1 Mayıs 1977.
Kendimi bildim bileli örgütlerimin katıldığı bütün özgürlükçü eylemlere katılırım. O gün de “Türkiye Yazarlar Sendikası” saflarındayım. Görkemli bir işçi bayramı kutlaması sona ermek üzere. Sıra Kemal Türkler’in konuşmasına gelmiş. Güler Yücel’le saflarımızı bırakıp Cafe Bulvar’a giriyoruz. Orada başka arkadaşlar da var. Anımsadığım kadarıyla, Mustafa Kemal ve Tektaş Ağaoğlu, Kıvanç Ertop, Ela Güntekin, Ergin Ertem, Önay, Gülbün Sözer, Tezer Özlü de.
Bir anda silahlar patlıyor, bir karışıklık ve şaşkınlık, ardından peş peşe yükselen makineli tüfekler, panzerler, sirenler… Toz duman içinde bir savaş alanının ortasında buluyoruz kendimizi; her zaman olduğu gibi güvenlik güçleri,(!) “çember sakallılar” ve “kurtlar”ın ortak cihadının arasından çil yavrusu gibi dağılıp kurtarıyoruz canımızı. Yanımda Tezer’i görüyorum, koşarak Elmadağ yönüne kaçıyoruz. Ardımızda çığlıklar; arkadaşlarımızın haykırışı: “Kızıma rastladın mı? Babamı gördün mü? Annemi görürsen telefon et…”
İşçi sınıfının, solun yükselişinin kırk ölü yüzlerce yaralıyla durdurulduğu gün. Bizim bulunduğumuz bu alanlardan yükselen seslerle futbol sahalarından, camilerden ve ekranlardan yükselen sesler hiçbir vakit örtüşemiyor.
O gece sabaha kadar uyanık Tezer. Sabaha kadar kapıları, camları, halıları siliyor, çatal bıçakları ovup parlatıyor. Devletin üzerine sıçrattığı kanı yıkayıp arıtmak istiyor.
Sabah görüştüğümüzde bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin ediyor. Mücadeleyi sürdürme lafları ediyorum ben, o ise, “burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!” diyerek sürekli yineliyor… Hâlâ da öyle değil mi?
Ben, Tezer Özlünün sıkıntılarının, büyük ölçüde, kışkırtılan bu toplumsal şiddetten, korkudan kaynaklandığına inananlardanım. Burada Baudelaire için söyleneni anımsıyorum, “Baudelaire’i çıldırtan Fransız emperyalizmiydi…” Hepimizi de öyle!
Bu toplumun bilinç düzeyini açıklayacak bir başka tabloyu da eklemeden duramayacağım.
1980’de başımıza çöreklenen askerlerin, dayattığı 1982 anayasa oylamasından İstanbul’dan sadece 275.000 mavi (ret) oyu çıkmıştı. Bu sayı o görkemli işçi bayramı kutlamasına gelen Taksim Alanı’ndaki insanlarımızın sayısını bile bulmuyor?
Böyle bir Türkiye’de genç bir Türk kadın yazarın (artık “kadın yazar” sözcüğünü kullanmam gerekiyor çünkü erkek yazar olsaydı doksanında bile olsa on yaşındaki bir kız çocuğuyla evlenmesine ses edilmezdi?) kendinden yaşça ufak bir yabancı erkekle evlenmesine yetkililer bir türlü izin vermiyor! Engeller çıkarılıyor; sorgular sualler, nedenler, nasıllar, ertelemeler… Tam iki yıl! İki yıl sonra pes ediyor Tezer, Zürich’e yerleşiyor. 2 Nisan 1984’te bir kaç yıllık bile olsa, sevecenliği ve aşkı bir arada bulduğunu söylediği Hans Peter’le evleniyorlar. İsviçre, neden kendinden yaşça büyük bir Türk kadınla evlendiğinin hesabını sormuyor Hans Peter’e. Böylece lacivert Türk pasaportunu atıp İsviçre pasaportunu almış “onlara göstermiş”ti Tezer!
Sınırları bu yolla da olsa kaldırdığına sevinmişti.
Bir tatil sırası geldiklerinde, “gericilerin kağıtları kendilerinin olsun!..” diyerek, çantasından çıkardığı ve üzerinde incecik beyaz bir haç bulunan, kırmızı İsviçre pasaportunu pat! pat! masanm üstüne çalıyor, ünlü kahkahalarını koyuveriyordu. Ancak gövde, anadan ayrılsa da ruh buralardaydı. Özlem içindeydi. Eşi dostuyla, sevdikleri sevmedikleriyle, komşularıyla kendinde olanı paylaştırarak var olabilen, öyle beslenen bir yazar için değil İsviçre, cennet bile olsa bir başbelasıydı.
Mektuplarda doğruyu kavradığı anda, gerek ülkeler gerekse insanlar hakkındaki yargılarını değiştirirken, Tezer’in ne denli cesur ve saplantısız davranabildiğine de tanık oluyoruz.
Leylâ Erbil
Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar
Yayına Hazırlayan: Hülya Tufan, Yapı Kredi Yayınları