeyse ölümcül dozda “kızıl-altın” Whisky Macs içmişlerdi. İskoç viskisi ve içine baharatlar karıştırılan şarap öylesine etkiliydi ki Sylvia kendisini havada süzülüyormuş gibi hissediyordu. Gerçekte, alkol bu hissin tam zıttı bir etki yaratmıştı: sarhoş bir şekilde partiye doğru yürürken, ağaçlara çarpıp durmuştu.
Kadınlar Birliği’ne vardığında Sylvia odanın boğazlı kazak giymiş genç adamlar ve zarif, siyah elbiseler içindeki genç kadınlarla dolu olduğunu gördü. Jazz melodileri arasına karışan şiirlerin sesi havadaydı: sanki bu, edebi bir hâkimiyet ve tahrik oyunuymuş gibi insanlar şiirlerden alıntılar yapıyordu. Sylvia’nın o gece kabadayılık taslayası vardı. St. Botolph’s Review’a katkıda bulunan kişilerden biri olan Daniel Huws daha önceden Sylvia’nın Cambridge edebiyat dergisinde yayınlanan iki şiirini fazla gösterişli ve fazla iyi bularak küçümsemişti. “Tuhaf ve elektrikli bir maharet” diye yazmıştı Broadsheet’te, “iyi yanım ‘bu tam bir düzenbazlık, düzenbazlık’ diyor ama öyle demeyeceğim; Plath’in güzel bir kadın olup olmadığını nereden bilebilirim ki” Plath haklı olarak kızgındı; sonuçta sekiz yaşından beri şiirlerini yayınlatmak için uğraşıyordu ve Atlantic Monthly’den, Mademoiselle’den, ve Seventeen’den bazı şiir ve öyküleri için iyi miktarda para kazanmıştı. Sylvia soluk benizli, suratı çillerle kaplı üniversite öğrencisine yaklaşıp ‘dostça bir saldırganlık’ taşıyan ses tonuyla “bu sence iyi mi yoksa kötü bir yan mı?” diye sordu. Daha sonradan bu cümleyi “yersiz ve yaralayıcı” görüşlerine karşılık ‘adil bir öç’ olarak yorumlayacak olan Huws ne diyeceğini bilememişti.
Sylvia yerlere döke döke başka bir içki daha devirdi. Myers ile twist (dansı) yapmaya çalıştı. Hareketleri bilinçli bir insanınki gibi düzgün olmasa da, hafızası hala jilet gibi keskindi. Dans ederlerken, Myers’ın St. Botolph’s Review’nde yayınlanan şiirini ezberden okudu. Müziğin sesi bir süre için kısıldığında, gözünün ucuyla, kendisine doğru gelen kişiye baktı. O kişi, sürekli kadınların etrafında dolanan, “çekici bulduğu” adamdı. Adının Ted Hughes olduğunu söyledi. Sylvia’nın aklına hemen, Hughes’ın St. Botolph’s Review’de yayınlanan üç şiiri gelmişti; şiirin bazı bölümlerini ezberden okudu. Şimdi dönüp geçmişe baktığımız zaman, Sylvia’nın Ted’e okuduğu şiirlerden biri olan “Kediler Ülkesinin Yasaları”nın sıklıkla iki birey, hatta iki yabancı arasındaki düşmanlığın ve rekabetin ne kadar mantıksız olduğundan bahsediyor olması oldukça ironik.
Sylvia ve Ted arasındaki çekim karşı konulamazdı. Fakat Sylvia daha başka bir şey daha sezmişti. İki gün sonra şunları yazdı:
Beni gizlice takip eden bir erkek panter var:
Bir gün ölümüm O’nun elinden olacak;Plath ertesi gün -edebiyat tarihinin en meşhur parçalarından biri olan- bu karşılaşmayı günlüğüne yazmıştı. Akşamdan kalma bir vaziyette, Ted ile arasındaki cinsel çekimi tasvir etmişti. Sylvia, Hughes’ın “Kazazede” adlı şiirinden alıntı yaptıktan sonra Ted odanın bir ucundan ona öyle bir ses tonuyla bağırmıştı ki Sylvia onun Polonyalı olabileceğini düşünmüştü. Hâlbuki Ted onun bir brandy içip içmeyeceğini soruyordu. Sylvia’nın evet demesiyle başka bir odaya geçtiler. Hughes kapıyı çarparak kapattı, Sylvia’ya bir bardak brandy doldurdu ancak Sylvia ağzının yerini bulamayacak kadar sarhoştu. Hughes ona, diğer odada bir zorunluluğu olduğunu -Shirley adındaki başka bir Cambridge öğrencisi- Londra’da yaşadığını ve haftada 10 euro kazandığını söyledi ve bir anda Sylvia’ya yaklaşıp onu öptü. Ted Sylvia’nın boynunu öpmek için biraz daha aşağı indi, bu sıra Sylvia onun yanaklarını uzun uzun ısırdı; odadan çıktıklarında Ted’in suratı kan içindeydi. Plath dişlerini Ted’in derisinin derinliklerine geçirirken “Kediler Ülkesinin Yasaları”nda (Ted’in) tarif ettiği ölümüne mücadeleyi ve suçlunun “Ben yaptım, ben” deyişini düşünüyordu.
Diş izleri bir aydan daha fazla bir süre boyunca Ted’in suratından gitmedi; ancak söylediği kadarıyla o karşılaşma ve o kadın sonsuza dek onunla (onda) kalacaktı.
Maria Popova
Çeviri: Hande Karataş (tabutmag)